Ana Sayfa YIL 13   SAYI 147   ZİLHİCCE 1422   MART 2002 E-Mail

SÜNNET - VAHY İLİŞKİSİ VE PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI -10-

Derleyen: Mehmed Sakin

Bahaddin YÜKSEL

Mesela; Cenabı Allah, Davud (as)’a zırh yapmasını öğretmiştir. Ama zırhın yapılış ilmi onun ne kitabında ne de suhufunda bulunmakta idi. Çünkü diğer insanlar bu ilmi bilmiyorlar ve yapılış tekniği de ellerinde mevcut değildi. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:

“Ona, savaş sıkıntısından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (Enbiya 80)

Allah (cc) Davud (as)’a hükümdarlık, hikmet vermiş ve gerekli olan ilimlerden dilediğini vahyi gayri metluv olarak ona öğretmiştir:

“Allah’ın izniyle onları yendiler. Davud, Calut’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.” (Bakara 251)

Hz. Davud (as)’a vahyi gayri metluv olan vahiy yoluyla bunlar verilmiş, ama Mushaflarında yazılı olmayan ilimlerdi. Cenabı Allah ona bu bilgileri vermekle diğer insanlardan üstün tutmuştur. Eğer bu Mushaf’ta yazılı bir şey olsaydı, Hz. Davud’un kitabında yazılı bir husustan dolayı diğer insanlara üstün olması söz konusu olmayacaktı. Ama Allah (cc), bu bilgileri kitapta olmayarak Resulü Davud (as)’a vahyetmekle diğer insanlardan üstün tutmuş, onu şereflendirmiştir:

“And olsun ki biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, biz, mümin kullarından bir çoğuna üstün tutan Allah’a hamd olsun, dediler.” (Neml 15)

Cenabı Allah onlara verip de kitaplarında yazdırtmadığı bu ilimlerden bir tanesinin de kuş dili olduğunu bize bildirmektedir:

“Süleyman Davud’a varis oldu ve dedi ki : Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftu.” (Neml 16)

Demek ki, Allah (cc), Resullerine bilmeleri gereken her şeyi öğretmektedir. Bunların bir kısmı veya tamamı (kitap verilmeyen Peygamberler için) vahyi gayri metluv olarak bilmektedir. Zira kendisine bir kitap veya bir suhuf verilmemiş olan Nebilerde neyle hükmedeceğini bildiren ilahi hükümler, en azından: “Ey kulum sen benim kulumsun, senin şeriatın tahrif edilmiş ama doğrusunu sana açıkladığım şekliyle falan Peygamberin şu, şu kısmı ve farklı olarak ta şu, şu hükümlerdir” demesi bile sözümüzün doğruluğuna yetmesi için kafidir. Yani bir Nebinin, Nebi olduğunu bildiren ilahi bildiri vahyi gayri metluvdur.

Diğer Peygamberlere bilmeleri gereken şeyleri Allah (cc) öğrettiği gibi, son Nebi Muhammed (as)’e de öğretmiştir.

“Hut’a, bilgi ancak Allah’ın katındadır ...dedi.” (Ahkaf 23)

“De ki: o bilgi, ancak Allah’a mahsustur. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk 26)

Gerekmeyen bilgileri ise öğretmemiştir. Cenabı Allah şöyle buyuruyor:

“Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik, hem bu ona gerekli de değildi. Onun söyledikleri ancak Allah’tan gelmiş bir hatırlatma, açık bir okumadır.” (Yasin 69)

Allah’u Teala, Resul Hz. Peygambere gerekli şeylerin hepsini öğretmiştir. Bu öğretmesi sadece Nebisine vahyi gayri metluv yoluyla olduğu için, “Ey insanlar Allah’ın size olan nimeti ne büyüktür” demiyor, Nebisi Hz. Muhammed (sav)’e hitap ederek; “SANA ne kadarda büyüktür” buyuruyor. Biz, Cenabı Allah’ın bu sözünün ne kadarda aşikar olduğunu görmemiz için ayetin arapça orijinaliyle mealini birlikte vermek istiyoruz. Şöyle buyuruyor alemlerin Rabbi:

“Allah sana kitabı ve HİKMET’İ indirmiş ve SANA bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütfu SANA gerçekten büyük olmuştur." (Nisa 113)

Ayette geçen muhatap sindeki tahsisi sanırım iyice görüyor ve bilmediği şeylerin öğretilmesinde Resulullahın tahsisi yapılıp bundan dolayı Allah’ın, Nebisine lütfu ve kereminin bolluğundan bahsedildiği anlaşılıyordu. Esasen kitap ve hikmet kelimelerinin arasındaki atıf vav’ının mugayyeratı, yani ayrıklığı gerektirdiğini daha önce anlatmış ve kitabın, hikmetten ayrı bir şey olması gerektiğinden bahsetmiştik. (156 Hucciyetus Sünne, Abdulhalık,s.297 Geniş bilgi için bkz. 5. delil)

Ayette kitap ve hikmetin, inzal fiilinde ortak mef-uller olduğunu görüyoruz. Yani; Allah kitabı indirmiştir, kitap vahiydir.

