|
“Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler
(dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona
misilleme olacak kadar saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah
müttakîlerle beraberdir.” (Bakara 194)
|
Kafirler haram aylarında Müslümanlara saldırınca,
Allah; Müslümanlara da haram aylarında onlara saldırma hakkını verdi.
Haram aylar; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep’tir. Araplar
aralarında örf olarak bu aylarda savaşmıyorlardı, kimseye
dokunmuyorlardı. Buna rağmen, bu ayların başlangıcı ve sonlarında hile
yapıyorlardı. Kendileri saldırınca haram ayı daha girmedi derlerdi.
Kendilerine saldırılınca da haram ayı başladı diye iddia ederlerdi.
Araplar, biri haram aylarda saldırı yapınca saldırı
yapan kişiyi, devleti veya kabileyi ayıplıyorlardı. Kamuoyunu onun aleyhine
çeviriyorlardı, kabileler arası kınanıyordu ve teşhir ediliyordu. Artık,
onunla ilişki kesilir veya soğuk olurdu.
Bu asırda, bir devlet devletler arası hukuka
muhalefet ederse dünya kamuoyu onun aleyhine çevriliyor. O devlet
kınanıyor, ona ambargo konuluyor ve onunla ilişki sarsılıyor. Araplar
aralarında haram aylarının haklarını çiğneyen kimseye karşı böyle
yapıyorlardı. Ancak, bu asırda BM büyük devletlerin elindedir. Ne
yaparsa yapsın kimse onlara bir şey yapamaz. Veto hakkına sahip olan
devletlerin dışındakiler cezalandırılır, ancak onların himayesi altında
ise kimse ona dokunamaz. Filistin’i gasp eden Yahudi varlığının büyük
devletlerin himayesinde olduğu gibidir ki, kimse ona dokunamaz.
Bu nedenle, BM’in düzeni bozuktur ve temeli batıldır;
esas olan hiçbir devlete veto hakkı verilmemesi, herhangi bir devlet
devletlerin kabul ettikleri örflere aykırı gelince bütün devletler
tarafından kınanması, gerekirse onunla ilişkilerin kesilmesi ve buna benzer
caydırıcı müeyyideler uygulanmasıdır. Fakat o devlete karşı saldırmak için karar
alınmaz.
Resûlullah (sav) devleti kurunca haram aylarda savaş
yapılmıyordu, bu aylara hürmet vardı. Çünkü Allah-u Teala o dört ayı
haram aylar olarak saydı ve bu aylara hürmet edilmesini istedi. Ama
kafirler söylediğimiz gibi hile yapıyorlardı, Müslümanlara
saldırıyorlardı veya eziyet ediyorlardı. Bu durumda Allah-u Teala
Müslümanlara misilleme yapma hakkını verdi. Kafirler size haram
aylarında saldırınca ve eziyet edince sizde aynısını yapın dedi. Aynı
anda Takvayı emretti: Allah'tan korkmak, emrine uymak ve nehyinden
vazgeçmektir.
Bu siyakta; Ayetlerin seyrinde takvayla emir gelince
onun manası; biz misilleme yaparken haddi aşmayacağız ve ancak bu şekilde
takvalı oluruz. Takvalı olduğumuz zaman Allah bizimle beraber olur, bize
yardım eder, düşmanlarımıza karşı bizi galip getirir veya onları
herhangi bir şekilde yenilgiye uğratır. Takvalı olmayınca bizi kendi gücümüze
bırakır ve herhangi bir insan gibi oluruz.
Müslümanlar bu gerçeği idrak etmeliler; eğer takvalı
olurlarsa Allah onlarla beraber olur, er veya geç olanları galip
getirir. Takvalı olmayınca karşı taraf gibi olurlar; güçleri daha fazla
olursa galip gelebilirler, değilse mağlup olurlar.
Bu asırda, İslam dünyasındaki devletler takvalı
olmadığı için karşı taraf gibi oldular. Karşı taraf onlardan daha güçlü
olduğu için mağlup oluyorlar. Ama, takvalı olsalardı; Allah’ın emrine
göre hareket etselerdi, güçleri zayıf olsa bile kafirlere galip
gelebilirlerdi. Eskiden İslam Devleti döneminde, Müslümanların gücü
düşmanların güçlerinden çok defa daha zayıf idi, buna rağmen Müslümanlar
galip geliyorlardı. Bu bir gerçektir. Müslümanlar bu gerçeğe
sarılmalıdır ki muzaffer olsunlar.
