Mesela;
Cenabı Allah, Davud (as)’a zırh yapmasını öğretmiştir.
Ama zırhın yapılış ilmi onun ne kitabında ne de suhufunda
bulunmakta idi. Çünkü diğer insanlar bu ilmi bilmiyorlar ve
yapılış tekniği de ellerinde mevcut değildi. Şöyle
buyuruyor yüce Rabbimiz:
“Ona,
savaş sıkıntısından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik.
Artık şükredecek misiniz?”
(Enbiya 80)
Allah
(cc) Davud (as)’a hükümdarlık, hikmet vermiş ve gerekli
olan ilimlerden dilediğini vahyi gayri metluv olarak ona öğretmiştir:
“Allah’ın
izniyle onları yendiler. Davud, Calut’u
öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet
verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.” (Bakara
251)
Hz.
Davud (as)’a vahyi gayri metluv olan vahiy yoluyla bunlar
verilmiş, ama Mushaflarında yazılı olmayan ilimlerdi.
Cenabı Allah ona bu bilgileri vermekle diğer insanlardan
üstün tutmuştur. Eğer bu Mushaf’ta yazılı bir şey
olsaydı, Hz. Davud’un kitabında yazılı bir husustan dolayı
diğer insanlara üstün olması söz konusu olmayacaktı. Ama
Allah (cc), bu bilgileri kitapta olmayarak Resulü Davud (as)’a
vahyetmekle diğer insanlardan üstün tutmuş, onu şereflendirmiştir:
“And
olsun ki biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir.
Onlar, biz, mümin kullarından bir çoğuna
üstün tutan Allah’a hamd olsun, dediler.” (Neml
15)
Cenabı
Allah onlara verip de kitaplarında yazdırtmadığı bu
ilimlerden bir tanesinin de kuş dili olduğunu bize
bildirmektedir:
“Süleyman
Davud’a varis oldu ve dedi ki : Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi
ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftu.”
(Neml 16)
Demek
ki, Allah (cc), Resullerine bilmeleri gereken her şeyi öğretmektedir.
Bunların bir kısmı veya tamamı (kitap verilmeyen Peygamberler
için) vahyi gayri metluv olarak bilmektedir. Zira kendisine bir
kitap veya bir suhuf verilmemiş olan Nebilerde neyle hükmedeceğini
bildiren ilahi hükümler, en azından: “Ey kulum sen benim
kulumsun, senin şeriatın tahrif edilmiş ama doğrusunu sana açıkladığım
şekliyle falan Peygamberin şu, şu kısmı ve farklı olarak
ta şu, şu hükümlerdir” demesi bile sözümüzün doğruluğuna
yetmesi için kafidir. Yani bir Nebinin, Nebi olduğunu bildiren
ilahi bildiri vahyi gayri metluvdur.
Diğer
Peygamberlere bilmeleri gereken şeyleri Allah (cc) öğrettiği
gibi, son Nebi Muhammed (as)’e de öğretmiştir.
“Hut’a,
bilgi ancak Allah’ın katındadır ...dedi.” (Ahkaf
23)
“De
ki: o bilgi, ancak Allah’a mahsustur. Ben ise
sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk 26)
Gerekmeyen
bilgileri ise öğretmemiştir. Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Biz
ona (Peygambere) şiir öğretmedik, hem bu ona gerekli de
değildi. Onun söyledikleri ancak Allah’tan gelmiş bir
hatırlatma, açık bir okumadır.”
(Yasin 69)
Allah’u
Teala, Resul Hz. Peygambere gerekli şeylerin hepsini öğretmiştir.
