Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri; yahudi varlığını 28 Mart 1949’da
ilk olarak tanıyan, onunla ilk ticâri anlaşmayı imzalayan, Golan
Tepeleri’nin ilhak etmesi hakkındaki BM kararında onu destekleyen, halkı
Müslüman bir ülke (Türkiye) olarak oldukça derin köklere sahiptir.
Zaman içinde ilişkilerin boyutu ve hacmi giderek büyümüş olsa da
esâsen 90’lı yılların ortalarında ciddi bir ivme kazanmıştır. Bunun
sebebi; ‘Soğuk Savaş’ sonrasında Amerika’nın ‘Ortadoğu Barış Süreci’ni
başlatması Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini açıkça yoğunlaştırmasının
gerekçesini teşkil etmesidir. Zîra ilişkilerin geliştirilmesi için
“barış” sloganı yumuşatıcı bir etken idi. Yine İsrail’in NATO üyesi olma
isteği de mâzeret olarak kullanılıyordu. İhânet düzeyine çıkan bu sıkı
ilişkiye birkaç çarpıcı örnek vermek gerekirse;
- Türkiye’nin yahudi varlığını “resmen” tanımasından sonra
aralarındaki ilişki “büyükelçilik” düzeyinde sürdürülüyordu. Yahudi
varlığı 1980’de Doğu Kudüs’ü işgâl edince, dâhili ve hârici tepkiler
nedeniyle Türkiye elçilik düzeyinde olan ilişkilerini maslahatgüzarlık
düzeyine indirmek zorunda kalmıştı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile II.
Körfez Savaşı’nın patlak vermesinden hayli istifade eden Türkiye
Dışişleri Bakanlığı, hemen bu düzeyi eskiden olduğu gibi büyükelçilik
düzeyine çıkardı ve yahudilerle ardı ardına anlaşmalar imzalanmaya
başladı. Nitekim Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
İngiliz uşaklığı nedeniyle yine İngiliz ajanı olan Saddam’ı destekleyip
Amerikan karşıtları arasında yer alması da ihânet sahnelerinin istismar
edilen gerekçelerinden biri oldu. En önemli gerekçe ise, Oslo Süreci’nde
Türkiye’nin “ikili” katkılarının gerekçesini teşkil eden ve son
zamanlarda Erdoğan’ın da sık sık kullandığı sözde “Osmanlı’dan kalan
500 yıllık Türk-Yahudi dostluğu” idi.
- Aynı dönemde Türkiye’nin Dışişleri Bakanı ve şimdi Afganistan’daki
NATO temsilcisi olan Hikmet Çetin, yahudi varlığına bir ziyârette
bulundu. O sırada MOSSAD, güya Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmek
üzere başarısız bir operasyon yaptığını iddia etti. Böyle bir olayın
vukuu bulmadığı anlaşılabilir olsa da, MOSSAD-MİT ilişkilerinde önemli
bir mesâfe kat edildiği açıktı. Bunun üzerine yahudi varlığı; MİT’e
“hediye olarak” çok sayıda techîzat, suikast silahı ve teknik malzeme
gönderdi. Üstelik bu “hediyelerin” bir kısmı daha sonra başkalarının da
elinde bulundu. Bundan sonra iddialara göre, gönderilen hediyeler sadece
MİT’e gönderilmemiş, bilakis onlarla bağlantılı bulunan başkalarına da
gitmişti. Bu da -yine iddialara göre- yahudilerin Türkiye içindeki
illegal eylemlerini örtbas etmek üzere MİT’e karşı açık bir komplonun
kurulduğu anlamına geliyordu.
- Amerikan Yönetimi’nin Bağımsız Devletler Topluluğu Koordinatörü
Michael Armitage, 1992 yazında düzenlediği İsrail ziyâreti sırasında,
ABD ile İsrail'in Orta Asya’da tarımı geliştirmek için bir dizi “sulama
projesi”ni ortaklaşa gerçekleştirdiklerini açıklamıştı. Bu projenin,
Sovyetler Birliği’nden tevârüs eden nükleer sistemlerini kontrol edecek
bir güvenlik ağı oluşturmaya yönelik olduğunu ilişkin çok sayıda iddia
vardı. Bu açıklamadan iki yıl sonra, bir protokol çerçevesinde 26 Ekim
1994’te Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da “model üretim alanları” ile “AR-GE
(Araştırma-Geliştirme) merkezleri” ve bu kapsamda “toplu çiftliklerin”,
“merkezi köyler”in ve “aile işletmeleri”nin kurulmasına karar verildi.
Bundan önce 1994 yılının başında yahudi Cumhurbaşkanı Ezer Weizman
Türkiye’ye gelip GAP bölgesinde incelemede bulunmuştu. Türkiye’dekinden
beş gün sonra ise, aynı protokole dayalı olarak, Türkmenistan ve
Özbekistan’da da “aynı” yapıların oluşturulmasına karar verildi. Aynı
minvâlde Ekim ayının son haftasında Kanal D televizyonundaki bir
tartışma programına katılan yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden biri,
Türkiye'den yahudi varlığına göç etmiş Yahudi ailelerinden bir kısmının
Türkiye'ye geri dönerek Urfa yöresine yerleşmekte olduklarından
bahsediyordu.
- Yine 1994’te yahudi varlığı, teknolojisini ve uydu imkanlarını
kullanarak Irak-Türkiye petrol boru hattının güvenliğini sağlamak için
Türkiye'den talepte bulundu. Dikkat çekici bir şekilde aynı dönemde PKK,
bu hatta yönelik saldırılarını yoğunlaştırdı. Türkiye, kısa bir süre
sonra bu talebe olumlu yanıt vererek “kendi toprakları” üzerinden geçen
“kendi boru hattının” güvenliğini onlara teslim etti. Yahudi varlığının
bu hat üzerine bu kadar düşmesi, Irak’tan yapılan petrol sevkıyâtının
kontrolünü elinde tutmak istemesiydi. Üstelik
Kazakistan-Azerbaycan-Türkiye ekseninde uzanıp İskenderun Körfezi'nden
dünyaya pazarlanacak olan Hazar petrolünü taşıyacak olan “Hazar-Akdeniz
petrol boru hattı”, Irak-Türkiye petrol boru hattı ile birleştirilmek
isteniyordu. Yine Orta Asya doğalgazını Avrupa'ya taşıyacak olan boru
hatları, Türkiye’ye girişte petrol boru hatlarının bulunduğu bölgelerden
geçiyordu. En önemlisi Türkiye, tasarı düzeyinde olan Avrasya Enerji
Koridoru’nun bir parçasıydı. Zaten o vakit Amerikan think-tanklerinden
Foreign Reports Inc. tarafından yayınlanan Ortadoğu raporunda şöyle
deniliyordu: “…Irak-Türkiye petrol boru hattının kurtarılması,
Kazakistan ve Azerbaycan'da 90'ların sonuna kadar üretimin
geliştirilmesi beklenen petrolün 'ihracat kanallarının' işler halde
tutulması bakımından önemlidir…”
- İlişkiler, Başbakan Tansu Çiller’in Kasım 1994’te İsrail’i ziyâret
etmesiyle daha da ivme kazandı. Ayrıca o dönemde örtülü ödenekten yüksek
miktarda ödeme yapılarak, MOSSAD’a bazı “iş takipleri” verildiği daha
sonra açığa çıktı. Bunu, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
1996’daki ziyareti ve iade-i ziyâretin yahudi Cumhurbaşkanı Weizman
tarafından gerçekleşmesi takip etti.
