Şimdi bütün
dünya ölümüne bir mücadeleye sahne olmaktadır. Müslümanların
gönüllerinde ve zihinlerindeki mevcut olana karşı bir savaş.
Hak ile batıl arasında bir savaş! Batılı medya tarafından
sürekli bir yalan ve iftira bombardımanı! Laik kurum ve kişiler
tarafından acımasız ve gaddarca yapılan bir saldırı...
Onlar İslam’ı
mantıksız, bağnaz ve çağdışı olarak tanımlıyorlar. Bugünün
dünyasında İslam’ın yerinin olmadığını, İslam’ı
yıkıcı, zararlı ve zulmedici bir din olarak
tanımlamaktadırlar. Bütün bu İslam aleyhine yapılan
propagandaların tek bir amacı vardır ki o da; Hakka (İslam’a)
karşı zafer kazanmak ve ona üstün gelmektir. Bunun için
Müslümanların İslam’ı terk etmelerini sağlayarak, onu
yeryüzünden tamamen silmeyi arzulamaktadırlar.
“Sen onların
dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden
razı olmayacaklardır.”
(Bakara 120) ayetinin
ifadesinde açıkça görüldüğü gibi, batıl Hakka karşı
zafer elde etmeye çalışmaktan asla vazgeçmeyecektir. O kadar
ki; daha azına da razı olmayacaklardır. Çünkü o hakkın düşmanıdır.
Yeryüzünden İslam hakimiyetinin kaldırılması ile, İslam
toprakları işgal edilerek, bütün İslam ümmeti batıla
boyun eğdirildi. Bosna, Kosova, Sabra, Şatilla, Keşmir'de ve
Körfez Savaşı sırasında görüldüğü gibi, Müslümanları
topluca katlettiler. Ümmetin kızlarını kaçırıp onlara
tecavüz ettiler. Ortadoğu'nun (yani Müslümanların) petrol
kaynaklarını sömürdüler. Suudi Arabistan'da olduğu gibi.
Kendi pislikleri, zulümleri ve insanlık dışı hareketleri gün
gibi ortada iken, İslam aleyhine yapmış oldukları propagandanın
gerçeklerden ne kadar uzak ve kasıtlı olduğu anlaşılır
bir şekilde ortadadır.
Bütün bunların
nedeni; ümmetin, İslam’ı bilinçli olarak algılaması ve
İslami bir uyanıklıkla yetişmesidir. Çünkü günümüzde
İslam, dünyada en hızlı gelişen ve rağbet gören dindir.
Bütün İslam toprakları üstündeki ümmet, hakimiyetinin altında
bulunduğu küfrün sonunu görme arzusundadır. İslam umut
dolu bir hayat nizamı olarak geri dönmekte, Hakk,
Müslümanların zihinlerinde ve gönüllerinde daha da berraklaşmaktadır.
Berrak olduğu gibi, Batılın karşısında da dimdik
ayaktadır. Artık Müslümanlar, Hakk (İslam) ile Batıl (küfür)
arasındaki savaşı, daha açık bir şekilde görebilmektedir.
Bununla onlar, Hakkı Batıl ile karıştırmazlar. Çünkü,
içerisine batıl karışmış Hakk olmaz ve Hakk Batılın en
hafifi ile dahi uzlaşamaz (sentezlenemez).
“Ve Hakkı
Batıl ile karıştırmayın!”
(Bakara 42)
Buna binaen Müslümanlar,
Hakka karşı batılın savaşını açıkça müşahede
edilebilmektedir. Buna göre; Müslümanları boyundurukları
altına almalarına, İslam topraklarını istila etmelerine ve
kafirlere teslim olmaya karşı, Müslümanlar topyekün Cihad
etmelidirler. İslam topraklarının parçalanmış bir şekilde
Birleşmiş Milletlerin tasallutunda bulunmasına karşı, tek
bir Halifenin önderliğinde birlikteliği sağlamalı, İslam
ümmetinin servetlerinin, uluslararası büyük şirketler tarafından
çalınmasına karşı, onu İslam Devleti’nin vatandaşları
için kullanmalıdırlar. Kanunları aciz insanlar tarafından
yapılan ve küfür nizamı olan demokrasi ile yönetilmelerine
karşı, yegane doğru nizam olan İslam ile yönetilmelidirler.
