Ana Sayfa YIL 12   SAYI 143   ŞABAN 1422   KASIM 2001 E-Mail

STATÜKOCU BAKIŞ AÇISI VE MÜSLÜMANLAR

Abdurrahman Doğru

Günümüz toplumlarda; hayata bakış açısı, hayat tasviri ve milli gelirin dağılımı (siyasal ve yönetimsel katılım) gibi kimi nedenlerle, birbirinden farklılaşmış tabakalar oluşmaktadır. Toplum içerisinde sayıları sınırlı, siyasi ve ekonomik açıdan çok güçlü bir kesimin egemenliği altında yaşamlarını sürdüren büyük insan toplulukları, kendilerini ifade etme bakımından kelimenin tam anlamıyla silik kişiliklerden oluşmaktadır.

Bu silik kişilikler, hemen her toplumsal kesimde özgünlükten uzak, statükocu kimlikler oluşmasına neden olmaktadır.

Global dünya şartlarında, insanlığı oluşturan tüm toplumlar; dünyada egemenliği elinde bulunduran sosyal-siyasal ve ekonomik çerçevenin nasıl olması gerektiğine karar veren, sınırlı bir insan grubunun tayin etmiş olduğu statükoyu (yürürlükte bulunan anlaşma ve süreci) benimsemekte ve taklit etmektedir.

Kendini ifade etmekten yoksun, yaşam üzerine aydın bir düşünüşten uzak, hayatı gözlemlemeden yaşayan, düşünce ve değer yargılarında hakim ideoloji ve çıkar gruplarını taklit eden toplumsal tabakalar için statükoculuk; tedavisi güç, derin ve toplumsal bir hastalıktır.

Bu statükocu anlayış, maalesef günümüzde Müslüman olduklarını söyleyen fertler için de geçerli bir durumdur. Bu insanlar bütün niteliklerine rağmen, yine de geniş halk kitlelerini oluşturan sıradan etkisiz insanlardır.

İçinde yaşadığımız toplumda; gelir dağılımındaki aşırı farklılaşma, iğrenç, ahlaksızlık boyutunun hat safhaya ulaştığı sosyal hayat, işsizlik, yetersiz gelir ile yaşam mücadelesi veren, acıları yüzlerinden okunan milyonlarca insan... İşte bunlar, siyasal ekonomik ve askeri açıdan her gün belirsizliği artan ve belki de bir yok oluşa sürüklenen statik yapı karşısında, bütün bunlara neden olan kapitalist yaşam tarzını bir türlü aşamayan, egemen güçlerin çizmiş olduğu çerçeve içerisinde şartlanmış, ayrıca bu durumu kabullenmiş, buna rıza gösteren (İslamcı elit tabaka da, diğer bütün toplumsal kesimler gibi tümü ile) statükonun sadık hizmetçileri konumundadırlar.

Halbuki; İslamcı olduğu iddia edilen bu seçkin tabakadan beklenen; statükocu anlayıştan uzak, içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına tümü ile İslam’ın nev'i şahsına münhasırlığından kaynaklanan, gerçek ve aydın çözümler üretmeleridir. Gerçekte ise bunlar; halklarını içler acısı bir yok oluşa sürükleyen planların uygulayıcısı durumundaki yok ediciler gibidirler.

ABD'nin İslam üzerine çizmiş olduğu politikalar çerçevesinde yayımlanan, CIA’nin Ortadoğu masası eski sorumlusu Graham Fuller'in halkı Müslüman olan ülkelerde, Müslümanlara toplumda ve yönetimde yeni roller verilmesi yönündeki raporları ile hemen yeni politikalar benimsenmiş ve bu İslamcı seçkinler tarafından düşünceyi ifade etme özgürlüğü ile katılımcı-çoğulcu bir toplum modeli gündeme getirilmiştir.

Yönetim amacından uzak, sadece katılım amaçlı çoğulcu bir toplum modelinin, İslam ile uzaktan ve yakından herhangi bir alakası yoktur. Bu toplum modeli yine kapitalist statükonun teorisyenleri tarafından ortaya atılmış, kapitalizmin ağır metal kokusundan nasibini almış, nesli tükenmekte olan solcu statükocularda da yankısını bulmuştur.

Müslümanların statükoculuğunu anlamamıza yardımcı olacak başka bir olay da, Avrupa'nın Müslümanlara karşı kurmak istediği ideolojik ordular olayıdır. Almanya Şansölyesi Kohl'ün 1994 yazında; “Biz de İslam’a karşı ideolojik ordular hazırlamalıyız.” ifadesi ile ilgili yapılan genel amaçlı çalışmalar etkisinde, özellikle Vatikan'ın ilahiyatçı profesörleri tarafından gündeme getirilen; “esasen Yahudilik Hıristiyanlık ve İslam’ın aynı realiteye sahip dinler” oldukları yönündeki tartışmalara sözünü ettiğimiz zavallı Müslüman statükocular da; “evet dinler aslında aynıdır” diyerek, statükonun istediği yönde hareket etmişlerdir.