Bu bağlamda en dikkat çekici olan 1996’da Türkiye ile İsrail arasında
imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması’dır. Bu anlaşma esâsen,
askerî bir sır olarak içeriği halen açıklanmamış bulunan ve ticârî,
askerî, diplomatik, istihbarî, bilim ve teknoloji kapsamlı olduğu
zannedilen ve 1958 yılında Menderes Hükümeti tarafından imzalanmış olan
“Türkiye-İsrail Çevresel Pakt Anlaşması”na dayanmaktadır. Daha doğrusu
Şubat 1996 Anlaşması, muhtemelen 1958 Anlaşmasının açık ve genişletilmiş
versiyonudur.
Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, Şubat 1996’da yahudi
varlığını ziyâret etti ve Türkiye Genelkurmay Başkanlığı ile İsrail
Milli Savunma Bakanlığı arasındaki “Askeri Eğitim ve İşbirliği”
anlaşmasını imzalayarak geri döndü. 1996 Anlaşması sonrasında savunma
sanayi işbirliğinden istihbarat ortaklığına, ekonomik gelişmeden turizme
kadar çok yönlü ilişkiler geniş çaplı olarak sürdürüldü.
Bu anlaşma esâsen ortak tatbikat ve ortak istihbarat çerçevesindedir.
En çarpıcı özelliği ise İsrail’in “eğitim amaçlı” olarak Türk hava
sahasını kullanmasına izin vermesidir. Diğer karşılıklı ek anlaşmalar
ise teknoloji transferi, ortak araştırma, ortak istihbarat, stratejik
politika planları, ortak yada tek taraflı tatbikatları içermektedir. Bu
tatbikatlar genelde “arama-kurtarma tatbikatı” adı altında özellikle
Türkiye’nin karasularını ve hava sahasını kullanarak yapılmış ve
yapılmakta olan türden tatbikatlardır. Nitekim bu kapsamda ilk olarak
1997 yılında Ürdün’ün de gözlemci olarak katıldığı Denizkızı Tatbikatı,
Amerika-Türkiye-İsrail arasında Akdeniz’de yapılmıştır. Sonraki yıllarda
da periyodik olarak sürdürülmüştür. Gerçekte tatbikatların vakıası
şudur: Onlar bununla hava, kara ve deniz savaş alanlarında, farklı savaş
araçlarının ve farklı silahların kullanımına yönelik bir eğitim yaparlar
ve bunun, düşmana karşı hazırlık amaçlı olduğunu iddia ederler. Bu
tatbikatların liderliği daima kafirlerindir ve daima Amman, Mısır,
Türkiye ve Filistin gibi, İslam toprakları üzerinde yapılmaktadır.
Böylece kâfirler için hem yeni silahların denenmesi, hem diğer ülkenin
hareket ve manevra kâbiliyetinin öğrenilmesi, hem arazi ve doğal
şartları ile birlikte kapsam ve içerik düzeyine aşina olunması, hem de
askeri varlıklarını yerleştirmek ve operasyon üslerini hazırlamak üzere
etüt çalışması yapılması sağlanır. Kâfirlerin liderliği altında olmayan,
onların toprakları üzerinde yapılan, onların askerî güç ve
yeteneklerinin gizli yönlerini açığa çıkaran hiçbir tatbikat yoktur.
Söz konusu anlaşmanın karşılıklı silah transferi ve savunma sanayi
anlaşması çerçevesinde ise, yahudi varlığı tarafından 54 adet F4 savaş
uçağı 650 milyon dolara modernize edilmiştir. Daha sonra da 48 adet F5
savaş uçağının modernizasyonu ile yahudi yapımı Popeye II havadan karaya
füze sisteminin ortak üretimi plânlanmıştır. Ayrıca Arrow II
Anti-Balistik Füze Programı içinde Türkiye’nin de yer alması, Merkava
tanklarının ortak üretimi ve Türkiye’nin elindeki demode M60 tanklarının
modernizasyonu gibi konular da görüşmelere bağlanmıştır. Arrow II
Anti-Balistik Füze Programı, Amerika’nın Füze Kalkanı Projesi’nin bir
parçasıdır. Bu bağlamda 2001 yılında eski generallerden birinin bir
savunma dergisinde yer alan makalesinde şöyle geçmekteydi:
“Ülkemiz yaramaz devletler ve istikrarsız bölgelerle çevrili olup
KTS (kitle tahrip silahları) tehdidinin ve yayılma tehlikesinin en sıcak
hissedildiği yerlerden birisidir. Füze savunması yıllardır Türk silahlı
Kuvvetleri’nin ihtiyaç listesinde yer almaktadır. Kafkaslarda ve Orta
Asya’da artan çıkarlarımız bu bölgelerin daha güvenilir kılınmasını
gerekli kılmaktadır. Görünen odur ki Türkiye, füze savunma sistemi
konuşlandırılacak ülkeler arasında ön planda yer alacaktır. Bu
mülahazalar ABD önerisine olumlu bakmamıza neden olabilecek
ağırlıktadır.”
Modernizasyon, açık bir aldatmacadan ibarettir. Modernizasyon denince
eskimiş olan bir aracın yenilenmesi ve geliştirilmesi akla gelir. Oysa
sömürgeci devletleri ile diğer devletler arasındaki ıstılahta
modernizasyonun mânâsı böyle değildir. Tam aksine mevcut olan araçların,
yeni teknolojiler kullanılarak “etkisizleştirilmesi” demektir. Şöyle ki:
Savaş uçaklarının, füze sistemlerinin veya tankların modernizasyonu
genelde kaba aksamının yenilenmesi demek değildir. Çünkü bunlar metal
sanayi dallarının konusudur ve Türkiye’de bu konuda çalışan, hatta
ithalat yapan firmalar vardır. Dolayısıyla yenilenen şey özellikle
elektro-teknik alanındaki kontrol ve kâbiliyet mekânizmasıdır. Örneğin,
bir tankın modernizasyonu demek paletlerinin değiştirilmesi demek
değildir. Aksine attığı topların isâbet oranını yükseltecek şekilde
kontrol mekânizmasının yenilenmesidir. Yada bir savaş uçağının
modernizasyonu demek kanatlarının yenilenmesi değildir. Bilakis ani
hareket hızını yükseltecek şekilde kâbiliyet mekânizmasının
geliştirilmesidir. Bugünkü ıstılahta modernizasyon özellikle çip (yonga)
sistemi ile alâkalı bir işlemdir ve bu sistem ürkütücü bir yapıdadır.
