Lügatte; birleme mânasına gelen bu kelime,
İslam ıstılahında; tek olan Allah’ın birliğine ve ilahlığına
inanmaktır. İşte bu siyasi kelimenin ilk tohumu, Allah’ın
Resulü Muhammed (sav)’a hıra dağında vahyin gelmesiyle
beraber atılmıştır.
“Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!”
(Müzzemmil
1)
“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla
O'na yönel.” (Müzzemmil 8)
Yukarıdaki ayetlerin kendisine vahiy edilmesiyle
beraber, Allah’ın ona; “kalk ve insanlara tebliğ
et” emrini almasıyla, yeryüzünde yeni bir hayatın
başlatılması yönünde ilk adım atılmış oldu.
Yeni başlayacak olan bu mücadele, kıyamete
dek devam edecek olan mukaddes ilahi bir davadır. Bu dava öyle
bir davadır ki, tüm insanlığın davası olacak ve hiçbir
zamanda değişmeyecektir. Zira, beşerin dünya hayatı içerisinde
şereflice var olması ve onunla alakalı tüm hususları içeren
bir davadır. Dikkat edilecek olursa bu dava ortaya çıkınca,
Allah Resulünün; “Allah’tan başka ilah yoktur”
diye haykırmasını ve karşılaşacağı bunca meşakkat
ve zorluklara rağmen ilahi çizgiden ayrılmaması konunun
ciddiyetini ve önemini ayrıca vurgulamaktadır. O dönemde,
yani İslam dininin ilk kıvılcımının atıldığı dönemde
insanlar servet dağılımı ve adalet yönünden bir
toplumun düşebileceği en alt seviyede idi. Öyle ki
küçük bir azınlık malı ve otoriteyi elinde bulundurarak
ekseriyeti oluşturan çoğunluğa meydan okuyup onları, açlığa
sefalete ve köleliğe mahkum ediyor ve onlara hiçbir değer
vermiyorlardı. İşte böyle bir ortamda Resulullah (sav) bu
dava yolunda ilerlerken, ilk adımlarını Allah’tan başka
ilah bulunmadığına şahadet etmeye davet ederek atmış ve böylelikle
yüce Allah’ı insanlara tanıtarak, Onun gücü ve
kudretini göstererek yalnızca ona ibadet edileceğine ve
yalnız ondan yardım dilenileceğine yöneltmek istemiştir.
Tabi ki, bu iş böyle kolaylıkla olmamıştır. Bu uğurda
öylesine eziyet ve çileler çekmişlerdir ki, insanın yaşam
sınırını zorlamıştır. Onlar İslam’a giren Resulullah
(sav)’e tâbi olan ashabına karşı zulmetmişlerdir.
Kabiledeki Müslümanlara karşı saldırıp hapsetmek,
dövmek, açlık ve susuzluk gibi işkencelere maruz
bırakmışlardır. Ayrıca Mekke’nin kavurucu sıcağı
altında onlara işkenceler yapmışlardır. Bunun örnekleri
güzide sahabelerin hayatında mevcuttur. Aşağıdaki misal
yapılan işkencelerin ne denli ağır ve zor olduğunu gözler
önüne sermektedir.