İnsanlığın maddi ve manevi bütün hayatını acımasızca sömüren, kapitalist ve komünist ideolojiler; Z. Brezinski'nin Mega Ölümler Yüzyılı olarak adlandırdığı, 20. yüzyılda öngördükleri emperyalizm için 175 milyon insanı katletmişlerdir. Bu iki emperyalist ideolojinin, yine şu anda da dünyayı ekonomik ve askeri açıdan yok etmekte olan, Yahudi ve Hıristiyanlardan kaynaklandığını görmeleri de bu statükocular açısından mümkün değildir. Bunlar; dünyaya yön veren egemen çevrelerin düşüncelerini, kendi halklarına halklarının dili ile tekrar eden papağan durumundadırlar.

Sanayi toplumlarının, dünyanın ekolojik yapısını bozacak kadar çarpık ve emperyalist üretim tarzlarına karşılık başlatılan çevrecilik kampanyaları da, bu statükocu anlayışın güzel bir örneğini oluşturmaktadır. Emperyalistler kirlettiler, statükocular da çevremize limon kabuğu atmayalım diyerek, bunu Müslümanların gündemine taşıdılar. Halbuki sanayi ülkeleri, 1993 yılında imzalanan çevre anlaşmasında öngörülen, üretimi kısıtlama veya ıslah etme maddelerini imzalamamışlardı. Ancak az gelişmiş ülkelerle, bu ülkelerin az gelişmiş entelektüel statükocuları; bu konuya sahip çıkarak, bir kez daha statükonun acil hizmetçileri olduklarını göstermişlerdir.

Bu statükocular; şimdilerde de sık sık; “Ne yani kavga mı yapalım? Sorunlarımızı barış içerisinde ve birlikte çözmemiz gerekir.” diyerek zayıf olanın güçlü olandan, barış dilenmesinin aptallığına düşüyorlar. Türkiye'de, Filistin'de, Rusya'da, Bosna'da, Irak'ta, Cezayir'de, G. Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde milyarlarca insanı ezen, sefil bırakan, sömüren güçleri, bu güçlerin dayandığı ideoloji ve değer yargılarını sorgulamadan, barıştan söz etmek doğru olur mu? Savaşı ve kavgayı üreten ve sürdüren güçlerin, meşrulaştırılmasına yönelik barış çağrılarının, yönetilen zayıf kesimlerde yankı bulması, ne kadar da anlamlıdır. Barış kelimesi, devletlerarası ilişkilerde kullanılan bir deyimdir. Barışın olabilmesi için de tüm stratejistlerin ifade ettiği gibi, güçlü ordular gereklidir. Kavgacı tarafların, barışı kabul etmelerini sağlayacak şey; barış talebinde bulunanların elindeki ordu gücüdür. Z. Brezinski; Amerika'nın Japon Merkez Bankasına baskı yapmasını, para ve ticaret kotaları uygulamasını, tümüyle Japonların ordusal güçten yoksun olması ile açıklamaktadır. Bu durumda, barıştan söz etmek ancak safdilliktir. Olsa olsa dünyadaki egemen güçlere ve bu güçlerin projelerini meşrulaştırma amacına yönelik, bir boyun eğiş ifadesidir.

Müslümanlar olarak sömürgecilerin egemenliklerini kabul anlamına gelen böylesi bir barış için değil; Allah'ın tüm insanlara gönderdiği insanlık onurunu temsil edecek, yüce değerler için mücadele etmeliyiz. Toplumsal anlamda barış ancak ideolojik değerlerin mücadelesi verilerek gerçekleşir. Aksi durumda hep göz yuman, itaat eden durumuna düşülür. Bazılarının yiyecek, ekmek bulamadığını bazılarının da hesaplarının bilinmesinin imkansız olduğu, bu insanlık dışı dünyada Amerika ve Avrupa’nın dünya üzerindeki hakimiyetine ve sosyal bozukluklara karşı bir mücadele vermek gerekir. Elbette bunun doğru ve köklü çözümü, bütün âleme gerçek adaleti ve huzuru sağlayacak, Müslümanların eskiden olduğu gibi izzet ve şerefini tekrar kazandıracak olan Raşidi Hilafet devletinin kurulması için, Resulullahın metodu üzerinde bulunmak ve çalışmak gerekir.

“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur 55)

YIL 12  SAYI 143  ŞABAN 1422  KASIM 2001

Yukarı