Nitekim değiştirilen çiplerde kullanılan teknoloji transfer kapsamında
değildir. Bunun anlamı şudur: Örneğin; savaş uçakları hem havada pilotun
hem de karadan kumanda merkezinin güdümündedir. Bu karasal kumanda ise
modernizasyonu yapanın -ki şu durumda yahudilerin- elindedir. Bu da
gelecekte bu savaş uçaklarının “düşman” güçlerin ellerine geçip de
yahudi varlığını vurmak üzere gönderilmesi halinde etkisiz bırakmak
içindir. Füze sistemleri için de bu durum geçerlidir. Dolayısıyla
bunların teknik olarak işe yarar olması ve savunma amaçlı olarak
kullanılması, politik eksenin dışına çıkamamaktadır. 90lı yıllarda,
özellikle Doğu’da birçok savaş uçağı ve helikopterin anormal ve
çelişkili gerekçelerle düştüğünü unutacak değildir. Bir başka ifadeyle
Türkiye bunları, modernizasyonu yapan devletin aleyhine olacak şekilde
kullanamamaktadır. En açık ifadesiyle, eğer olur da bir gün Türkiye,
Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulduğu veya ona dâhil olan bir yer olursa
ve Halîfe de Türkiye’deki ordu techîzatını yahudiye karşı kullanmaya
kalkarsa, yahudinin veya diğer sömürgecilerin ellerindeki bu teknolojik
kumanda devreye girecek ve Halîfe’nin onları helâk etmesine engel
olacaklardır. Fakat şu var ki onlar kendilerini bununla avutmaktadırlar.
Çünkü Allah’ın izni ve yardımıyla, Ümmetin evlâtları arasında birçok
mühendisler ve bilim adamları şu anda bu konu üzerinde çalışmaktadır ve
kâfirin hevesini kursağında bırakmaya muktedir olacaklardır. İnşaAllah…
Bundan kısa bir süre sonra Ağustos 1996’da ise, Erbakan-Çiller
ikilisinin Refah-Yol Hükümeti tarafından “Savunma Sanayi İşbirliği
Anlaşması” -Türkiye tarihinin en büyük askeri işbirliği ve teknoloji
transferi anlaşması olarak- imzalandı! Zâten yahudinin su ihtiyacını
karşılamak üzere öne sürülen Manavgat Şelâlesi’nin mülkiyetiyle birlikte
(!) satılması projesi de bu minvâlde gündeme geldi. Buna rağmen bu şerir
hükümet, 28 Şubat darbesiyle devrildikten sonra, bu en büyük ihânet
anlaşmasıyla bile onlara yaranamadıklarını anlamış oldular. Üstelik
-iddialara göre- Erbakan altı milyon kayıtlı üyesinin ismini de orduya
teslim etmiş, ordudaki Müslüman subayların ordudan atılmasına ilişkin
kararnameleri gözü kapalı imzalamış, imam-hatiplerin kapatılmasına ve
başörtü yasağının başlatılmasına onay da vermişti!
1996’da ihânet anlaşmalarından kısa bir süre sonra 1997’de Türk
Ordusu’nun sınır ötesi operasyonlarından birine katılan İsrail
askeri/gizli servis uzmanları, Kuzey Irak’a dinleme ve gözetleme
sistemleri yerleştirerek, yolunda giden ilişkilere bir “güven düğümü”
atmış oldular. Yine 1997’de Türkiye ile yahudi varlığı arasında bir
Serbest Ticâret Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın yahudi mallarının
pazarlanması, ucuz işgücü ve hammadde edinilmesi, vergi ve gümrük
kolaylıklarının sağlanması ve dolayısıyla yahudinin içine düştüğü
ekonomik darboğazı hafifletmek için oldukça elverişli imkânlar
hazırladığı bilinmektedir. Şubat 1997’de Genel Kurmay Başkanı İsmail
Hakkı Karadayı’nın bu askeri işbirliği kapsamında yaptığı ziyaretin
arkasından, İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’ye geldi. Yine 8
Aralık 1997’de İsrail Savunma Bakanı İzhak Mordeçay’ın ziyaretini,
İsrail Meclis Başkanı Dan Tiçon’un ziyareti izledi ve sonrasında 23 Mart
1998’de Sanayi ve Ticaret Bakanı Natan Şaranski’nin ziyareti ve İsrail
Başbakanı Ehud Barak’ın Ağustos 2000 yılındaki ziyaretiyle, Türkiye ile
İsrail, askerî ve diplomatik alanda yoğun bir trafik işletmiş oldular.
İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben Eliezer’in 2001 yılı Temmuz ayında
yaptığı bir günlük ziyaret kapsamında, Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı ile görüşmesinin ardından,
bunca işbirliği ve ziyâretleşmelerden sonra aşağılık kâtil Şaron’un
ziyâreti için uygun bir ortam oluştu. O kadar ki Sabra ve Şatilla
katliamının baş sorumlusu, azgın İslam ve Müslüman düşmanı Şaron, Harem-uş
Şerîf’i kirletmesinden sonra, Belçika’da hakkında tutuklama kararı
varken ve hatta her gün televizyonlarda katledilen Müslüman
Filistinlilerin görüntüleri yayınlanıyorken, üstelik Müslüman Türkiye
halkının şiddetli nefret ve tepkisine rağmen Türkiye’ye dâvet edildi ve
Ağustos 2001’de törenlerle karşılandı! Bugün Erdoğan ve tâifesinin de
sık sık dile getirdiği “barış” nârâlarını o zaman dönemin Başbakan’ı
Bülent Ecevit, Şaron ile görüşmesi sırasında şöyle diyerek
tekrarlıyordu: “Barış istediğinizi Arap dünyasına inandırın. Aksi
halde Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerini de karşınıza alırsınız.
Ayrıca Türkiye kamuoyunda da İsrail’e karşı olumsuz tepkiler oluşur.
İlişkiler zedelenir.”
Üçlü koalisyon döneminin ardından yapılan 3 Kasım 2002 seçimleri ile
birlikte AKP Hükümeti İsrail ile ilişkilerini, önceki dönemlere göre
“soğuk” yada “hafif” olarak tanımlanabilecek seviyede düşürdü. Buna
soğukluk politikası denilmektedir. Bu kapsamda birkaç örnek olarak
aşağıdaki olaylar meydana gelmiştir:
- AKP Hükümeti’nin başlattığı yolsuzluk operasyonlarının ucu
yahudilerle işbirliği içinde olan kesimlere dayandı. (Ama orada kaldı.)
