Amerika, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından
istisnâsız dünyadaki bütün devletlere egemen olmak için düşünmeye
başladı. Bunun yolunun da Orta Doğu’dan geçtiğini anladı. Çünkü Orta
Doğu’ya hâkim olmak sadece bu bölgedeki Müslümanlara hâkim olmak demek
değildir. Bilakis Avrupa’ya, Rusya’ya ve bütün dünyaya egemen olmak
demektir. Bu bölge, bütün dünya devletleri için geleceğin anahtarıdır.
Bu bölgenin anahtarını elinde bulunduran kimse, dünyaya tahakküm eder.
Bu bölgeden dirilecek olan (müşterek tehlike olması vasfıyla büyük ve
küçük devletleri tehdit eden İslâm’î) tehlikeyi bertaraf etmek
bahanesiyle tüm devletlerin Amerikan liderliği altında toplanmalarının
kaçınılmaz olduğu söylenmiş, bundan dolayı da bu tehlikeye engel olmak
için dünyanın liderliğinin Amerika’nın hakkı olduğu ileri sürülmüştür.
Mart 1990'da, Amerikan Temsilciler Meclisi'nin
yayınladığı bir raporda; "İslam’î uyanışın her geçen gün güçlenmesi
gerçeği ile bölgeden çıkarılan petrolün Batılı ekonomiler için
vazgeçilmez önemi birleştiğinde, Ortadoğu konusundaki çekişme, İslam’î
uyanış ile Batı dünyası arasındaki karşılaşmayı ölüm kalım mücadelesi
haline getirmektedir" diyor.
İslâm’î akımların artması ve İslâm’î uyanışın
büyümesi sebebiyle ilk kez, İslâm’ın tehlikesini hisseden batı gibi, her
batılı vatandaşta onun tehlikesini hissetmeye başlamıştır. Bu hissi daha
çok pekiştiren husus; Orta Doğu’lu hükümetlerin bu artan İslâm’î
akımlara karşı durmaktan veya onları kontrol altında tutmaktan açıkça
âciz kalmalarıdır. Halbuki batılı devletler, bu akımlara karşı mücadele
etmesi amacıyla yıllarca bu hükümetlere sınırsız yardım ve destek
sağlamıştır.
Bununla birlikte Batı’nın görüşüne göre; Orta Doğu
ülkelerin halkları ‘terörizm’ ve ‘radikalizm’ olarak adlandırdıkları
grupların yuvası haline dönüşmüştür. Ki bunlar, sadece batılı
devletlerin istikrarına değil dünya devletlerinin istikrarına da tesir
edecek hale gelmişlerdir. Hatta onlara göre terörizm; devletlerarası
siyâset ve ilişkilerin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Dolayısıyla onunla
mücadele etmek, dünyadaki süper gücün liderliğinde devletlerarası bir
gayretin olmasını gerektirmektedir. Amerika ve Batı’ya nispetle
terörizmin tehlikesi, sadece yer üstünde görülen orada-burada bazı
grupların yaptıkları askerî amellerle sınırlı değildir. Bilakis Batı’nın
gelmesini beklediği korkunç güç yer altındaki tehlikedir. İşte, bizzat
bu güç, onların geleceklerine bakışlarını bulandırmaktadır. Onlar,
toplumlarını, siyâsî ve cihâdî İslâma ve Batı’ya düşmanlığa doğru
sürükleyecek hakiki İslâm devletini ikâme etme noktasında, Müslümanların
başarılı olmasından korkmaktadırlar. Belki de Amerikan Genel Kurmay
Başkanı Richard Myers’ın Amerikan Kongre’sindeki komisyon önünde
söylediği; “Bu aşırı İslâm’î hareketlerin hedefi, bölgede Hilâfet
sistemini kurmak ve yedinci asra dönmektir” sözü bu korkuyu ifade
etmektedir.