Kendi aralarında vukuu bulan problemlere çözüm üretmekten
aciz olan laikliğe karşı, yegane sahih şeriat olan Hakka
yönelip, sorunlarını onunla çözmelidirler.
Fakat küfür
güçleri yeni planlarını harekete geçirerek, yeni oyunlar
oynadılar: Yeni oyunun adı ’uzlaşma’. Bu öyle bir
plan ki; İslam gerçeğini Müslümanların gönülleri ve
zihinlerinde tutarak harekete geçtiler. Küfrün çirkin
yüzünü İslami sloganlar arkasında gizlediler. İslam
ümmetine küfrün acı haplarını İslami bir lezzette
yutturdular. Şu kadar ki; Clinton Beyaz Saray çimenleri
üzerinde Kur'an ayetlerini zikretmek suretiyle, İslam
topraklarını istila etmiş ve her gün Müslümanların
canlarını alan İsrail'in iğrenç yüzünü saklamaya çalışmıştı.
Barış sürecine meşruluk kazandırmak için, İslam
beldelerindeki pek çok sayıdaki şeyhlerden, ısmarlama
fetvalar üretmektedirler. Küfür ile İslam’ı
karıştırmaya çalışıyorlar. Yeni bir Batıl çeşidi,
Batılı Hakk ile karıştırarak yeni bir Batıl oluşturulmak
suretiyle pazarlanmaya başlandı ve buna uzlaşma (Hakk ile
Batılı sentezleme) adını verdiler.
Şüphesiz ki,
hayata geçirdikleri bu yeni planlarını; karton uzlaşmacı
devletlerle, ümmetin gözlerinden gizlemeye çalışmaktadırlar.
Hatalı yorumlanan birkaç şer-i hükmü, işledikleri ahlaksız
ve batıl amellerine kılıf geçirdiler. Bu devletler öyle
devletlerdir ki; İslam-küfür sentezi üzerine kurulmuşlardır.
Mesela; Suudi Arabistan kralı, şeriatın birkaç ukubat (ceza)
hükümlerini uyguluyor diye (ki burada Suudi ailesini yine muaf
tutarak) Suudi Arabistan bir tevhid devleti sayılmakta. Sudan,
anayasa kaynaklarından biri olarak Kuran’ı gösterdi diye
İslam devleti olarak vasıflandırılıyor. İran ve Pakistan,
küfür nizamı olan cumhuriyetlerine birer İslam kelimesini ekleyerek
İslam Cumhuriyeti oluyorlar. Suudi Arabistan kendi
bayrağı üzerine Lailaheillallah, Saddam Hüseyin de Allah-u
Ekber ibaresini koyarak, meşruluk kazanmak istiyor! İslam
toprakları üzerinde bulunan diğer kirli sistemlerden farklı
olmayan bu sistemler ile ümmet memnun edilmeye çalışılıyor.
Şunlara bakın ! Suudi Arabistan İslami, Suriye değilmiş;
Sudan İslami fakat, Tunus İslami değilmiş. Bunların tümü
aldatmaca! İslam’a karşı samimiyetsizliklerine rağmen,
orada burada bir kaç şer-i hükmü uygulayan bu sözde İslami
devletler, küfür devletlerinin ta kendileridir. Çünkü
onlar Hakk ile Batılı uzlaştırarak, batıl temel üzerine
kurulmuşlardır.
Gerçekten batıl
(küfür) onların sentezlerinde (uzlaşmalarında) temel harçtır.