- Bazı özelleştirmelerde ve ihâlelerde İsrail şirketleri elendi. (Ama
sonra bazıları geri verildi.)
- Türkiye aleyhine olduğu iddiasıyla İsrail’in Kuzey Irak’taki
faaliyetlerinden ötürü Dışişleri Bakanlığı nota verdi ve İsrail’deki
büyükelçi geri çağrıldı. (Ama sonra geri gönderildi.)
- Manavgat Şelâlesinin mülkiyetiyle birlikte satılması projesi askıya
alındı. (Ama sonra tekrar başlatıldı.)
- İsrail-Türkiye arasındaki uçuşlarda MOSSAD koruması reddedildi.
(Ama sonra izin verildi.)
- Türkiye’ye gelen Şaron’un yardımcısı Ehud Olmert ile görüşmedi.
(Ama sonra onun yerine Abdullah Gül görüştü ve memnun kalmış olarak
gönderdi.)
- Kasım 2003’te Türkiye’ye gelen Şaron’a Erdoğan tarafından randevu
verilmedi. (Ama onca yalvarmalardan, ricalardan, peşkeşlerden ve
özürlerden sonra onu bizzat kendisi dâvet etti.)
- Erdoğan, Ğazze’deki katliamları ve Şeyh Ahmed Yâsin’in
katledilmesini, “devlet terörü” olarak tanımladı (Ama sonra zillet ve
utanç ile birlikte lafını yutmak zorunda kaldı.)
İşte bu sahte tepkilerden ibâret olan bu soğukluk politikası, esâsen
AKP’nin değil Amerika’nın rahatsızlığından kaynaklanıyordu ve Amerika bu
rahatsızlığını, bu politika ile gidermeye çalıştı. Aksi takdirde
Türkiye’ye kök salmış İsrail’e, AKP gibi bir yeni-yetmenin kafa tutması
söz konusu olamazdı.
Bu kısa girişten sonra, Recep Erdoğan’ın uzun bir süredir beklenen,
Şaron’un gözlerini yollarda bırakan ve nihâyet 1-2 Mayıs 2005
tarihlerinde gerçekleşen İsrail ziyâretinin içeriğini ve sonuçlarını
değerlendirmeden önce, AKP Hükümeti’nin İsrail ile yaşadığı soğukluk
politikasının perde arkasını kısaca analiz etmek gerekmektedir ki 1-2
Mayıs’taki menfur ziyâretin maksadı daha net anlaşılabilsin.
İsrail’in Türkiye’nin laik devlet için önemi gözardı edilemez
derecede yüksektir. İsrail, Filistin topraklarını işgâl ederek 1948’den
kurulduğu zaman, dünya devletleri arasında onu ilk tanıyan ülke Türkiye
olmuştu. Zaman içerisinde giderek gelişen ve derinleşen ilişkilerin bu
sür’atinde bazı önemli etkenler rol oynuyordu.
Birincisi; Türkiye’deki sabetayist güçtür.
Türkiye’nin temelini kuranlar, tüm stratejik sektörlerini ve konumlarını
ele geçirenler ve ülkenin siyâsetini ve geleceğini önemli ölçüde
belirleyenler, özellikle sabetayistlerdir. Bunlara “yahudi dönmesi” veya
eski adıyla “avdetî” de denilmektedir ve 1492’de İspanya’da ve
Portekiz’de zulüm gören yahudilerin Osmanlı’ya sığınmasıyla gelenlerden
birinin çizdiği alt bir inanç sisteminin mensuplarıdır. En önemli ve
güçlü kalmalarını sağlayan en dikkat çekici özellikleri, aslen yahudi
şeklen Müslüman olmalarıdır. Bir diğer ifadeyle kendilerini gizleyerek
hareket etmek en belirgin vasıflarıdır. Bu nedenle kim oldukları, ne
yaptıkları, ne kadar güçlü oldukları tam olarak kestirilememektedir.
Amerika, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kabuğundan çıkıp
devletlerarası sahneye birinci devlet olarak dalınca, İngiltere, Fransa,
İspanya, Hollanda ve Portekiz gibi dönemin sömürgeci devletlerinin
hegemonyası altında bulunan beldeleri onların nüfuzlarından çıkarmak
üzere yoğun çaba harcadı. Bu esnada genellikle “bağımsızlık”,
“milliyetçilik” “kurtuluş” ve benzeri sloganları kullanıyordu.
Amerika’nın diğer devletlerin nüfuzundan kurtararak kendi hegemonik
haritasına dahil etmek istediği beldelerden biri de Türkiye idi.
Ne var ki Türkiye, özellikle İngiliz yanlısı sabetayist tâifelerin
istilası altındaydı ve tüm güç merkezlerini onlar ellerinde
tutuyorlardı. Amerika, bu çarka çomak sokup döngüyü kırmada bir türlü
başarılı olamadı. 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda harcadığı tüm emeklere
karşın nüfuzunu sızdıramadı. Amerika’nın elde ettiği siyasal iktidarları
değiştirmekten ve güç sahiplerini bazılarını satın almaktan öteye
geçemedi. Bunun üzerine bir taraftan yönetimdeki şahısları değiştirmek
için yoğun çaba sarf ederken diğer taraftan gerçek güç sahibi olarak
gördüğü İngiliz yanlısı sabetayistleri isimleri ve aileleri ile birlikte
deşifre ettirmeye başladı. Karşı taraf da Amerikancı olanları deşifre
etmeye başladı. Deşifre savaşlar bir müddet hızlı bir tempoyla sürdü.
Dolayısıyla yayın piyasasında, o güne kadar parmak adedince bulunan
Sabetayistler hakkında kitaplardan geçilmez oldu. 28 Şubat olayı Amerika
için gerçekten ibretlik bir ders oldu. Çünkü o güne kadar şahıslar ve
illegal unsurlar üzerinden politika icra etmeye çalışan Amerika, bunun
tehlikeli ve faydasız olduğunu, asıl hedef seçilmesi gereken şeylerin;
şahıslar değil kurumlar, illegal yapılanmalar değil reform yasaları,
anlık gâyeler değil köklü şiarlar olduğunu kavradı. Çünkü İngilizler,
politikalarını “kişileri ve kurumları İngiliz kültürüyle kültürlendirme”
esası üzerine kurarak uzun vâdeli plânlar yaparken, Amerikalılar ihtiyaç
duydukları şahısları “satın alma” yolunu seçiyorlardı. Buna da paraları
yetmiyor, üstelik zayıf bir bağlantı oluyordu. İngilizler ise mâliyeti
düşük getirisi güçlü olan bir üslup uyguluyorlardı. Aksi takdirde
10-20-30-40-50 yıllık uşakların ve ajanların kendisine olan sadâkatini
nasıl kazanabilirdi ki?