İşte, Amerika’nın bölge petrolleri üzerindeki
nüfuzunu garantiye almak ve yükselen uyanışı dizginlemek amacıyla ortaya
attığı ‘Büyük Orta Doğu Proje’si’ düşüncelerinden biri de; “ılımlı
İslâm”dır. Öyleyse bu düşüncenin aslı nedir?
Bu günlerde, İslâm’î hareketler, İslâm’î fikirler ve
bilhassa Siyâsî İslâm fikirleri söz konusu olduğunda Amerika ve Avrupa
siyâsî çevrelerinde, Türk ordusu, yöneticisi, düşünürü ve medya
organlarının dilinde, ılımlı İslam, ılımlılar ve aşırı İslam, aşırılar
gibi kelimeler dolaşmaktadır. Bu tür düşüncelerin gündemde olmasının
veya bu tür şahsiyetler tarafından dillendirilmesinin iğrenç ve çirkin
bir tek nedeni vardır. O da; İslâm’a ve onu ideoloji olarak taşıyan
kimselere karşı savaş açmak. Çünkü İslâm’î ümmet artık bulunduğu bu kötü
durumdan kurtuluşunun ancak Hilâfet’i ikâme etmekle, İslâm’î hayatı
başlatmakla olacağını görmüştür. Müslümanların ekseriyeti, İslâm’la amel
etmeye, hükümlerine bağlanmaya yönelmiştir. Bunun için küfür
sistemlerinden, Haçlı seferleriyle birlikte hayatımıza giren küfür
fikirlerinden, beşerî anayasa ve kanunlardan kurtulmak ve demokrasi,
milliyetçilik, vatancılık, sosyalizm, sosyal adalet, şahsî hürriyetler
ve modernizm gibi küfür fikirlerini yok ederek, yerine siyâsî İslâm ve
sistemini, hükümlerini, fikirlerini koymak için çalışan partiler ve
kitleler kurulmuştur.
İşte, bütün bunların gerçekleşmesi ufukta parlarken,
bu husus küffâr ve küfür devletlerini Müslümanların yöneticilerini, batı
kültürüyle meftûn olanları, onu yüklenenleri dehşete düşürmüş ve
dolayısıyla bu akımı durdurmanın yollarını aramaya koyulmuşlardır.
İslâm’ın hükümlerini sulandırmak, Müslümanları, İslâm’ın davetçilerinden
nefret ettirmek için fikrî yöne ağırlık verme desisesini
hazırlamışlardır. Zira hedefleri; Müslümanları, küfür fikirlerini ve
sistemini söküp atmak, insanların gönüllerine ve tepelerine kabûs gibi
çöreklenen zâlim tağutların kökünü kazımak için çalışmaktan ve tabi ki
buna bağlı olarak ta Hilâfet’i ikâme etmeye doğru yürümelerinden sarfı
nazar ettirmektir.
Binaleyh İslâm’la ve İslâm için çalışan Müslümanları,
ılımlı ve aşırı gibi lafızlarla damgalamakla, bilinçli olarak bu
lafızları delâletlerinden ve vaaz edildikleri anlamlardan saptırdılar.
Bu bağlamda; zorba yöneticilerin zulmünü, küfür hükümleriyle
yönetmelerini reddederek, Hilâfet’i ikâme etmek ve Allah’ın
indirdiklerine göre hükmetmek için çalışanları aşırılar olarak
nitelediler. Fakat siyâsetlerinden razı olan ve küfür sisteminin
bekâsıyla birlikte bazı reformlar yapmak için çalışan kimseleri de
ılımlılar olarak addettiler.
İşte, böyle düşündüler ve böyle uyguladılar. Bunu
yaparken de kendilerini, yüce ideallerini görüşlerin ve fikirlerin
çıktığı kaynak kıldılar. Halbuki Allah’ü Te’âla, görüşlerin İslâm’a ve
hükümlerine göre verilmesini, sadece Allah’ın Kitâbı ve Rasûl’ünün
sünnetine bağlanılmasını Müslümanlar üzerine farz kılmıştır.
