Ana Sayfa YIL 12   SAYI 143   ŞABAN 1422   KASIM 2001 E-Mail

HİTAPTA KUR'AN'IN METODU

E. Ubeyde

Şüphesiz ki; İslam davetini taşıyan kimselerin, bu davetin başarıya ulaşabilmesi için hitap ta ve davette Kur-anın metodunu ve üslubunu takip etmesi gerekir. Bu hususları muhafaza etmek; şeriatı muhafaza etmek ve onu istenilen şekilde eda etmek demektir. Bunlar daveti taşıyan kimsenin ihmal edemeyeceği hususlardır.

Kur-an’ın ve İslam’ın hitap metodu ve üslubunu araştırmadan önce bunlara kayıtlı kalmanın güzelliği, dakik anlayışı, fikirlerin edası ve tebliğinin gerektirdiği duruma işaret etme gerekliliği vardır. Kur-an harflerinin manası, kelamın tertibi, anlatmak istediği durumdan daveti taşımak ve kalpleri fethetmek isteyen kimsenin veya bu dinin üstün gelmesi için çalışan herhangi İslamî bir kitlenin kendi namına dem vurması doğru değildir.

Kur-anın ve İslam’ın hitap metoduna gelince: Onun hitapta ve tartışmada özel bir metodu vardır. Bu istikrai (tüme varım) yoluyla naslar-dan tespit edilmiştir. Bu dinin yapısı da bunu gerektirmektedir. Bunlara göz atmakta yarar vardır.

Batıl fikirlere cevap vermek gerektirdiğinde Kur-an, bu fikirleri olduğu gibi, yani hasmın delilini ona cevap vermeden önce zikretmektedir. Kur-an’ın bunları zikretmesinin sebebi; daveti taşıyanların diğer insanlardaki bozuk fikirleri, fasit inançları çürütmeleri içindir. Bunların örnekleri Kur-an’da sayılamayacak kadar çoktur. Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır:

“Onlar; ölüp toprak ve kemik olduktan sonra biz tekrar mı dirileceğiz dediler.” (İsra 49)

“Kafir olanlar (kendi aralarında) şöyle dediler: Çürüyüp paramparça olduğunuz vakit yeniden dirileceğinizi haber veren kişiyi gösterelim mi?. ” (Sebe 7)

“Yahudiler; Allah’ın eli bağlı dediler.” (Maide 64)

Kur-an, İslam’a davet eden nasları, önce kafirlerin sözlerine cevap verip, onların söylediklerini zikrederek çürütme yoluna gidiyor. Tartışmada da aynı metod üzerine seyrediyor. Davetini zikredip sonra ona cevap vermesi gerekirken başka bir yöntem takip etmektedir. Bu ise, İslam’a alternatif olarak sunulan fikirlerin kaim olduğu esasların dirayetini ve kendisinin çağın kültürüne muttali olmasının gerekliliğine açık bir delildir. Resuller gönderildikleri kavimlerin diliyle konuşuyor, kavminin fikirlerine cevap verdikten sonra, batıl fikirleri, vakıayı arz ederek doğru olanı açıklıyor ve böyle yapmalarıyla da İslam’ın vakıa hakkında konuşan ameli bir din olduğunun açık bir resmini çiziyorlardı. Bugünde daveti taşıyanların; dinin hayattan ayrılması, yani kapitalizmi, sosyalizmi, demokrasiyi, kavmiyetçiliği, vatancılığı ve kendilerine arz olunan ılımlılık fikirlerini, dinler arası diyalogu, aşırıcılık, mutedil olmak gibi fikirleri bilmesi, öğrenmesi gerekir. Açık ve dakik olmasını isteyen bir davet taşıyıcının öncekilerin ne söylediklerini değil de, şimdiki ideoloji sahiplerinin ve diğer fikir sahiplerinin ne söylediklerini zikretmesi gerekliliği vardır. Kendisini zamanın konuları ile meşgul edip kendinden önce yaşanmış konuları eşmemesi gerekir. Nebiler zamanlarının problemlerine, hadiselerine taarruz ediyorlardı. Şuayb (as) kendi zamanında eksik ölçmeye, İbrahim (as) putlara ibadete, Musa (as) ve Harun (as) Firavunun insanları kullaştırması ve sihrin yayılmasına, İsa (as) maddecilik düşüncesinin aşırılığına, iman ruhunun güzelliğine dikkat çekmeleri bunun en güzel örnekleridir. Bunların yegane sorunu “La ilahe illallah” sorunuydu ve her nebi kelimeyi şahadete muhalif olanların bulundukları durumu göz önünde bulundurarak problemleri arz ediyordu. İşte bu metod, daveti taşıyan kimsenin olayları güzel bir şekilde anlayıp, diğer insanlarda bulunanı da nakletmede sadık olmasını talep eder. Bu şekilde insanlar ve Müslümanlar kendilerinde bulunanı tamamen anladıklarını ikrar edip İslam’ın arz ve doğruluğuna daha çok güvenmeye başlarlar.

