Günümüzde, uluslararası ve bölgesel
durumlardan yola çıkarak, İslamî hayatın yeniden
başlatılmasının ve Hilafet Devletinin tekrar ikame
edilmesinin zorlaştığını ve hatta ulaşılamayacak bir
hedef haline geldiğini öne sürenler, savunanlar mevcuttur. Bu
görüşlerini daha da genişletip Amerika’nın ve işbirlikçilerinin
Müslümanların yaşadıkları bölgelere yerleştirdikleri ve
hâla yerleştirmeye de devam ettikleri ordulara karşı İslam
ümmetinin karşı koyma olanakları olmayıp, bulundukları
bozuk halin düzeltilmesinin olağan dışı bir iş
olduğundan, şu anki durumlarının en iyi halleri olduğunu,
daha iyisinin olamayacağını iddia ediyorlar. Bu iddialarını
kanıtlamak için şu örnekleri öne sürmekteler:
1. Yahudi varlığının Filistin’de
yaptığı katliamlara karşı hiç bir yöneticinin (sözde
Müslüman yöneticinin!) yardım amacıyla ordusunu harekete geçirmediği
gibi, Filistin yönetimi de tıpkı Yahudiler gibi hareket
ederek öldürüyor, tutukluyor ve Yahudi varlığına karşı
gelenleri de kanunsuz harekette bulundukları gerekçesiyle
suçluyor. Örneklerine devam ederek diyorlar ki;
2. Amerika kızgınlıkla! Afganistan’da
önüne geldiği yeri bombalayıp, Müslümanları ve hatta
esirleri bile öldürdü. Müslümanların hali ortada iken,
gerek Afganistan’a komşu olan Müslüman ülkeler, gerekse
komşu olmayan diğer Müslüman ülkeler Afganistan halkına
yardım için en ufak bir girişimde bulunmadığı gibi Amerika’ya
kara, hava ve deniz sahalarını açarak daha çok olanaklar tanıdılar.
Bununda ötesinde Afganistanlı yöneticiler Amerika’ya pis ve
vahşi hareketlerinden dolayı destek verdiler. Diğer taraftan;
3. Hindistan’ın Keşmir konusunda kendisine
karşı koyacak ya da, Keşmir bölgesini işgal edeceklere karşı
Amerika’dan aldığı desteğe dikkat buyuruyorlar. Hatta
Keşmir meselesini kendi davası olarak benimsedigini açıklayan,
Hindistana karşı Keşmir konusunda direnen Müslümanları
Pakistan yöneticileri tutuklamakta ve öldürmektedir.
İşte bu gibi örneklerden yola çıkarak,
İslam ümmetinin çaresiz ve güçsüz olduğundan dolayı
Amerika’ya ve işbirlikçilerine karşı koyamayacağını
savunanlar bulunmaktadır. Çünkü Amerika’ya karşı
koyanları Amerika terörist olarak nitelendiriyor ve bu sıfatı
da Müslümanların boynunda asılı bir kılıç haline
getirip, olmadık çirkefliklerini gerçekleştirmek için,
kendinin olduğu gibi Hindistan ve bunlara benzeyenlerin de
(yani yönetiminde bulunan ülkelerin) bu yolu kullandıklarını
belirtmektedirler.
Bu örnekleri verenler; Filistin, Afganistan,
Keşmir olaylarında görüldüğü üzere Müslüman geçinen
yöneticilerin kafirlerle işbirliği halinde olduklarından,
İslamî hayatın yeniden başlatılmasının olanaksız
olduğunu söylemektedirler.
Acaba, gerçekten bütün bu olan bitenler
Müslümanların umutsuzluğa kapılmasına ve aciz konumuna düşmelerine
sebep olabilir mi? Yoksa bütün bu yaşananlar İslam
ümmetinin ciddi çalışması için ve akıllıca hareket
etmeleri için bir itici güç mü olmalıdır? Bu yaşananlar
İslam ümmetinin dinine daha sıkı sarılmaları, hayra doğru
koşarak kendi İslamî devletlerini kurup şanlarına layık
izzete kavuşarak, insanların içinden çıkartılan en
hayırlı ümmet olmalarına bir çıkış noktası mı olmalıdır?
Evet, bütün bu gelişen olayları ele
aldığımızda Müslümanların aciz, bir şey yapamaz halde
olduklarını doğrulamaktayız. Fakat olayları derin bir düşünce
ve araştırma metoduyla yani gerektiği şekilde
irdelediğimizde ve olaylar arasındaki bağlantıları,
olayları bütünüyle ele aldığımızda Müslümanlara yakıştırılan
“acizlik” damgasının doğru olmadığının, sahte
olduğunun kanısına varmaktayız. Aşağıdaki gerçeklerde bu
görüşü doğrular niteliktedir:
1. Müslümanların sahip oldukları akide
canlı ve harekete geçirici bir özelliğe sahiptir. Bu akideye
sahip çıkan, benimseyen ve onunla özdeşleşen kavimler yöneticilerden,
güç sahiplerinden asla korkmazlar. Bu söylenenler hayal değil,
Müslümanların asırlar boyu yaşayarak gözler önüne
serdikleri gerçeklerin ta kendileridir.