Amerika’nın uğraştığı ve halen uğraşmakta olduğu bu sabetayist
grupların politik olarak en önemli özelliği, İsrail ile sıkı bağlarının
ve sıcak ilişkilerinin bulunması ve fanatik İngiliz yanlısı olmalarıydı.
Nitekim İsrail, Türkiye’de aldığı ihâleleri, imzaladığı anlaşmaları,
satın aldığı şirket ve arazileri ve diğer birçok maslahatlarını bu
sabetayist sayesinde elde edebiliyordu. Aralarındaki bu bağlantıda ana
bağlantı noktası ise Türkiye’deki yahudi eksenli odaklar ile Türkiye’den
çeşitli zamanlarda İsrail’e göç etmiş ve sayıları yüz bini bulan
göçmenler idi. Zaten 28 Şubat’ın mimarları ve infazcıları da
bunlardandır ve kendilerini “Kuvvâ-i Milliyyeciler” veya “Birinci
Cumhuriyetçiler” olarak tanımlamaktadırlar. Bugünlerde bolca
“ulusalcılık” nârâları atmaktadırlar. Karşı gruba ise
“İttihad-Terakkiciler” veya “İkinci Cumhuriyetçiler” denilmektedir.
Amerika’nın AKP iktidarını destekleyerek politikalarını onun yardım
ve çabalarıyla gerçekleştirmesi, Türkiye’deki İngiliz nüfuzunu kırmaya,
hatta mümkünse def etmeye yönelik olarak 28 Şubat sonrası belirlediği
strateji ekseninde olmakla birlikte, bunun bir diğer boyutu da
İngilizlerin güdümünde ve İsrail ile sağlam ilişkileri bulunan bu
sabetayistlerin etkinliğini kırmak ve İsrail’e “hafif tepki” tonunda
karşı koymaktı. Çünkü İsrail, Amerika’nın uğraşlarına ve öfkesine
uğrayan bu tâife ile olan bağlarını koruyor, onları faydalandırmak ve
onlarla faydalanmaktan geri durmuyordu. İşte bu vakıa, AKP Hükümeti’nin
2004’ün sonbaharına kadar sürdürdüğü “soğukluk” politikasının temel
gerekçesi idi.
İkincisi; Liderliği Amerika ve İngiltere’nin büyük
devletlerin İsrail’i yadsınamaz bir boyutta destekleyerek kollamaları ve
onun da aldığı bu dayanak ile şımarık ve haşarı tavırlarda bulunması,
hatta kimi zaman ardında bulunan devletleri bile umursamamasıdır.
Aleyhinde alınan onca Birleşmiş Milletler kararının hiçbirine uymaması,
silahsızlanmaya yönelik anlaşmaları imzalamaması, kitle imha silahlarını
kayıtsız kalınamaz derecede artırması, Fransa ve kimi zaman da Rusya’ya
kafa tutması, devletlerarası örfleri hiçe sayarak dahili ve harici
cürümlere karışması, verdiği sözlerin ve vaatlerin birçoğundan cayması
gibi… Bu umursamaz ve serkeş tavırlarından bir örneği de Kuzey Irak’ta
yaşanmaktadır. Kuzey Irak’taki Kürtler arasında öne çıkan ve diğer
mazlum ve Müslüman Kürtleri despotça egemen olmayan çalışan üç grup
vardır. Bunlar; Amerikan uşağı Talabâni’nin Kürdistan Yurtseverler
Birliği, İngiliz uşağı Barzânî’nin Kürdistan Demokratik Partisi ve
üçüncüsü de asıl adı PKK, sonraki adı KADEK olan ve şimdiki adı da Halk
Kongresi anlamına gelen Kongra-Gel’dir. PKK adı altındayken liderliğini
Bekaa’da bulunan Abdullah Öcalan yürütüyordu ve o dönemde Amerika’nın
güdümündeydi. Amerika, Türkiye’de nüfuz elde etmek üzere izlediği 28
Şubat öncesi politik strateji gereğince desteklediği ve iç politikanın
seyrine göre şiddetini artırıp azalttığı illegal unsurlardan biriydi. 28
Şubat sonrası stratejide illegal unsurların tasfiyesi gündeme gelince;
Amerika Suriye üzerinden PKK’ya verdiği desteği çekerek Rusya, İtalya,
Yunanistan turlarının sonunda Kenya’ya gelen Öcalan’ı orduya bir jest ve
iyi niyet göstergesi olarak teslim etmişti. Bundan sonra örgüt
içerisinde hem askeri hem siyâsi hem de mâli kanatlarda sarsıntılar ve
krizler baş gösterdi. Örgüt-içi hesaplaşmaların şiddeti giderek arttı ve
nihâyetin 2004 yılı başında örgüt içindeki karşı gruplardan biri,
Abdullah Öcalan’ın kardeşi olup Amerika ile birlikte çalışan Osman
Öcalan ve tâifesi örgütten kovuldu. Osman Öcalan, bu olaydan sonra yeni
Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin bölgesi olan Musul’a giderek yeni bir
siyâsî hareket başlattı ve şu sıralar gelişme aşamasındadır. İşte Osman
Öcalan grubunu örgütten atarak Amerikancı ekibi uzaklaştıran, sonra da
örgütü yeniden canlandırmaya çalışarak önceden ilan edilmiş tek taraflı
ateşkesi bozan, Türkiye’ye karşı yeniden eylemler başlatıp AKP
Hükümeti’nin başını ağrıtan ve iç politikadaki Amerikan karşıtlarının
eline malzeme vererek “milliyetçilik” kıvılcımının ateşlenmesine katkıda
bulunan, böylece Ümmetin evlatları arasına yeniden fitne tohumları
saçmaya çalışan ve gerilla tecrübesinden mahrum eski bir milletvekilinin
liderliğine düşecek kadar zaafa uğrayan, buna rağmen varlığı ısrarla
sürdüren, İngiliz uşağı Barzânî’nin bölgesinde yerleşik altında bulunan,
Türkiye’nin yalvarışlarına rağmen KDP tarafından “Irak’taki
istikrarsızlık” bahane edilerek korunan ve yakın zamanda Irak’taki
Amerikan varlığının da başını ağrıtabilecek olan işte o tâife,
yahudilerin güdümünde olan İngiliz yanlısı tâifedir! AKP Hükümeti’nin
2004’ün sonbaharına kadar sürdürdüğü “soğukluk” politikasının ikinci
temel gerekçesi de işte bu vakıa idi.