Bu öğretmesi sadece Nebisine vahyi gayri metluv yoluyla olduğu
için, “Ey insanlar Allah’ın size olan nimeti ne büyüktür”
demiyor, Nebisi Hz. Muhammed (sav)’e hitap ederek; “SANA ne
kadarda büyüktür” buyuruyor. Biz, Cenabı Allah’ın bu sözünün
ne kadarda aşikar olduğunu görmemiz için ayetin arapça
orijinaliyle mealini birlikte vermek istiyoruz. Şöyle
buyuruyor alemlerin Rabbi:
“Allah
sana kitabı ve HİKMET’İ indirmiş ve SANA bilmediğini öğretmiştir.
Allah’ın lütfu SANA gerçekten büyük olmuştur."
(Nisa
113)
Ayette
geçen muhatap
sindeki tahsisi sanırım iyice görüyor
ve bilmediği şeylerin öğretilmesinde Resulullahın tahsisi
yapılıp bundan dolayı Allah’ın, Nebisine lütfu ve
kereminin bolluğundan bahsedildiği anlaşılıyordu. Esasen
kitap ve hikmet kelimelerinin arasındaki atıf vav’ının
mugayyeratı, yani ayrıklığı gerektirdiğini daha önce
anlatmış ve kitabın, hikmetten ayrı bir şey olması
gerektiğinden bahsetmiştik. (156 Hucciyetus Sünne, Abdulhalık,s.297
Geniş bilgi için bkz. 5. delil)
Ayette
kitap ve hikmetin, inzal
fiilinde
ortak mef-uller olduğunu görüyoruz. Yani; Allah kitabı
indirmiştir, kitap vahiydir.
Hikmet,
Kur-anın açıklaması olan beyanın ta kendisidir ki; bu görevin
kendisine ait olduğunu bildiren Allah (cc), Resulüne bu
hikmeti beyanı insanlara açıklamasını emretmiş ve şöyle
buyurmuştur:
“Göklerde
ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim
olan Allah’ı tesbih ederler. Çünkü ümmiler arasından kendilerine
ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti
öğreten bir Peygamber gönderen odur halbuki onlar önceden
apaçık bir sapıklık içindeydiler.”
(Cuma 1-2)
İşte
Nebi (sav), öğrendiği bu gayri metluv vahyi insanlara öğretecek,
Kur-anı Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde açıklayacak,
dine şerik olmayacaktı. Kur-anın beyanı Allah’a aitti ve
Kur-anın bu beyanı Cebrail veya direk hitapla Resulullaha öğretilmiş,
Kur-an Resulullaha talim ettirilmişti. Şöyle buyuruyor Allah
Subhanehu:
“Battığı
zaman and olsun yıldıza ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı
ve batıla inanmadı. O kendi arzularına göre de
konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası
değildir. Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi ÖĞRETTİ.”
(Necm
1-5)
İşte
Cenabı Allah, gerek Kur-an ve gerekse Kur-anın açıklanması
olan beyanını (sünnetin insanlara tebliğ edilmesini Resulüne
farz kılmaktadır.
“Ey
Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu
yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna
hidayet vermez.”
(Maide 67)
Hz.
Musa (as)’ın yaptığı karşılıklı konuşmanın
kitabından ayrı olduğuna dair Cenabı Allah şöyle buyuruyor
:
“(Allah)
Ey Musa, dedi, ben risaletlerimle ve sana konuşmamla seni
insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden
ol.” (Araf 144)
Atıf
edatı olan
“vav” mugayyeratı gerektirir. Cenabı
Allah işte bu atıf vav’ı ile (sin, lamelif, te), (kef,
lamelif, mim, ye) kelimelerini ayırmıştır. Demek ki, Musa
(as)’ın risaleleri ayrı şeydir, Allah (cc) ile konuşması
da ayrı şeydir.
İşte
böylece Cenabı Allah, insanları okuya, okuya bitmeyen bir
teoriler yığını olarak Nebilerine indirmemiş, bilakis
dinini fıtrata uygun insanların kaldırabileceği bir
şekilde, kitaplarda külli bir kaideler, Nebilerin davranışlarında
pratik yaşam olarak indirmiş ve kolaylaştırılmıştır.