Kur-an, diğer insanlara delillerini zikrettikten sonra onları aciz bırakacak açık ve net bir şekilde onlara cevap veriyordu.

Kur-an kendisinin yaptığı gibi davetçiden de karşı fikirleri yıkacak, iptal edecek, hilesini tamamen açığa çıkaracak uygun cevaplar vermesini istemektedir. Allah’u Teala bu konuda insanların delillerini yalanlayarak şöyle diyordu:

“O kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. Dedi ki; bu çürümüş kemiklere kim can verecek.” (Yasin 78)

“Rahman çocuk edindi dediler; yemin olsun ki siz çok çirkin bir şey ortaya attınız. Rahmana çocuk isnat ettiler diye az daha gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecekti. Halbuki Rahmana çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde hiçbir kimse yoktur ki Rahmana kul olarak gelecek olmasın.” (Meryem 88-93)

“Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim 10)

Burada dikkat çeken husus; Kur-an’ın konuya göre cevap vermesidir. Şayet konu akli ise cevapta akli oluyordu.

Burada Allah’ın varlığından şek ve şüpheye düşen kimsenin şekki, Allah’u Tealanın varlığına yeterli akli kanaat etmemesinden kaynaklanmıştır. Cevap ta, bu şekki inkar eder şekilde (istinkari) gelmiştir. Çünkü her bir akıl ancak Allah’a yakın, kesin bir şekilde iman etmeye sahiptir ve de öyle yaratılmıştır. Bu inkarın veya ayıplamanın sebebi, aklın itimat ettiği musellemat ve bedihiyyatın kendisine gözün gördüğü her şeyin ancak Allah’u Tealanın yarattığı olduğunu ispat etme imkanını vermesidir. Birimiz uçağın veya telefonun yapıcısı olmadığını söyleye bilir mi? Bilakis bunu söyleyen kimsenin deli olduğu söylenir. O halde yeryüzü, gökyüzü ve ikisinin arasındakilerin yaratıcısı hakkında şüphe edilir mi? Şayet konu nakli ise, onda aklın rolü yoktur. Buna binaen cevap ta akla itimat etmemektedir. Ancak akılla sabit olan Kur-an’ın Allah’ın varlığını ispat etmesidir. Kur-anın getirdiğine iman Kur-an’ın kendisine iman kuvvetinde olur. Burada Allah (cc)’ın sözü gibi:

“Biz öldüğümüz, bir toprak ve kemik olduğumuz vakit mi? Hakikaten biz mi dirilecekmişiz? Evvelki atalarımızda mı! Diyorlardı. De ki; hiç şüphesiz hem evvelkiler hem sonrakiler belirli bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapkınlar yalancılar. Elbette bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz ve ondan karınlarınızı dolduracaksınız üstüne de kaynar sudan içeceksiniz. Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur!” (Vakıa 50-56)

Bunların hepsi nakle kaim olmaktadır. Daha sonra Allah (cc) bu ayetleri akla kaim olan bir sözle bitirmektedir. Zira şöyle buyurmaktadır.

“Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerek mi?” (Vakıa 57)

Kur-an hasmın delillerine cevap verdikten ve onları çürüttükten sonra kendindekini arz ediyor. Bu metotta hedef, gayenin kuvveti olarak addedilmektedir. Çünkü Kur-an, hasmın taşıdığı fikirleri yıkıp, itimat ettiği her fikrin temizlenmesi tamamlandıktan sonra o kimsenin o fikrin uygun olan alternatifi ile donatılması gerektiğini göstermektedir. O kimsenin dayanmış olduğu baston kırılmış, sahibinin kırılan bastonla düşmemesi için kendisinin kuvvetli ve dosdoğru bir bastona ihtiyacı olduğu gösterilmiş ve kendine o bastonu vermiştir. Bu metod ulemanın dediği gibi; “temizlik, daha sonra sulamak veya dökmek ve sonrada doldurmaktır. Yine bu yöntem; Allah’ı bulmaya, yalnızca Allah’a imana, onun dışındakileri de reddetmeye götürmektedir:

“De ki: O'na (Allah'a) kattığınız ortaklarınızı bana gösterin. Hayır! Bilakis, yegâne galip ve her şeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır.” (Sebe 27)

Bu ayet değişik bir çok Rab düşüncesini atmayı, yalnızca Kahhar olan Allah’a uluhiyyeti ispat etmeyi ifade eder. Bunun bir benzeri de Allah’ın şu sözüdür:

“Artık kim şeytanı inkar ederde Allah’a inanırsa, muhakkak sağlam kulpa tutunmuş demektir.” (Bakara 256)

Burada zikredilmesi gerekli olan şey ise; Müslüman’ın kalbinde tevhidin ancak, Allah düşüncesinden başka bütün düşüncelerden temizlenmesiyle istikrar bulacağıdır. Bu metod nefiste vahdaniyeti tahakkuk ettirip, ortaklaşmayı nehyetmekte ve ihlasa sebep olmaktadır.

Kur-anın getirdiği hitaptaki İslam’ın metodu, fikri münakaşada davetçinin vakıaya mutabık fikirlerle hareket etmesini gerekli kılmaktadır. Doğru olan fikir, vakıaya uygun olan fikirdir. Vakıa bir yaratıcının varlığına, kelimeyi şahadetine La İlahe İllallah Muhammed-ur Resulullah’a uygun düştüğüne şahit olmaktadır. Fakat Mesih’in (İsa’nın) Allah’ın oğlu olduğu sözü ise vakıaya uygun düşmemektedir. Belki de bu metodu ispat edecek en doğru şey Allah’u Tealanın şu sözüdür:

“İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kafirler!) O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin!.” (Lokman 11)

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?” (Tur 35)

İslam’ın Allah’a imana davet etmedeki metodu; fikri esasa kaim olması, araştırmanın yaratıcıya ulaşmak için yaratılmışlardan hareket edilmesi, bahsin Allah’ın vahdaniyetine, varlığına, kudretine ve ilmine delalet eden eserlerin görünen olmasını gerektirir.

Kur-an bu metoda göre seyreden yüzlerce ayet zikretmektedir. Onlardan bir kaçı şöyledir:

“Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?” (Zâriyât 21)

“Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra da yerküreyi döşedi.” (Nâziât 27,28,29,30)

Kur’an, akılların idrakinden aciz kaldığı Allah’ın zatı üzerinde odaklanılmasını ise men etmektir. Bu açıdan yaklaşıldığında kelam ilminin iman etmede metod olarak kullanılması doğru değildir. Bilakis iman etmede yalnızca Kur-an’ın metodu kullanılması gerekmektedir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Onun bezeri yoktur.” (Şûrâ 11)

“Gözler onu idrak etmez.” (En-am 103)

İslam’ın şer-i davetteki metodu ise;

Bu davetçinin Müslümanla münakaşa edip, onu şer-i hükmü anlama metoduna davet etmesi ve kafir ile münakaşa etmektedir şeklinde ortaya çıkar.

a- Şayet kafir ile münakaşa ediyorsa; o zaman davetçinin şer-i hükmün sıhhatini ispat etmek, veya ondan başkasının sıhhatli olmadığını göstermek için akli münakaşaya girmesi caiz değildir. Çünkü, şer-i hükümde aklın hüküm verme salahiyeti yoktur.

Bu ancak vaaz edene olan güvene veya şer-i hükmün fışkırdığı fikri esasa göre alınır. Şer-i hüküm fikri esastan fışkırmakta, ondan bir fer-i ve ya onun cinsinden olmakta ve akidesine tâbi olmaktadır.

Binaenaleyh, kafirlerle füruda münakaşa etmek, ancak kendisinde o füru’nun fışkırdığı fikri esasa dokunulduktan, yani onun üzerinde tartışıldıktan sonra caizdir.

Bazı televizyon programlarında Müslümanlarla, gayri müslimler arasında nizamın sıhhatinde veya sıhhatli olmamasında meydana gelen tartışma, İslam’ın şer-i hükmü ispat etmedeki metoduna aykırı düşmektedir. Biraz dakik düşünen kimse bunun herhangi bir ideolojinin metoduna da aykırı düştüğünü görür. Mesela; dinin hayattan ayrılma esasına kaim olan kapitalizm ideolojisi, yönetim nizamı ve çözümlerinin kendi esasının cinsinden, ondan fışkırmış olduğunu ve onun neticelerinden olduğunu yekînen idrak eder. Bunun için, davetçinin gayri müslimlerle şer-i hükümleri tartışma anında ilk önce onu Allah’a imana davet etmesini göz önünde bulundurması lazımdır. Sonrada yaratıcının hayattaki işlerini düzenlediğini ve onlarda tasarruf sahibi olduğuna dair onu ikna etmesi gerekir.