Müslümanlar yaşadıkları asırların
meşalesini, medeniyet köşesini temsil etmişlerdir. Müslümanlar
erişilmez bir güce, kudrete sahiptiler. Öyle ki; kafirler
Müslümanlara karşı savaşa hazırlanırlarken; “Acaba Müslümanlardan
en az zararı ne şekilde görürüz” diye binlerce defa
hesap yaparlardı. Şu günlerde Müslümanların içinde
bulunduğu zafiyet, Müslümanların yaşadığı yeni bir durum
değil. Bu zafiyet durumunu Bush’un haçlı seferinden önce,
haçlı savaşlarında ve Tatar akımlarında da
yaşamışlardır. Sonra kafirler İslamın nurunun,
meşalesinin söndüğü vehmine kapıldıkları bir anda yeni
bir meşale alevlenerek davet ve cihad parolasıyla Avrupa
kapılarına kadar dayanarak yanmaya devam etmiştir. Demek ki;
Hilafet Devleti kurulacak, dünyanın en üstün devleti
konumuna gelecektir. İslam kılıcının zirvesi olan cihad
yeniden canlanacak ve Hilafet Devleti bütün müminlere kendi
sancağı altında komuta edecek. Neticede yine İslam ordusuna
yenilmeyen bir ordu gözüyle bakılacaktır.
Bu ütopya değil gerçektir. Nasıl ki;
İslam ümmeti ilk uykusundan kalkmayı başardıysa, 2.
uykusundan da kalkacaktır. Müslümanların kalplerinde bu
hisler mevcut ve taşıdıkları bu hislerle kötülüğü alt
edip, iyiliği (İslamiyeti) âleme taşıyacak gücü tekrar
hareketlendireceklerdir. Çünkü; “cihad-ruhu” farz
olan bir realitedir. Bu realite insanları zinde tutan,
milletleri harekete geçiren bir olguya sahiptir. Tarihte süper
güç olan devletlere de bakacak olursak bu gerçeği çok iyi
algılarız.
2. İslam Ümmeti, krizlerin asla kendisini
ümitsizliğe düşürmesine izin vermeyecek, üstelik bu gibi
durumların kendisine güç verdiği karaktere sahip
yeryüzündeki tek ümmettir. Bu ümmet, her zaman mensup olduğu
İslam dininin son derece mükemmel bir din olduğu bilinciyle
hareket eden, gündüzün ve gecenin birbirini takip ettiği her
yere, sahip oldukları bu bilinci taşımayı kendisine gaye
edinerek hareket eden bir ümmettir.
3. İlmî ve teknikî, vesilelere sahip olmak
İslam ümmetine vaciptir. İslam ümmeti bu gibi vesileleri
elde etmedikleri takdirde günahkar olurlar. İslam ümmeti bu
imkanları dünya nimetine düşkünlüklerinden dolayı değil,
Allah ve Resulüne olan itaatlerini en mükemmel düzeyde
gerçekleştirmek ve sahip olduğu akideyi yeryüzüne hakim kılmak
için elde eder. Bu, Müslümanların Resul (sav) zamanında
Medine’de kurulan İslam Devletinde yaşadığı bir
vakıaydı. Öyle ki; bir kaç sene içerisinde Medine de İslam
Devleti zamanında ağır silah olarak nitelendirilen
mancınığa sahip idi. Daha sonra halife bu mancınığı Frenk
Kralı Sarlman’a hediye etmiş, fakat kral bu silahın içinde
cinlerin, şeytanların bulunduğu korkusuna kapılarak kaçtığı
belirtilmektedir. Yine, Müslümanların halifesi Fatih Sultan
Mehmed’in icat ettiği ve İstanbul surlarını dövdüğü
toplarda bu bapta zikredilmesi gereken harika bir örnektir. O
zaman bu toplardan daha Bizans’ın ve diğer kafirlerin haberi
yoktu.
İşte, bütün bu örneklerde açıkça
ortaya koymaktadır ki; Allah’ın vermiş olduğu vaatle,
Resul (sav)’in müjdesi ve sahip olduğu akidesiyle İslam
ümmeti son derece güçlü bir ümmettir. Şer-i delillerden
hareket ederek farz olan Allah’ın kelimesi ve İslam
Devletinin yeryüzüne hakimiyeti için son güçleriyle çalışırlar.
Kafir devletlere gelince; onlar İslam
ümmetinin içerisine korku salıyor, zayıflık duygusunu
yerleştiriyorlar. Bu kafir devletlerin taşımış oldukları
“Kapitalizm” ideoloji; sömürgeciliğe ve başkalarına ait
olan malları yağmalamaya dayalıdır. Küfür devletlerinin başında
bulunan Amerika’da büyüklenmesi, taşkınlığıyla kendi
gibi diğer kafirlerin dikkatlerini ve öfkelerini üzerine
çekerek sonunu hazırlamaktadır. İnşallah bu lanet olası bu
askeri gücün heder olduğunu hep birlikte göreceğiz. Allah’u
Teâla Kur’an-ı Kerimde bunu destekler mahiyette şöyle
buyuruyor:
“Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler
arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar.
Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli
toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir,
çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr
14)
Allah’ın izniyle galibiyet
bizleredir!..
Şunu da belirtmekte yarar vardır ki; Batılılar ve
akabinde haçlılar, Ortadoğu’da yahut ta Uzakdoğu’da güçlü
bir İslam Devleti kurulduğu takdirde, İslam’ın
yayılacağı ve devletin önünde duran engelleri kaldıracağı
anlamına geldiğini tecrübeleriyle idrak ettiler. Batılılar
bunu, bizzat Endülüs’ün, Sicilya’nın ve son olarakta
İstanbul’un fethedilmesiyle bire bir yaşadılar. Fatih
Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedip, Balkanlardan bir
kısım toprakları sınırları içerisine katmasıyla Avrupa’nın
tamamına ciddi bir korku salmayı başarmış ve İslam
Devletinin manasını kafirlerin zihinlerine nakşetmiştir.
|