Günümüz
toplumlarda; hayata bakış açısı, hayat tasviri ve milli
gelirin dağılımı (siyasal ve yönetimsel katılım) gibi
kimi nedenlerle, birbirinden farklılaşmış tabakalar
oluşmaktadır. Toplum içerisinde
sayıları sınırlı, siyasi ve ekonomik açıdan çok güçlü
bir kesimin egemenliği altında yaşamlarını sürdüren
büyük insan toplulukları, kendilerini ifade etme bakımından
kelimenin tam anlamıyla
silik kişiliklerden oluşmaktadır.
Bu silik kişilikler,
hemen her toplumsal kesimde özgünlükten uzak, statükocu
kimlikler oluşmasına neden olmaktadır.
Global dünya
şartlarında, insanlığı oluşturan tüm toplumlar; dünyada
egemenliği elinde bulunduran sosyal-siyasal ve ekonomik
çerçevenin nasıl
olması gerektiğine karar veren, sınırlı bir insan grubunun
tayin etmiş olduğu statükoyu (yürürlükte bulunan anlaşma
ve süreci) benimsemekte ve taklit etmektedir.
Kendini ifade etmekten
yoksun, yaşam üzerine aydın bir düşünüşten uzak, hayatı
gözlemlemeden yaşayan, düşünce ve değer yargılarında
hakim ideoloji ve çıkar gruplarını taklit eden toplumsal
tabakalar için statükoculuk; tedavisi güç, derin ve
toplumsal bir hastalıktır.
Bu statükocu anlayış,
maalesef günümüzde Müslüman olduklarını söyleyen fertler
için de geçerli bir durumdur. Bu insanlar bütün
niteliklerine rağmen, yine de geniş halk kitlelerini oluşturan
sıradan etkisiz insanlardır.
İçinde yaşadığımız
toplumda; gelir dağılımındaki aşırı farklılaşma, iğrenç,
ahlaksızlık boyutunun
hat safhaya ulaştığı sosyal hayat, işsizlik, yetersiz gelir
ile yaşam mücadelesi veren, acıları yüzlerinden okunan
milyonlarca insan... İşte bunlar, siyasal ekonomik ve askeri açıdan
her gün belirsizliği artan ve belki de bir yok oluşa sürüklenen
statik yapı karşısında, bütün bunlara neden olan
kapitalist yaşam tarzını bir türlü aşamayan, egemen güçlerin
çizmiş olduğu çerçeve içerisinde şartlanmış, ayrıca bu
durumu kabullenmiş, buna rıza gösteren (İslamcı elit tabaka
da, diğer bütün toplumsal kesimler gibi tümü ile)
statükonun sadık hizmetçileri
konumundadırlar.
Halbuki;
İslamcı olduğu iddia edilen bu seçkin tabakadan beklenen;
statükocu anlayıştan uzak, içinde yaşadıkları toplumun
sorunlarına tümü ile İslam’ın nev'i şahsına münhasırlığından
kaynaklanan, gerçek ve aydın çözümler üretmeleridir.
Gerçekte ise bunlar; halklarını içler acısı bir yok oluşa
sürükleyen planların uygulayıcısı durumundaki yok ediciler
gibidirler.
ABD'nin İslam üzerine
çizmiş olduğu politikalar
çerçevesinde yayımlanan, CIA’nin Ortadoğu masası eski
sorumlusu Graham Fuller'in halkı Müslüman olan ülkelerde,
Müslümanlara toplumda ve yönetimde yeni roller verilmesi
yönündeki raporları ile hemen yeni politikalar benimsenmiş
ve bu İslamcı seçkinler tarafından düşünceyi ifade
etme özgürlüğü ile katılımcı-çoğulcu
bir toplum modeli gündeme getirilmiştir.
Yönetim amacından uzak,
sadece katılım amaçlı çoğulcu bir toplum modelinin, İslam
ile uzaktan ve yakından herhangi bir alakası yoktur. Bu toplum
modeli yine kapitalist statükonun teorisyenleri tarafından
ortaya atılmış, kapitalizmin ağır metal kokusundan nasibini
almış, nesli tükenmekte olan solcu statükocularda da yankısını
bulmuştur.
Müslümanların statükoculuğunu
anlamamıza yardımcı olacak başka bir olay da, Avrupa'nın
Müslümanlara karşı kurmak istediği ideolojik
ordular olayıdır. Almanya Şansölyesi
Kohl'ün 1994 yazında; “Biz de İslam’a karşı ideolojik
ordular hazırlamalıyız.” ifadesi ile ilgili yapılan genel
amaçlı çalışmalar etkisinde, özellikle Vatikan'ın
ilahiyatçı profesörleri tarafından gündeme getirilen; “esasen
Yahudilik Hıristiyanlık ve İslam’ın aynı realiteye sahip
dinler” oldukları yönündeki tartışmalara
sözünü ettiğimiz zavallı Müslüman statükocular da; “evet
dinler aslında aynıdır” diyerek, statükonun istediği yönde
hareket etmişlerdir.