Allah’ın izniyle İslam Devleti tekrar kurulup,
Müslümanların bu parçalanmışlığını bitirip onları tek bir halife etrafında topladıktan sonra, var olan BM’in düzenini değiştirecek veya yeni
bir devletler arası kuruluş tesis edecek, onu yalnız İslam’a uygun gelen
devletler arası örflere dayandıracaktır. Veto hakkını kimseye
verdirmeyecek, kuvvete başvurulmayacak, bu örflere muhalefet eden
devletler kınanacak, kamuoyunda teşhir edilecek ve buna benzer edebi
müeyyideler uygulanacaktır.
|
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi
tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah
dürüstleri sever.”
(Bakara 195)
|
Bu ayetin 'Allah uğrunda harcamak'la ilgili bir konuda
nazil olduğuna dair Buhari bir rivayet aktardı. Yine İbn-i Abi Hatim,
İbn-i Abbas, Mücahid ve diğerlerinden şu rivayeti aktardı;
Constantine’ye (İstanbul'a) düşmanlarının saflarını yarmak için
muhacirlerden biri saldırdı, o safları yarabildi. Bazı Müslümanlar şöyle
dediler; Bu Müslüman kendi elini tehlikeye soktu. Ebu Eyub El- Ansari (ra)
bu ordudaydı, onlara şöyle dedi; bu ayet bizim hakkımızda nazil
olmuştu, biz bu ayeti daha iyi biliyoruz. Resûlullah (sav) ile beraber
olduk, gittiği gazveler ve savaşlara katıldık, ona yardım ettik. İslam
yayılınca biz Ensar’lar olarak dedik ki; Allah onun peygamberi (sav)‘ın
arkadaşı olmak için bizi şereflendirdi.
İslam yayılıncaya kadar ona yardım etti, ehli
Müslümanlar çoğaldı çok oldular. Onu ailelerimize, çocuklarımıza ve
mallarımıza tercih ettik; savaş sona erdi, birbirimize; öyleyse ailelerimize ve
çocuklarımıza dönelim ve onların arasında ikamet edelim dedik. Bundan dolayı bizim hakkımızda bu ayet nazil oldu. Böylece
tehlike cihadı terk edip aileler ve çocuklar arasında ikamet etmektir.
Ebu Davud, Tirmizi, Nisai, İbn-i Hamid, İbn-i cerir,
İbn-i Mardeveyh, İbn-i Habban ve Al- Hakun bu rivayeti aktardılar.
Abu İshak Es-Sibii şöyle rivayet etti: Bir adam
sahabe olan El-Berra bin Azib’e şöyle sordu: Eğer ben yalnız düşmanlara
saldırırsam ve onlar beni öldürürlerse, elimi tehlikeye atmış olur muyum?
El-Berra Bin Azib (ra) şöyle dedi:
|
“Allah uğrunda savaş, yalnız kendi zatını mükellef
kıl (zorunlu yap)…”
(Nisa 84)
|
-Öteki ayet (burada tefsirini incelediğimiz, Bakara
195) harcamakla ilgilidir.-
“Tehlike ise; İnsan bir günah işleyince kendi elini
tehlikeye sokmuş olur, ondan sonra tövbe etmez!” (Tirmizi)
İbn-i Abbbas; bu ayet savaşla ilgili değil, Allah
uğrunda harcamakla ilgilidir der. Eğer biri; Allah uğrunda harcamaktan
vazgeçerse kendi elini tehlikeye sokmuş olur. Tehlike Allah’ın azabıdır,
der.
Sahabelerden, Tabilerden ve diğer alimlerden
aktarılan bütün rivayetler şunu gösteriyor ki, bu ayet Allah uğrunda
harcamakla ilgilidir. Allah uğrunda harcamayanlar kendilerini tehlikeye
atmış
veya ellerini tehlikeye sokmuş olurlar. Cihadı terk etmek tehlikeye
atılmaktır, tehlike; Allah’ın azabıdır. Bir Müslüman cihadı terk ederse
ve Allah’ın uğrunda harcamazsa Allah’ın azabını hak etmiş olur.
İşte eli
tehlikeye sokmak veya kendini tehlikeye atmak; cihad etmek, kafirlere
karşı gelmek, zalimlere karşı çıkıp hak sözü söylemek, Hilafet’i kurmak
için faaliyette bulunmak ve bütün insanlara meydan okumak değildir.