Dolayısıyla, eğer yöneticiler ve ordu komutanı gelirde Rablerinin yerine
kendilerini, dinlerinin yerine devletlerini bu makama koyarlarsa bu
apaçık dalâlettir ve Allah dışında Rablik iddiasında bulunmaktır.
Onlar, siyâsî İslâm’î parti ve hareketleri
aşırılıkla, siyâsî olmayan İslâm’î hareketleri veya siyâsî olup ta
İslâm’î olmayan parti ve hareketleri de ılımlılıkla nitelediler. Çünkü
bunlar, devletlerine karşı bir tehlike teşkil etmemektedir. Tehlikeli
olan ise birincilerdir.
İşte, bu kimseler bu iki kelimenin -ılımlılık ve
aşırılık- delâletlerini saptırdılar. Dinle ve ümmetin geleceğiyle
oynadıkları gibi bu iki kelimenin anlamıyla da oynadılar.
Mutedil -ılımlı- kelimesi sözlükte; nitelik ve
nicelik açısından iki şeyin arasını ortalamaktır. Her uygun olan, ölçülü
olan şey mutedildir.
Aşırılık kelimesi ise, itidal sınırını aşmaktır.
Şer’an itidal kelimesi, şer’î hükümlere bağlanmak, onlar üzerinde
dosdoğru yürümek ve Allah’ü Te’âla’nın emrettiği şekilde onları
yapmaktır. Aşırılık kelimesinin ise, şer’î anlamı yoktur. Çünkü, böyle
bir lafız naslarda geçmemiş, İslâm fakihleri de onu kullanmamışlardır.
Bunun için onun, sözlük anlamı dışında bir anlamı yoktur. Eğer biz onu
Şeriatta kullanmak istersek, aşırılığın; Şeriatın koyduğu sınırları
aşmak, yani İslâm’ın hükümlerine muhalefet etmek olduğunu söyleriz.
İşte, aşırılık ve ılımlılık budur. Kim farz
namazların rekat sayısını artırırsa, umre tavafını on'a çıkarırsa, bize
karşı savaşa katılan kafir kadınları ve çocukları öldürmeyi haram
kılarsa, şarabın üzümden yapılmasından dolayı üzüm yemeyi haram
addederse veya siyâsî İslâm’ı haram kabul edip, İslâm’ı akideyle,
ibadetle, ahlakla sınırlandırırsa bu gibi kimseler aşırılardan
sayılırlar. Fakat bir şahıs veya kitle, hayat işlerinden herhangi bir
işte ve İslâm’î daveti taşıma keyfiyetinde sahih içtihatla alınmış bir
hükme, bir görüşe ve bir fikre bağlanırsa aşırılardan sayılmazlar. Çünkü
Müslümanlar, İslâm’ın hükümlerine bağlanmakla ve hükümleri ne bir eksik
ne de fazlalaştırmaksızın Allah’ın kullarına emrettiği şekle uygun
olarak yerine getirmekle mükelleftirler.
Orgeneral Özkök’ün, Harp Akademileri Komutanlığı’nda
yaptığı yıllık değerlendirme konuşmasında; “Bir kısım çevreler,
Türkiye’yi bu projede ‘ılımlı İslâm modeli bir ülke’ olarak tanımlamak
istediklerini” ileri sürmesine gelince; bu, Amerika’nın istediği
değişim karşında durma refleksi değildir. Bilakis sözlerinden de
anlaşıldığı gibi Türkiye’nin bu projede rol almasına, yani Türkiye’yi
“ılımlı İslâm” olarak lanse etmeye karşı çıkmaktadır. Çünkü ılımlı İslâm
olarak lanse etmek, Atatürk’ün kurduğu Laik Türkiye Cumhuriyetiyle
çelişir. Onun tepkisi bundan öteye geçmez. Onun için bazı yazarların
yaptığı gibi öyle üzerinde düşünülecek bir açıklama değildir. Zira bu
tür açıklamalar ilk kez yapılmış açıklamalar da değildir.
|