Sentezlerinin çok az bir kısmı İslami hükümleri
içermektedir. Bu sözde İslami rejimler, kendileri kanun
yapmayı vaad ettiler. Diğer bir ifadeyle; bunların
devletlerinin temelini küfür hüküm ve fikirleri oluşturdu.
Allah-u Teala kendisi dışında hüküm koyucu kabul etmediği
halde!...
“Hüküm yalnızca
Allah’ındır.” (Yusuf
40)
Mesela; Türkiye’de
Erbakan şu küfür dolu sözleri söylediğinde ümmete ve
dünyaya gerçek yüzünü gösterdi. “Ülkenin laik anayasası,
demokratik ve laik Atatürk ilkeleri gibi saygındır.” Sudan,
kendi anayasasının kaynaklarından biri olarak Sudanlı
insanların örf ve gelenekleri olduğunu beyan ederek,
anayasasını gururla överek Allah'a ortak koşmaktadır. Böylece
bütün bunların batıl oldukları, diğerleri gibi bozuk bir
akide üzerine kuruldukları ortadadır. Onların nizamlarını,
milliyetçilik ve ırkçılık kuşatmıştır.
Resulullahın;
“Milliyetçiliği bırakın, o kokuşmuştur.” demesine
rağmen; İslami devletler (!) olarak kendilerini vasıflayan
bu devletler, şüphesiz milliyetçilik üzerine kurulmuşlardır.
Hatta bu devletlerin, devlet başkanlarının kendi milletlerinden
olması mecburiyeti vardır. Örneğin; İran anayasasında,
İran'a lider olacak olanın Fars kökenli olması şart
koşulmuştur.
Suudi
Arabistan'da mahkemelere başvurulduğunda, onların Suudi
ailesinden olup olmaması göz önünde tutularak değerlendirilir
ve Suudi olmayan kimse Suudi bir kadınla evlenemez.
Onların iki yüzlü
uzlaşmaları devlet içindeki meselelere özgü değildir. Bütün
bu milletlerin İslami sloganları, ırkçı ve laik Birleşmiş
Milletler kaynaklıdır. Buna çok açık bir örnek vermek
gerekirse, Türkiye'de Erbakan'ın kendi ağzıyla söylediği:
‘Türkiye'nin imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara
sadık kalması gerekir.’ sözüdür. Yine Pakistan İslam (!)
Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler Operasyon Düzenleme Umudu’nun
(United Nations Operation Restore Hope) bir parçası olarak,
askerlerini Somali’deki Müslüman çocukları öldürmek
için göndermişti.
Ekonomide de
uzlaşmanın izleri görülüyor. Erbakan: ‘Hükümetimizin
amacı serbest ticaret uygulamasına yardımcı olacak, bütün
imkanları sağlamaktır.’ demişti. Serbest Ticaretin
anlamı; yabancı sermaye güçlerinin gelip, ümmetin kaynaklarını
alıp götürmelerine, çalmalarına imkan vermektir. O Tevhid
devleti! Faht’ın kraliyeti değil mi? Körfez savaşı
sırasında Müslümanları katleden kafirlere yardım eden, bu
zelil herif değil miydi? Bu ticaret öylesine serbestti ki;
Suudi devleti tarihinde ilk defa, borç bataklığına düştü.
O kadar borçlandı ve fakirleşti ki; Çöl Fırtınası
Operasyonu için artık petrol pompalayamaz oldu. İslam kamuya
ait doğal kaynakları, böyle fertlerin ve devletin mülk
edinmesini ve bunlardan menfaat elde edilmesini yasaklandığı
halde!... Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: “İnsanlar şu
üç şeyde ortaktırlar: Su, mera ve ateş”
Bu devletlerin,
ilgili serbest ticaret anlayışları İslam’da kesinlikle
yasaklanmıştır. Onlar ve işbirlikçileri, uzlaşmalar için
hesaplar yaparken, küstahça İslam’ın buna izin verdiğini
söylediler. Onların günahkar fiillerine şiddetle karşı çıkmak
yerine, onlar küfür ile İslam’ı karıştırarak İslam’ın
bunu yapmalarına imkan verdiğini ısrarla söylediler. Bu
ısrarları onları, domuz eti yemek helaldir demeye götürdü.