Hikmet, Kur-anın açıklaması olan beyanın ta kendisidir ki; bu görevin kendisine ait olduğunu bildiren Allah (cc), Resulüne bu hikmeti beyanı insanlara açıklamasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah’ı tesbih ederler. Çünkü ümmiler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen odur halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma 1-2)

İşte Nebi (sav), öğrendiği bu gayri metluv vahyi insanlara öğretecek, Kur-anı Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde açıklayacak, dine şerik olmayacaktı. Kur-anın beyanı Allah’a aitti ve Kur-anın bu beyanı Cebrail veya direk hitapla Resulullaha öğretilmiş, Kur-an Resulullaha talim ettirilmişti. Şöyle buyuruyor Allah Subhanehu:

“Battığı zaman and olsun yıldıza ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O kendi arzularına göre de konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi ÖĞRETTİ.” (Necm 1-5)

İşte Cenabı Allah, gerek Kur-an ve gerekse Kur-anın açıklanması olan beyanını (sünnetin insanlara tebliğ edilmesini Resulüne farz kılmaktadır.

“Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez.” (Maide 67)

Hz. Musa (as)’ın yaptığı karşılıklı konuşmanın kitabından ayrı olduğuna dair Cenabı Allah şöyle buyuruyor

:

“(Allah) Ey Musa, dedi, ben risaletlerimle ve sana konuşmamla seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” (Araf 144)

Atıf edatı olan “vav” mugayyeratı gerektirir. Cenabı Allah işte bu atıf vav’ı ile (sin, lamelif, te), (kef, lamelif, mim, ye) kelimelerini ayırmıştır. Demek ki, Musa (as)’ın risaleleri ayrı şeydir, Allah (cc) ile konuşması da ayrı şeydir.

İşte böylece Cenabı Allah, insanları okuya, okuya bitmeyen bir teoriler yığını olarak Nebilerine indirmemiş, bilakis dinini fıtrata uygun insanların kaldırabileceği bir şekilde, kitaplarda külli bir kaideler, Nebilerin davranışlarında pratik yaşam olarak indirmiş ve kolaylaştırılmıştır.

Böylece şeriat, Allah’ın iki türlü hitabıyla oluşmuştur: Kitap ve beyan (Nebilerin sünnetleri) sözümüze eserinde parmak basan Çelebi şöyle der:“Nebiler, milletleri şeriatlarla mükellef kılar, şeriat ise iki şeyden oluşur: Biri Allah’ın kitabı, diğeri ise Nebisinin sünnetidir.” (161 Es- sünnetül İslamiyye, Rauf çelebi,s.51)

Şu bir gerçektir ki, Resulullah (as) kaybı bilmezdi . O, ancak Allah’ın bildirmesiyle kaybı bilir.(162 Ali İmran,179, Cin 26-27) Bu husus, Kur-anda şöyle ifadesini bulmaktadır:

“De ki: ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum, gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyedilenden başkasına uymam.” (Enam 50)

“De ki: ben Peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.” (Ahkaf 9)

“De ki: ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime her hangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı.” (Araf 188)

Gayb olan şeylerden bir tanesi de kalplerden geçen duyguların, düşüncelerin bilgisidir. Gaybı bilmediği Kur-anda belirtilen sevgili Peygamberimiz hem kendisinin hem de ashabının ve diğer insanların bunu bilmeyeceğini açıklamış. (167 Enam 50) Cenabı Allah’ta, ister gizlensin ister açığa vurulsun bunu sadece kendisinin bileceğini ifade buyurmuştur. (168 Gafir 19; Neml 25, Bakara 284, Ahzab 54)

Nitekim, kalplerde olan duygu ve düşünceleri, yalan veya doğru söyleyenleri; Peygamberimizin bilmediği ve bilmeyeceği için Cenabı Allah, Nebisine şöyle hitap etmiştir:

“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin.” (Tevbe 43)

Kişilerin imanında doğrumu, yalancımı olduğunu Resulullah bilemezdi. Zira bu hususta Allah (cc) kendisine henüz bir vahiyde bulunmamıştı. Henüz diyoruz, çünkü daha sonra bunları Hz. Peygambere Allah vahiyle bildirmiştir.

Demek ki, kalpteki fikir ve düşünceler, iman veya küfür ne Nebinin ne de diğer insanların bile bileceği bir şeydir. Zaten böyle olduğu için Cenabı Allah müminlere şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, iyi anlayın iyi dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin.” (Nisa 94)

Ayetlerden şeksiz ve şüphesiz anlaşılıyor ki; Resuller ve diğer insanlar kalplerdeki iman ve küfrü diğer duygu ve düşünceleri bilemezler. Zaten bilebileceklerini iddia edenler, Kur-anın bu hakikatlarına kör kalmış olanlardır.

O halde şöyle bir soru sorulsa ne dersiniz: Peygamber gayb olan kalplerin bilgisini bilmediği, Allah bir vahiyle de bildirmediği halde Nebisine hiç “bil” der mi? Böyle bir soruya karşılık ne dersiniz?

Sanıyorum Cenabı Allah’ın şu ayetini okuyarak cevabını verirsiniz:

“Allah her insana, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler...” (Bakara 286)

“Ey Rabbimiz, gücümüzün yetmeyeceği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı.” (Bakara 286)

Nitekim Peygamber Efendimize Gaybla ilgili üç soru sorulmuş, Peygamber Efendimizde bunları yarın haber vereceğini söylemesi üzerine şu ayet nazil olmuştur:

“Allah’ın dilemesine bağlamadıkça; hiçbir şey için, bunu yarın yapacağım, deme.” (Kehf 23-24)

YIL 13   SAYI 147   ZİLHİCCE 1422   MART 2002

Yukarı