Böylece
şeriat, Allah’ın iki türlü hitabıyla oluşmuştur: Kitap
ve beyan (Nebilerin sünnetleri) sözümüze eserinde parmak
basan Çelebi şöyle der:“Nebiler, milletleri şeriatlarla
mükellef kılar, şeriat ise iki şeyden oluşur: Biri Allah’ın
kitabı, diğeri ise Nebisinin sünnetidir.” (161 Es-
sünnetül İslamiyye, Rauf çelebi,s.51)
Şu
bir gerçektir ki, Resulullah (as) kaybı bilmezdi . O, ancak
Allah’ın bildirmesiyle kaybı bilir.(162 Ali İmran,179, Cin
26-27) Bu husus, Kur-anda şöyle ifadesini bulmaktadır:
“De
ki:
ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum, gaybı
da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyedilenden başkasına uymam.”
(Enam 50)
“De
ki:
ben Peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne
yapılacağını da bilmem.”
(Ahkaf 9)
“De
ki:
ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime her hangi bir
fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı
bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir
fenalık dokunmazdı.”
(Araf 188)
Gayb
olan şeylerden bir tanesi de kalplerden geçen duyguların, düşüncelerin
bilgisidir. Gaybı bilmediği Kur-anda belirtilen sevgili Peygamberimiz
hem kendisinin hem de ashabının ve diğer insanların bunu
bilmeyeceğini açıklamış. (167 Enam 50) Cenabı Allah’ta,
ister gizlensin ister açığa vurulsun bunu sadece kendisinin
bileceğini ifade buyurmuştur. (168 Gafir 19; Neml 25, Bakara
284, Ahzab 54)
Nitekim,
kalplerde olan duygu ve düşünceleri, yalan veya doğru söyleyenleri;
Peygamberimizin bilmediği ve bilmeyeceği için Cenabı Allah,
Nebisine şöyle hitap etmiştir:
“Allah
seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice
belli olup sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin
verdin.” (Tevbe 43)
Kişilerin
imanında doğrumu, yalancımı olduğunu Resulullah bilemezdi.
Zira bu hususta Allah (cc) kendisine henüz bir vahiyde bulunmamıştı.
Henüz diyoruz, çünkü daha sonra bunları Hz. Peygambere
Allah vahiyle bildirmiştir.
Demek
ki, kalpteki fikir ve düşünceler, iman veya küfür ne
Nebinin ne de diğer insanların bile bileceği bir şeydir.
Zaten böyle olduğu için Cenabı Allah müminlere şöyle
buyurmuştur:
“Ey
iman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, iyi
anlayın iyi dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici
menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin.”
(Nisa
94)
Ayetlerden
şeksiz ve şüphesiz anlaşılıyor ki; Resuller ve diğer
insanlar kalplerdeki iman ve küfrü diğer duygu ve düşünceleri
bilemezler. Zaten bilebileceklerini iddia edenler, Kur-anın bu
hakikatlarına kör kalmış olanlardır.
O
halde şöyle bir soru sorulsa ne dersiniz: Peygamber gayb
olan kalplerin bilgisini bilmediği, Allah bir vahiyle de
bildirmediği halde Nebisine hiç “bil” der mi? Böyle bir
soruya karşılık ne dersiniz?
Sanıyorum
Cenabı Allah’ın şu ayetini okuyarak cevabını verirsiniz:
“Allah
her insana, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler...”
(Bakara 286)
“Ey
Rabbimiz, gücümüzün yetmeyeceği işlerden bizi sorumlu
tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı.”
(Bakara
286)
Nitekim
Peygamber Efendimize Gaybla ilgili üç soru sorulmuş,
Peygamber Efendimizde bunları yarın haber vereceğini söylemesi
üzerine şu ayet nazil olmuştur:
“Allah’ın
dilemesine bağlamadıkça; hiçbir şey için, bunu yarın yapacağım, deme.”
(Kehf 23-24)
|