O kadar alçaldılar ki; Müslümanlar onları bu günahlarından
dolayı ıslah etme talebinde bulunduklarında, onlar (Haşa)
Peygamberimizin de uzlaşma yaptığını ve uzlaşmacı
olduğunu iddia ettiler. Müslümanlar onların gayri meşru
kanunlarına yönelmeye başladığında, onlar ve
yardımcıları Müslümanların böyle uysal (sabırlı)
olmalarından memnun oldular. Bu ısrarlı uzlaşmalarının geçici
olduğunu ve utanmadan zamanla İslam’a daha çok yer
vereceklerini söylüyorlar. İslam’ın tedriciliği kabul
ettiğini iddia ediyorlar. Yani onlar, İslam ile küfrün yan
yana uygulanabileceğini, fakat bunun geçici bir durum ve bir
geçiş evresi olduğunu öne sürüyorlar. Hilafeti tedricen
tesis edeceklerini geveliyor, hatta sonunda haklı çıkacaklarını
düşünüyorlar. Diğer taraftan, yanlış dahi olsa bir
şeyler yapmanın, hiçbir şey yapmamaktan daha iyi olduğu
safsatasını sayıklıyorlar. Bu; zekat vermek için
gerekirse çalmak, Ramazanda orucu domuz eti ile bozmak,
evlenmek için zina yapmak gibi bir şeydir. Bu ve buna
benzer hareketler onlara asla caiz olmayacaktır ve onlar
uzlaşmanın günahını işleyerek, İslam Devletini de
kurmayacaklardır. Onlar bunu söyleyerek, tahtlarının
ömrünü uzatmaya, Müslümanların sempati ve desteğini kazanmaya
ve bunu kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar. Bu da açıkça
gösteriyor ki; uzlaşma merduddur, dayanaksız koskoca bir
yalandır. Böyle bir görüş ancak reddedilir. Resulullah
(sav) İslam’ın bir hükmünde dahi uzlaşmayı reddetmiştir.
Hiçbir şekilde İslami hükümlerden taviz vermemiştir.
Kureyş Resulullah’a yönetimi kontrol etmesi için tam bir yıl
iktidarı teklif etmişlerdi. Resulullah (sav) onların
önerilerini reddetmişti. Çünkü onlar ertesi sene kendi
kanunlarıyla yönetmek istiyorlardı. Bu şekilde, insanlar her
iki yönetim şeklini görüp, bir tercih yapmaları söz konusu
olacaktı. Resulullah, iktidarı ele geçirdiği yılı, iyi
kullanıp Kureyş’in müşrik ileri gelenlerini saf dışı
bırakarak daima iktidarda kalabilirim düşüncesiyle hareket
edebilirdi. Fakat Allah Subhanehu ve Teala bu uzlaşma
önerilerini Kafirun Suresi ile reddetti. Diğer bir kabile,
Beni Amr bin Sa'sa da, Resulullah'a şartlı olarak iktidar
önerdi. Buna göre; Resulullah'tan sonra iktidarı onlar almak
istiyorlardı. Resulullah (sav); “Emir Allah’ındır. Onu
dilediğine verir” diyerek onların bu uzlaşmacı, taviz içeren
isteklerini reddetti.
İslam’da bir hükümden
dahi taviz verilemez. Çünkü bir hükümden taviz vermek ile
birçok hükümden taviz vermek arasında fark yoktur. Çünkü
taviz tavizi doğurur. Fakat bu sözde İslami rejimler tamamen
uzlaşma üzerine bina edilmişlerdir. Oysa İslam kesinlikle
bir bütündür ve tam kapsamlı olarak uygulanmalıdır.