Dolayısıyla hedef esasen AKP değil, AKP’nin yörüngesinde seyrettiği
Amerika idi. Çünkü bu her iki temel vakıa da Amerikan maslahatlarının
aleyhine idi. Böylece Amerika, AKP Hükümeti’nden İsrail’i bu iki hususta
dizginlemek üzere bir soğuk rüzgâr estirmesini istedi. Böylece hem
İsrail’i Amerikan karşıtlarıyla olan ilişkilerini sarsarak kendi
tarafına çekmek, hem bol miktarda jestler ve ayrıcalıklar sunabilecek
uygun bir atmosfer hazırlamak, hem de bu arada Türkiye’nin Büyük
Ortadoğu Projesi çerçevesinde biçilmiş “model ülke” vasfını kuşanmasına
imkân verecek bir kamuoyu desteği kazandırmak istedi. Model ülke vasfını
kazandırmanın vesilesi, Müslümanların özellikle Arap Âleminin benzerini
duymaya pek alışık olmadığı, hayranlık uyandırıp takdirler toplayan,
hatta Cuma hutbelerinde övgüler yağdırılmasını sağlayan ağır laflar sarf
etmek iken, İsrail’i İngiliz yanlılarından uzaklaştırmak üzere yapılan
jestler ve sunulan câzip tekliflerin bahanesi, “yahudilerin incinmiş
olması”, “gönüllerinin alınması” ve “ilişkilerin onarılması” için o sarf
edilmiş lafların geri yutturulması idi. Böylece bir taşla üç kuş
vurulmuş olacaktı.
Recep T. Erdoğan’ın 1-2 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirdiği ziyâretin
aslı astarı işte budur! Ziyâretin öncesinde, esnâsında ve sonrasında
yaşananlar, bunu açıkça doğrulamaktadır. Velev ki Erdoğan ve tâifesinin
belki de hayatlarında hiç düşmedikleri kadar derin bir çukura düşerek
yüz kızartıcı birçok şekilde aşağılanmalarına yol açmış olsa da!..
Ziyâretin içeriğine geçmeden önce zamanlamasına ve ziyâret öncesi
gerçekleşen tavırlara göz atmak gerekmektedir. Erdoğan, ziyâretini
gerçekleştirmeden birtakım ön hazırlıklar yaptı. Bunlar temaslar ve
peşkeşler şeklinde tezâhür etti. Temaslara gelince;
Erdoğan, önce dört yardımcısını, sonra kendi ifadesiyle “Başbakan’ın
ziyâretine zemin hazırlamak” üzere Ocak ayında Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül’ü, Mart ayında da Adâlet Bakanı Cemil Çiçek’i yahudi
varlığını ziyârete gönderdi. Haziran’da da Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ı
gönderecektir. Kendisi de Ocak ayında Davos’ta ve Şubat ayında Şarm-uş
Şeyh toplantısında İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom ile ve Mart
ayında da Madrid’de İsrail Başbakan yardımcısı Şimon Peres ile bizzat
görüştü. Tüm bunlar, Erdoğan’ın sözleri ve tavırları ile yahudileri
incitmesinden ötürü, onların gönüllerini almaya ve Erdoğan’ın ziyâreti
için onları ikna etmeye yönelik ziyâretler ve temaslar idi. Bununla da
yetinmeyen Erdoğan, ziyâretinden önce yahudilere bazı jestlerde
bulunarak yahudilerin Allah tarafından mühürlenmiş kalplerini yumuşatmak
istedi. Bu jestlerin en bâriz olanları şunlardı;
- Şubat ayında Ankara’ya gelen İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe
Yalon’un, Türkiye Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşmesi
sırasında ilk kararı alınan istihbârat amaçlı casus uçaklarının satın
alınmasına ilişkin 200 milyon dolarlık anlaşma 18 Nisan’da imzalandı.
Oysa bunların alım ihâlesi geçen yıl yapılmış ve sonra “öz kaynaklar
ile üretmek mümkündür” denilerek vazgeçilmişti. Peki, şimdi öz
kaynaklara ne oldu da söz konusu ihâle yeniden yahudilere verildi?
- Bir yıldır ara verilmiş olan 170 adet M60 tankının yaklaşık 700
milyon dolarlık modernizasyon projesi de 27 Nisan’da imzalanan anlaşma
ile yeniden başlatıldı.
- Yine 27 Nisan’da TOBB [Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği]
tarafından “Türkiye-İsrail-Filistin Ekonomik İşbirliği için Ankara
Platformu”nun birincisi düzenlendi ve Türkiye ile İsrail’in ticâret
odalarından ve Filistin’den bazı temsilciler katıldı. Toplantıda her üçü
arasındaki ticârî ve ekonomik işbirliği alanları tespit edilerek
ön-çalışmalar hazırlandı. Böylece Erdoğan’ın ziyâreti sırasında
yahudileri memnun etmek için ikram edeceği finansal jestlerin çerçevesi
çizilmiş oldu. Bu platformun ikinci toplantısı da Haziran ayında Doğu
Kudüs’te toplanacak ve ziyâret sonrasındaki gelişmeler değerlendirmeye
alınacaktır.
Diğer taraftan hiç utanmadan, başörtüsünü moda olduğu için taktığını
söylediği kızının mezuniyet törenine katılmak üzere Haziran’da gideceği
Amerika’da görüşmek istediği George Bush’un kendisine yaklaşık iki
aydır, “Önce İsrail’e git, ilişkileri ısındır” gerekçesiyle
randevu vermemesi de onu âcilen İsrail ziyâretini gerçekleştirmeye
zorladı. Hatta Müslüman Türkiye halkının kendisinden şiddetle nefret
edeceğini bile bile ve yakın çevresinin “yanlış zamanda yanlış bir
ziyâret” şeklindeki uyarılarına karşın yahudi varlığına koştu.
Ziyaretten önce İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom bir açıklamasında “Bizim
işlerimize karışma!” diyerek tehdit ettiği, bir başka açıklamasında
da “Filistin konusunda hiçbir devlet bize ne yapacağımızı söyleyemez”
diyerek hor gördüğü halde dahi ısrarla gitti.
Erdoğan’ın 2 milyar dolar olduğunu iddia ettiği ama gerçekte sadece
savunma alanında 1.4 milyar doları bulan ve toplamda 3 milyar doları
geçen ticâret hacmini geliştirmek ve 1996’da hâin askerî anlaşmaların
imzalanmasıyla başlatılan “stratejik ortaklık” ilişkisini genişletmek
üzere siyâsî, askerî, savunma, istihbârat, ekonomik, enerji, turizm ve
ticâri alanlarda olmak üzere birçok anlaşma imzalanıp çalışmalar
başlatıldı. Meselâ;
- 1997’de imzalanan Serbest Ticâret Anlaşması’nın devamı
niteliğindeki Türkiye-İsrail Sanayi Araştırma ve Geliştirme İşbirliği
Anlaşması.