Bütün bunları terk etmek kendi eli ile kendini tehlikeye atmaktır. Müslüman bu amelleri terk
ederse Allah’ın azabına maruz kalır.
Bu asırda, düşmanları öldürmek için kendilerini
dinamitle saranlar ve patlatanlar intihar etmiş sayılmazlar, cihad etmiş
sayılırlar ve şehit olurlar. Hiç cihad etmeyenler veya cihadı teşvik
etmeyenler veya onları desteklemeyenler kendi ellerini tehlikeye sokmuş
olurlar.
Allah’ın sözünü yükseltip Hilafet’i kurmak için
çalışanlar, idam edilebileceklerini veya hapse atılacaklarını kesin
olarak bilseler ve buna rağmen çalışmalarında ısrarlı kalsalar; kendi
ellerini tehlikeye sokmuş olmazlar, tersine bu çalışmayı terk ederlerse
ve onun uğrunda harcamaktan vazgeçerlerse kendi ellerini tehlikeye
sokmuş olurlar. Bu şekilde, Allah’ın azabını hak etmiş olurlar.
Bundan sonra Allah-u Teala ihsan edin dedi. İhsan
etmek; iyilik yapmaktır ki bu farzlardan ve bilinen sünnetlerden daha
fazlasıdır. Müslüman gönüllü olarak farzlardan ve gösterilmiş sünnetlerden
fazla yaparsa ihsan yapmış olur, sünnet veya mendup yapmış olur ve o
sevap alır. Fakat kendiliğinden gönüllü şekilde ve fazlalıkla yaparsa
ihsan, iyilik yapmış olur. Allah-u Teala, ihsan edin deyince; yalnız
harcamayı terk edeni kınamakla ve terk edenleri azapla tehdit etmekle
yetinmedi, gönüllü olarak ve seve seve kendi uğrunda harcamaya ve
fedakarlık göstermeye çağırdı. Kendisinin ihsan edenleri sevdiğini ilan
etti. Oysa Müslüman’ın en üstün hedefi Allah’ın sevgisini kazanmaktır.
Farzları yerine getirmemek için mazeret arayanlar
düşünsünler! Allah’ın sevgisini kazanmak isteyen Müslüman mazeret
uydurmaya çalışmaz, gerçek mazeret varsa bile mazeretim yok der,
farzlardan ziyade bilinen sünnetleri yapar ve bundan daha ziyade
kendiliğinden kendine daha fazla sevap kazandıracak ve Allah’ın
sevgisine nail edecek daha fazla harcamada bulunur ve daha fazla
iyilikler yapar. Misal olarak; fitre belli bir miktardır, eğer gönüllü
olarak bunun iki, üç veya dört katını verirse iyilik yapmış olur. Davada
kendisinden istenen işlerden birkaç katını yaparsa ihsan etmiş olur. Bu
nedenle, Hz. Osman (ra) Tebük savaşına gidecek orduyu donatmak için çok
harcadığı için Resûlullah’ı çok sevindirdi ve Resûlullah (sav) ona şöyle
dedi: "Git, ne günah işlersen günahın silinecektir". Bunun manası, yaptığı
ihsan terazi kefesini o kadar ağır yaptı ki, ne günah işlerse o günahlar
fazla gelmezdi. Çünkü, sevaplar katlanır, günahlar katlanmaz, hem de
sevaplar günahları siler.
Allah’ın sevgisini kazanmak isteyenler yarışa
girsinler, yüce Allah’ın şu emrine uysunlar: İhsan edin; Allah sizi sevsin.
Normal şekilde düşmanla çarpışmak farzı yerine
getirmektir, güzel bir şeydir. Fakat, icap ederse kendini düşman üzerine
atmak ihsandır, bu daha güzel ve daha üstündür. Zalim yöneticiye zulmünü
kınayarak mektup veya bildiri göndermek bir farzı yerine getirmek güzel
bir şeydir; fakat direk zalimin yüzüne bunu kınamak ve vurmak ihsandır,
pek güzeldir. Bu nedenle Resûlullah (sav), zalim karşısında çıkıp hak
sözü söyleyip zalim tarafından öldürülürse onu yalnız şehit saymadı,
şehitlerin efendisi olarak saydı.
|