Onların tedricilik
yalanlarına gelince; İslam’ın tedricen gelmesinin,
onların uzlaşmalarına imkan verdiğini düşünüyorlar.
İslam’daki birkaç olaya bakıp bunun tedricilik olduğuna
inanıyorlar. Yani onlar, Kur'an'ın Peygamber (sav) Efendimize
hep birden inmediğini söylerken, doğru söylüyorlar. Daha başlarda,
alkolün içilmesi ve müşriklerle evlenme gibi, şeylerin
yasaklanmadığını söylerken de doğru söylüyorlar. Fakat
İslam’ın tastamam kamil olduğu, şu zamanda da tedricilik
yapabileceklerini düşünüyor ve bu düşünceleri ile uzlaşmanın
doğru olduğunu söylüyorlar. Böylesi bir fikir, kesinlikle
yanlıştır. Çünkü, Kur'an ayetleri tedricen inmesine rağmen,
inen hükümler hiç ertelenmeden bir bütün halinde uygulanıyordu.
Öyle ki; müşriklerle evlenmeyi yasaklayan ayet indiğinden bu
yana müşriklerle evlenmek yasaklandı ve hala da hiçbir
Müslüman onlarla evlenemez ve bu hüküm, diğer hükümler
gibi, kıyamet gününe dek de sürecektir. Aksi takdirde Asr-ı
Saadette İslam beldelerine katılan topraklar üzerinde yaşayanlara,
İslam hep birden uygulanmazdı. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Bugün
üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı
seçtim.” (Maide 3)
İslam, vahiyde
tamamlanmıştır. İslam bu tamamlanmış haliyle bir bütün
olarak uygulanmalıdır. Mevcut yönetimlerin İslam’ın çok
az bir kısmını, küfür ile birlikte uygulamalarında hiçbir
mazeretleri yoktur. Başka bir ifadeyle; içki içmenin ve domuz
eti yemenin veya İslam’dan gayri sistem aramanın kapısı
asla açılamaz.
Sonuç olarak;
aslında bazılarının iddia ettikleri gibi zor koşullar
altında, domuz eti yemenin helal olduğu doğrudur. Fakat bu
koşullar İslam'ın beyan ettiği ruhsatlardır ki; İslam, açlıktan
ölüm sınırına gelen bir insanın aşırıya kaçmadan,
sadece hayatta kalmasına yetecek miktarda domuz etini
veya diğer bulabildiği haram yiyeceklerden birini
yiyebileceğini söylemektedir. Elbette yapılabilecek başka
bir çare kalmadığında İslam’ın böyle bir kolaylığı
vardır. Bu bir ruhsattır. Onlar ayrıca şunu da doğru söylüyorlar:
Müslüman bir kişinin inancından dolayı baskı görmesi ve
bu baskıyla hayati bir tehlike ile karşılaştığında
inancı hakkında yalan söyleyebilir ki; bu da yalnızca bir
ruhsattır. Fakat onlar herhangi bir zorlama ile
karşılaşmadıkları halde ve üstelik bu ruhsatları da
İslam’ın tamamı için genişleterek, büyük bir yanılgıya
ve sapıklığa düşüyorlar. Bu iki yönde hatalıdır:
Birincisi;
hiçbir kimse onlara küfür hükümleriyle yönetilen bir
yönetim içerisinde bulunmaya zorlamamıştır. Bilakis onlar
kafirlerden güç alarak yönetici tayin edilmiş, büyük bir hırsla
ümmetin başına bela olmuş ve ümmete baskı yapan despotlar
haline gelmişlerdir.
İkincisi;
sadece baskı ve kısıtlı şartlarda (hayati tehlike bulunan
durumlarda) yeme veya içmeye ruhsat veriliyor. Bu zina, katl
vb. fiillerin işlenmesine kesinlikle ruhsat vermiyor.