- Ortak Savunma anlaşmaları ve gizli olanlar hariç, ek olarak 17
ortak askerî proje çalışması. Bu maksatla Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün
iki gün daha yahudi varlığında kalması kararlaştırıldı.
- Anti-terör sistemleri çalışması ve terörizme karşı ortak mücâdele
kararı. Bu kapsamda, karşılıklı personel değişimi ve ortak tatbikat
kararı. Erdoğan ile Şaron arasında doğru iletişim sağlamak ve istihbârat
alışverişini yoğunlaştırmak üzere özel telefon hattı çekilmesine ilişkin
anlaşma.
- “Arrow 2” ve “Popeye 2” Füzeleri Anlaşması. Üç insansız hava araç
sistemi, 10 gizli takip donanımı ve yer kontrol istasyonları içeren
İstihbârat Sistemi Anlaşması. Yaklaşık 500 milyon dolarlık, 30 adet
olduğu iddia edilen ama gerçekte 48 adet olan F4 Phantom savaş uçağının
Modernizasyonu Anlaşması.
- Daha önce Enerji Bakanı Hilmi Güler’in gizlice yaptığı İsrail
ziyâreti sırasında ele alınan Manavgat Şelâlesi’nin mülkiyetiyle beraber
satılması meselesi ile birlikte, özellikle Rusya üzerinden gelen akım
dâhil olmak üzere petrol, doğalgaz ve elektrik nakliyatını içeren Enerji
Koridoru kurulması.
- 300.000’i bulan arsız, hayâsız, kepaze yahudi turist sayısının daha
da artırılmasına yönelik işbirliği çalışması.
- Yahudilerin harap ettiği Ğazze’nin Türk firmalar tarafından yeniden
inşa edilmesini de içeren inşaat sözleşmeleri.
- Ayrıca Şaron’un Erdoğan ile görüşmesinden sonra sarf ettiği “Çok
acayip şeyler duydum” cümlesinin içeriğinde gizli bulunan, Ümmetin
bilmeyip de Allah’ın bildiği daha niceleri!..
Bununla da yetinmeyen Erdoğan, güyâ yahudi şapkası kippayı takmamakla
övündüğü halde, yahudilerin soykırım müzesine gidip oradaki ayine
iştirak etti, hahamın duasına katıldı. Duygulu anlar yaşadı. Üzüntüsünü
yazıya geçirdi. O kadar ki bir de Burak Duvarın’na (Ağlama Duvarı’na)
gidip ağlamadığı kaldı!
Gider gitmez Türkiye’nin barış sürecine önem verdiğini, arabulucu
olmaya hazır olduğunu söylemeye başladı. Türkiye’yi “barıştırıcı”,
“uzlaştırıcı” ve “arabulucu” olarak tanımladı ve şöyle dedi: “Biz
bunun için yaratılmışız.” Oysa ziyâreti esnasında yahudi çeteleri
Filistin’in Müslüman evlatlarıyla çatışıyordu. Böylece, geçen yıl
“devlet terörü” diyerek çıkıştığı İsrail’in devlet terörünü “resmen”
tanımış, onaylamış ve desteklemiş oluyordu. Abdullah Gül’ün ziyareti
sırasında ortak askeri tatbikat yapma kararı bile alınmıştı! Zâten
Abdullah Gül de “barış ve arabuluculuk” maksadıyla yaptığını iddia
ettiği ve barış için uygun bir fırsat ortamı oluştuğunu iddia ettiği
Ocak ayındaki ziyâreti esnasında yaşları 11-17 arasında olan 9 Müslüman
Filistinli genç, yahudiler tarafından katledilmişti. Fakat şu da var ki;
İsrail ile iyi ve yüksek düzeyde ilişkiler kurmak aslında hem AKP, hem
de hükümet programında yer alıyordu. Hatta o kadar ki İsrail’e yakın
çevreler arasında Türkiye-İsrail ilişkileri kaba bir tabirle “metres
alâkası” şeklinde tanımlıyordu.
Üstelik henüz ziyâretini tamamlamamış iken, Şaron ile görüşmesinden
hemen sonra kendisiyle görüşeceği İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom,
İsrail Radyosu’na yaptığı açıklamada “Türkiye’nin arabuluculuk
teklifini reddediyoruz.” diyerek onu henüz oradayken onu
tersliyordu.
Yahudi Cumhurbaşkanı Katzav ile görüşmesinde, “Bölgede barışı
arıyoruz, onun için buradayız. Ortadoğu’da huzuru sağlamak elinizde”
deyince yahudi de “Haklısınız ama, rahat durdurmuyorlar”
diyerek Filistinlileri suçluyordu. O ise buna hiçbir cevap veremiyor,
hatta Türkiye Cumhurbaşkanı Sezer’in kendisini Türkiye’ye çağıran
dâvetini iletiyordu.
Daha da kötüsü Şaron Erdoğan’ı bilmezden, tanımazdan geliyordu.
Erdoğan olduğu düşüncesiyle onun taifesinden biriyle tokalaşıp onunla
birlikte yürümeye başlıyor, sonra birisi gelip de kendisini uyararak
yanındakinin Erdoğan olmadığını söyleyince, bu defa Erdoğan’ın yanına
gidip onunla tokalaşıyordu. Erdoğan da ona icâbet edip yanında boynu
bükük yürüyordu! Yine de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıp
bozuntuya vermiyordu. Oysa yahudi kâtil, açıkça onu aşağılıyor, göz göre
göre alay ediyor, önceki yıl randevu vermemesinin intikamını kıs kıs
gülerek alıyordu! Yine de Erdoğan, “Sizi en yakın zamanda Türkiye’de
görmek istiyorum.” diyerek Şaron’u Türkiye’ye dâvet ediyordu!
Bunlardan daha da utanç verici olan şeye gelince; Erdoğan ve
arkadaşları, Allah’ın emri olan başörtüsünü takmış olan hanımlarını alıp
yahudilerin pis koltuklarında oturtuyor, Müslümanların namusu olan o
başörtülü kadınları mel’un yahudilerle tokalaştırıyorlardı! Erdoğan,
sırf Allah’ın emrine icâbet ederek başlarını örten Müslümanların
hanımları, okullara ve üniversitelere girebilmek için başlarını açmaya
zorladığı, başlarını açmayı reddederek Allah’ın emrine itaat eden
binlerce iffetli Müslüman hanımı eğitim haklarından mahrum ettiği
yetmemiş anlaşılan.