b- Müslüman’ın Müslümanlarla tartışması ise; fikri esas yani Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Resuller ve Ahiret gününe iman üzerinde merkezleştirilmez. Çünkü fikri esas tektir. Zira onlar, Allah’ın kanun koyucu olduğu üzerinde hem fikirdirler. Ancak orada gerekli olan nokta şer-i hükmün anlaşılmasına yarayan kaideler ve üzerinde ihtilafın bulunduğu asıllar üzerinde olması gerekir. Zira şer-i hükmü ispat veya alma, şer-i delilin kuvvetine kaimdir.

Akla, maslahata, şartlara, zamana ve mekana mahal yoktur. Buna binaen şayet usuller şer-i değilse bunlar vasıtası ile ulaşılanlarda şer-i hüküm olarak itibar edilmezler ve bu bütün usulüyle birlikte reddedilmiştir. Eğer tartışılan usul şer-i ise o zaman nikaş, istinbat metodu üzerinde yoğunlaşır. Buda şer-i hükmün sıhhat şartları olarak kabul edilen sahih bir içtihad olarak tabir edilir. Davetçi, Müslümanlar sahih metotla istinbat edilmiş olan bir şer-i hükümle muhalefet ettikleri zaman davetçiye düşen, onların görüşlerine ihtiram göstermesi değil, onun görüşünün şüpheli delili bulunduğu müddetçe kendisinin kanaat getirmiş olduğu hükmün delil yönünden daha kuvvetli, anlayış açısında daha dakik olduğu yönünde ispat edip, onunla münakaşa yapması davetçinin üzerine düşen bir görevdir.

Aynı şekilde İslam’da içtihad metodu tabiatı gereği tektir. Müslüman’ın ona muhalefet etmesi caiz değildir. Bu metod şer-i hükmün üzerine indirilmesi gerekli olan vakıayı ve çözümü istenilen problemi anlamaya, sonra bu vaka ile ilgili şer-i delilleri bulmak üzere kaimdir.

Şer-i delilleri hazır ettikten sonra sorun şer-i hükmün anlaşılmasında itimat edilen istidlal metodunu açıklamaktır. Burada istinbat ameliyesi için lazım olan bazı şer-i ilimleri, nesih-mensuh, aam-hass, mutlak-mukayyet, emrin delaleti, mefhum, mantık ve vaazi ile ilgili şer-i hükümleri istinbat etmesi gereklidir. Bu duruma ilk müçtehitlerin ve bunlardan sonra gelen kimselerin fıkıh ve usul kitaplarında rastlamaktayız.

Yine şer-i hükmün taşınması, davet eden ve edilen açısından önem mesafesinde olması, faaliyete itmesi, sabır göstermesi için onun imanla bağlanması İslam’ın davetteki metodundandır. Şer-i hükümlerin açık olarak imanla bağlanmasını bir çok ayetlerde görmekteyiz:

“Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! Rabıtalı bulunun, hem Allah’tan korkun ki felah bulasınız.” (Al-i imran 200)

“Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. (Al-i imran 28)

Ayet burada, Allah’a imanın şer-i hükmün esası olduğuna delalet ediyor.

İslam’ın nikaşta ve hitaptaki metodu davetçinin insanın yaratıldığı, şeriatın indirildiği, Resullerin gönderildiğini idrak etmesini gerekli kılar. Gayenin gerçekleşmesinde de hırs göstermelidir. Her şeyin gayenin ekseninde dönmesi gerekir. Bu gayede ubudiyeti yalnızca Allah’a gerçekleştirmekle tecelli eder.

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar rabbine ibadet et.” (Hicr 99)

“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56)

“De ki: Ben dinimde ihlas ile ancak Allah'a ibadet ederim.” (Zümer 14)

Muhakkak ki biz, bugün İslam davetini mükemmel bir şekilde eda edebilmemiz için Kur-an’ın ve İslam’ın metodunu muhafaza etmemiz zorunluluğu vardır. Davetçinin bu metoda bağlanması, kendisini hevaya uymasından uzaklaştırılıp, Rabbin hidayeti üzerine ve dosdoğru sıratı müstakim üzerinde seyretmesini sağlar.

YIL 12  SAYI 143  ŞABAN 1422  KASIM 2001

Yukarı