Müslümanlar,
uzlaşma rejimleri ve onların kendilerini haklı çıkartmak için
ileri sürdükleri mazeretlerini nefretle reddederler. Aksi
takdirde onların bu tavırları, tıpkı Resulullah (sav)’den
sonra ortaya çıkan, pis yalancı En-nadir ibn el-Haris'in; ‘onun
getirdikleri ile benim getirdiklerimin arasında ne fark var?’
demesi gibi iğrenç ve sinsicedir. İnsanlarda şüphe oluşturarak,
onları haktan saptırıp baş aşağı batılın içine düşürmektir.
Müslümanlara
küfrün çirkin yüzünü, sıcak İslami düşünceler ile
maskeleyerek vermek, gerçekten ustaca bir taktiktir. Zaten bu
nedenle, birçok Müslüman küfür nizamları ve kültürüyle
mücadele etmek yerine, onlara yönelmeyi, onlar için çalışmayı
tercih ediyor ve bunların İslam’dan olduklarına, İslam ile
bir araya gelebileceklerine inanıyorlar. Küfür ile yöneten
yöneticilerini muhasebe etme yerine, onlara sabrediyorlar.
Gündemdeki rejimlere ve onların münkerlerine saldırmak
yerine, onlar için çalışıyor ve onlara yöneliyorlar.
Artık onların
zayıf basiretleri birer birer açılmalıdır. Öyle ki; ümmet
artık bu sistemlerin İslam toprakları üzerindeki diğer
bozuk ve kirli sistemlerden farklı olmadığını görebilsin
ki; onlar da diğerleri gibi ortadan kaldırılabilsin. Onların
İslam’a karşı olmaları ve onu reddetmeleri, İslam’ın bütün
meselelere çözümü olan tek sahih ideoloji olmasını
kavramalarını engelliyor. Onlar İslam’ın, İslam
toprakları üzerinde yaşayan ümmet için sağlıklı ve
şerefli bir hayat nizamı olma fonksiyonunu kabullenemiyorlar.
Onlar egemen güçlerin çürük menfaatleri için Allah'ın
gazabına maruz kalacaklardır. Umulur ki, ümmetin içine düştüğü
bu zillet hali geçici olur ve laikliğin öldürücü zehrinin
etkisi taşlaşmadan önce, kendi güvenliklerini oluşturmaya yönelmiş
olsunlar.
Artık Müslümanlar
hakkın bilincine vardılar. İçinde bulundukları derin
uykudan uyanmaya başladılar. Çünkü Hakk çok berraktır ve
onun ışıltısı gözleri kamaştırmaktadır. Şüphesiz hakkı
söylediklerini iddia eden yalancılar, çürüklükleriyle
belli oluyor ve feraset sahipleri onun karanlık yüzünü
görebiliyor.
Uzlaşmaya razı
olunmaz. O yasaklanmıştır ve haramdır. İslam ile küfrün
karıştırılmasına müsaade edilmez. Bu nedenle batılın
karşısında hiç çekinmeden, izzetli ve şerefli bir şekilde
olun!..
Hilafet ile
varolmak; demokrasi, diktatörlük ve monarşi bataklığından
kurtuluştur. Zengin kültürümüz öylesine sıcak ki; İslam
topraklarını kirleten bu küfür rejimlerini ortadan kaldırmak
için heyecanımızı alevlendirmektedir. Bu zengin kültür ile
inşallah yeni nesil Hilafet Nesli olacaktır. Yeni nesil
Hilafeti kurmanın hesabını yapacak ve onun için her şeyini
feda ederek, kararlılık ve cesaretinden hiçbir şey
kaybetmeyecektir. Hatta gelecek nesil bir daha küfür
devletlerinin zulümlerini görmeyecektir...
“Onlar öyle kimselerdir ki;
eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar,
zekâtı verirler. İyiliği emreder ve kötülükten
nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.” (Hac
41)
|