İnsanlığın maddi ve
manevi bütün hayatını acımasızca sömüren, kapitalist ve
komünist ideolojiler;
Z. Brezinski'nin Mega Ölümler Yüzyılı
olarak adlandırdığı, 20. yüzyılda öngördükleri
emperyalizm için 175 milyon insanı katletmişlerdir. Bu iki
emperyalist ideolojinin, yine şu anda da dünyayı ekonomik ve
askeri açıdan yok etmekte olan, Yahudi ve Hıristiyanlardan
kaynaklandığını görmeleri de bu statükocular açısından
mümkün değildir. Bunlar; dünyaya yön veren egemen
çevrelerin düşüncelerini, kendi halklarına halklarının
dili ile tekrar eden papağan durumundadırlar.
Sanayi toplumlarının, dünyanın
ekolojik yapısını bozacak kadar çarpık ve emperyalist
üretim tarzlarına karşılık başlatılan çevrecilik
kampanyaları da, bu statükocu anlayışın güzel bir örneğini
oluşturmaktadır. Emperyalistler kirlettiler, statükocular da çevremize
limon kabuğu atmayalım diyerek, bunu
Müslümanların gündemine taşıdılar. Halbuki sanayi
ülkeleri, 1993 yılında imzalanan çevre anlaşmasında
öngörülen, üretimi kısıtlama veya
ıslah etme
maddelerini imzalamamışlardı. Ancak az gelişmiş ülkelerle,
bu ülkelerin az gelişmiş entelektüel statükocuları; bu konuya
sahip çıkarak, bir kez daha statükonun acil hizmetçileri
olduklarını göstermişlerdir.
Bu statükocular;
şimdilerde de sık sık;
“Ne yani kavga mı yapalım? Sorunlarımızı barış içerisinde
ve birlikte çözmemiz gerekir.” diyerek zayıf olanın güçlü
olandan, barış dilenmesinin aptallığına düşüyorlar.
Türkiye'de, Filistin'de, Rusya'da, Bosna'da, Irak'ta,
Cezayir'de, G. Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde
milyarlarca insanı ezen, sefil bırakan, sömüren güçleri,
bu güçlerin dayandığı ideoloji ve değer yargılarını
sorgulamadan, barıştan söz etmek doğru olur mu? Savaşı ve
kavgayı üreten ve sürdüren güçlerin, meşrulaştırılmasına
yönelik barış çağrılarının, yönetilen zayıf kesimlerde
yankı bulması, ne kadar da anlamlıdır. Barış kelimesi,
devletlerarası ilişkilerde kullanılan bir deyimdir. Barışın
olabilmesi için de tüm stratejistlerin ifade ettiği gibi, güçlü
ordular gereklidir. Kavgacı tarafların, barışı kabul
etmelerini sağlayacak şey; barış talebinde bulunanların
elindeki ordu gücüdür. Z. Brezinski; Amerika'nın Japon
Merkez Bankasına baskı yapmasını, para ve ticaret kotaları
uygulamasını, tümüyle Japonların ordusal güçten yoksun
olması ile açıklamaktadır. Bu durumda, barıştan söz etmek
ancak safdilliktir. Olsa olsa dünyadaki egemen güçlere ve bu
güçlerin projelerini
meşrulaştırma amacına yönelik, bir boyun eğiş ifadesidir.
Müslümanlar
olarak sömürgecilerin egemenliklerini kabul anlamına gelen böylesi
bir barış için değil; Allah'ın tüm insanlara gönderdiği
insanlık onurunu temsil edecek, yüce değerler için mücadele
etmeliyiz. Toplumsal anlamda barış ancak ideolojik değerlerin
mücadelesi verilerek gerçekleşir. Aksi durumda hep göz
yuman, itaat eden durumuna düşülür. Bazılarının yiyecek,
ekmek bulamadığını bazılarının da hesaplarının
bilinmesinin imkansız olduğu, bu insanlık dışı dünyada
Amerika ve Avrupa’nın dünya üzerindeki hakimiyetine ve
sosyal bozukluklara karşı bir mücadele vermek gerekir.
Elbette bunun doğru ve köklü çözümü, bütün âleme
gerçek adaleti ve huzuru sağlayacak, Müslümanların eskiden
olduğu gibi izzet ve şerefini tekrar kazandıracak olan
Raşidi Hilafet devletinin kurulması için, Resulullahın
metodu üzerinde bulunmak ve çalışmak gerekir.
“Allah, sizlerden iman
edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri
sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve
hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı)
onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri)
korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını
vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana
eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte
bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur
55)