Sonra Erdoğan ve tâifesi, yahudi varlığında 30 saat kaldıktan sonra 3
saatliğine İsrâ’ ve Mi’râc toprağına varınca da Allah ve Rasulü’nün
düşmanlarının koruması altına girdi. O korumasına güvendiği yahudiler;
mâsum çocukları katleden, kadınları dul bırakan, korkaklık ve alçaklık
ile damgalanmış, Mekke ve Medîne ile birlikte Müslümanların mukaddes üç
mekânından biri olan Kudüs’ü işgâl edip talan etmiş, hatta Allah’ın
peygamberlerini bile katletmiş âdi ve lanetlenmiş bir kavimdir. İşte
Erdoğan, Müslümanların mukaddes mekânlarını kirletmeden önce o mel’un
yahudiler; Erdoğan’ın güvenliğini sağlamak ve hak sözü işitmesini
engellemek üzere mü’min gençlerden yirmiden fazlasını gözaltına aldı.
Geçen yıl aynı şekilde gelen Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed el-Mâhir de
mü’min gençlerin hışmına uğramış ve ölüm spazmı geçirmişti. Ocak ayında
gelen Abdullah Gül de aynı âkıbete uğramasın diye yahudi güvenlik
çeteleri yine o mü’min gençlerden birçoğunu önlem olarak gözaltına
almıştı. Tâ ki Ümmeti çaresiz ve yardımsız bırakan, orduları kışlalarına
zincirleyen, Allah ve Rasulü’nün düşmanlarıyla tokalaşıp Ümmetin
geleceği ve servetleri üzerinde pazarlıklar yapan, küfre kapılarını
ardına kadar açıp tüm imkânları onlar için seferber eden, onların
cürümlerine suskun kaldıkları gibi ses çıkaranları da zindanlara atan bu
yöneticiler; âkıbetlerinin bu dünyada ve Âhirette nasıl olacağını hiç
işitmesinler.
Genel hatlarıyla Erdoğan’ın ziyâreti ve arka plânı işte böyledir. Tüm
bunlardan sonra kısa sonuçlar halinde hatırlamak gerekirse;
1- Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkileri ve bağları AKP Hükümetinin
kontrol edemeyeceği, engelleyemeyeği ve yok edemeyeceği kadar güçlü ve
köklüdür.
2- Bununla birlikte AKP Hükümeti’ni, İsrail’e karşı soğukluk
politikasıyla mesâfeli davranmaya sevk eden Amerika’dır ve bu, İsrail’in
Türkiye arenasında kendi çıkarlarını ön plânda tutarak Amerika’nın
rahatsız olduğu girişim ve tavırlarda bulunmasından kaynaklanmaktadır.
3- Soğukluk politikasını sona erdiren husus; İsrail’in Türkiye
sahasında Amerika lehine hareket etmesini sağlayacak jestlerin ve
ayrıcalıkların verilmesiyle ikna olacağına dâir kanaatin Amerika ve AKP
ileri gelenleri nezdinde güçlenmesi ve buna mukâbil İsrail’den bu yönde
sinyaller alınmış olmasıdır.
4- Ziyâretin zamanlaması ise, Amerika’da Kasım 2004’te yapılan
başkanlık seçimlerinde Bush’un ikinci kez seçilmesinden sonra,
Ortadoğu’da barış adı altında Yol Haritası Plânı’nın ve buna paralel
olarak Türkiye’nin model ülke olmasının öngörüldüğü Büyük Ortadoğu
Projesi’nin uygulanmasına yönelik eğilimlerin baş göstermesinden sonra,
Amerika’nın AKP Hükümeti’ne İsrail ile olan ilişkileri derhal
kuvvetlendirme tâlimatı vermiş olmasıdır. Üstelik Türkiye halkının
şiddetli nefret edip tiksineceğini, hatta önümüzdeki seçimlerde ciddi oy
kaybına uğrayacağını bile bile!…
5- Erdoğan’ın imzalayıp peşkeş olarak sunduğu anlaşmaların, özellikle
savunma ve güvenlik alanlarında yapılan çalışmaların Amerika’nın ileri
dönem plânları ile doğrudan alâkası vardır. Nitekim proje aşamasındaki
Arrow II Anti-Balistik Füze Programı, Amerika’nın Türkiye, İsrail,
Ürdün, Mısır ve muhtemelen Irak’ı dâhil edeceği Füze Kalkanı Projesi’nin
bir parçasıdır. Çünkü füze sistemleri konusunda, Amerika ve İsrail başı
çekmektedir. Üstelik yapılan stratejik işbirliği ve karşılıklı
anlaşmaların tamamına yakını, 1996 Anlaşmalarının geliştirilmiş yeni
versiyonu yada onların devamı niteliğindedir. Bu da 1996 Anlaşmalarını
yaptıran İngilizlere karşı bir manevra olarak algılanabilecektir.
6- Erdoğan’ın bunca zillet, rezâlet ve ihânetlere rağmen, politik
olarak ve yörüngesinde seyrettiği Amerika açısından oldukça başarılı bir
ziyâret gerçekleştirdiği söylenebilir. Zîra ziyâret sırasında İsrail’den
alınan sözler ve vaatler yerine gelirse, -ki bu durumda İsrail,
Türkiye’de İngilizleri terk edip Amerika’ya yanaşacaktır- Amerika,
kendisini rahatsız eden önemli bir engelden kurtulmuş, hatta güçlü bir
desteğe kavuşmuş olacaktır. Fakat yahudilerin ikiyüzlü ve dönek
karakterleri gözönünde bulundurulduğunda, pek de sağlıklı bir alış-veriş
yapılmadığı, yahudinin bunca peşkeş ile kesinlikle tatmin olmayacağı,
daha fazla verilmediği an veya daha fazlasını veren çıktığı an, gerisin
geriye dönüp kendisine koşanları yarı yolda bırakacağı daha kesindir!
Bu kadar utanç verici, yürek parçalayıcı, içler acısı vakıadan sonra;
fedâkâr, cefâkâr, vefâkâr ihlaslı sâdık mü’minler rahatlayıp
ferahlasınlar, azimlerini ve sebatlarını artırsınlar, Allah’a ve
Rasulü’ne düşmanlık besleyip İslam Ümmeti’ne ihânet ederek yahudilerin
yanlarına koşanlar da ibret alıp dehşete kapılsınlar diye Buhârî’de
geçen Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in şu yüreklere su serpen mübârek müjdesini hatırlatmakta
şüphesiz hayır vardır:
Muhakkak ki Müslümanlar ile Yahudiler topyekün savaşmadıkça Kıyâmet
kopmayacaktır. O savaşta öyle olacak ki Müslümanlar (taş üstünde taş,
gövde üstünde baş bırakmayarak) Yahudileri öldüreceklerdir. Öyle ki
Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da taş veya ağaç; “Ey
Müslüman, Ey Allah'ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür
onu!” diye haber verecektir. Sadece Ğarkad Ağacı müstesna. Çünkü o,
Yahudilerin ağaçlarındandır.
|