Said b. Cübeyr naklediyor: Abdullah b. Abbas’a
(ra) dedim ki; müşrikler Peygamberin (sav) sahabelerine
dinlerini bırakmak hususunda mazur sayılabilecekleri kadar
ağır işkenceler yaparlar mıydı? Şu karşılığı verdi
“evet vallahi! Yakaladıkları bir Müslüman’ı öyle
döver, öyle aç ve susuz bırakırlardı ki o Müslüman, yapılan
bu ağır eziyetten ötürü onlara istedikleri şeyi söylemek
zorunda kalır idi. Hatta kendisine “Lat ve Uzza putları
Allah’tan başka iki ilah mıdır? diye sorduklarında
işkencelerden kurtulabilmek için evet derdi. (İbni İshak
El Bidaye 3/59)
Cahiliyyet devri insanları, uluhiyetin insanlar
arasında paylaşılmadığı ve hepsinden üstün bir ilah
olmadığı inancında değillerdi. Allah kelimesi ile
isimlendirdikleri her şeyden üstün bir ilah düşüncesine
sahiptiler. Diğer ilahlar hakkında esas inançları, bu en
üstün ilah olan Allah’ın ilahlığında onların da biraz
nüfuz ve etkisinin bulunduğu, isteklerinin bu yüce ilah
huzurunda makbul olduğu, istek ve arzularının onların
vasıtasıyla tahakkuk ettiği, menfaatleri celp ve zararları
defetmenin onların şefaatine bağlı olduğu noktasında
toplanır. Bütün bu zanları sebebiyle onları ilahlar
edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşıyor ki; bir insan birisini
Allah katında kendisi için şefaatçi edinir, ona dua eder,
ona tazim ve hürmet gösterir, adaklar, kurbanlar sunarsa
bütün bunlar cahiliyyet devri insanları dilinde onu ilah
edinme, ilah seçme adını alır. Yani, hiç şüphesiz onu
ilah edinmiş ve şefaatçiyi Allah’a ortak koşmuş olur.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne
zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar,
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar."
(Yunus
18)
“Sizin Allah’ı bırakıp ta dua
ettikleriniz imdadınıza güçleri yetmediği gibi hatta
kendilerine de yardımları dokunmaz.” (Araf 197)
Resulullah (sav) ve sahabeleri, Mekke toplumunun
içine batmış olduğu bu bataklığı çok iyi bir şekilde
tahlil ettiler. Onların tapınmakta oldukları sahte
ilahların batıl ve boş olduklarını, gerçek güç ve kudret
sahibinin Allah (cc) olduğunu dile getirerek, Mekke
toplumunun tepkisini üzerlerine çekmiş, gelebilecek işkence
ve zulümleri de Allah için peşinen kabul etmiş oldular.
Bir başka misalde ise; Numan b. Beşir (ra) şöyle demiştir:
”Sizler dilediğiniz nimetler içerisindesiniz değil mi?
Allah’a yemin ederim ki, Peygamberimizi görmüştüm. Karnını
doyuracak kötü hurma bile bulamıyordu. Üç gün üç gece
yemek yemeden aç kalmaları, diğer taraftan karınlarına
taş bağlamaları, karınlarını doyurabilmek için deri ve ağaç
yapraklarını yemeleri onların kabul etmiş olduğu davadan
vazgeçmemeleri onların davalarına karşı sebatlılığını
göstermektedir. Bu uğurda ki çekilen ızdıraplar
sayılmayacak kadar çoktur. Neydi onları böylesi ağır
işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...
O çölün kavurucu sıcağında Bilal (ra)’ın
üzerine konulan kaya parçasının olmasına rağmen “Ehad”
(Allah birdir) deyip, dininden vazgeçmediğini ayrıca
onları kızdırmak için bir başka kelime bilseydi eziyet
edilmesi pahasına da olsa bu kelimeleri de söyleyeceğini
belirtmesi onun sahih akideye olan inancının bir göstergesi
değil midir?
Tabi ki, Peygamber (sav)’in çağırmış
olduğu kelime-i tevhid sancağı altında insanların toplanması
gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin dinlerini kapsayan
ilahi bir kelime üzerine insanları çağırmaya
başlamasıydı. Bu ifade edilen cümle ise “La ilaha
illallah” cümlesi idi. Çünkü peygamber efendimizin
insanlara götürmesi için hüküm tek idi. Ancak Peygamber
efendimiz kendisine yapılan zulümlere karşı koyarak “Vallahi
benim için, gönderildiğim bu vazifeyi bırakmak herhangi birinizin
şu güneşten bir parça koparmasından daha kolay değildir”
(Taberani). Diğer bir şekilde ise amcası Ebu Talib’in
Resulullah (sav)’e bu davadan vazgeçmesi için yapmış
olduğu ısrarı üzerine Resulullah (sav) amcası Ebu Talib’e;
“Amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, bu
işten asla vazgeçmem. Ya Allah dinini galip kılar ya da ben
bu uğurda ölürüm” diye amcasının ısrarını geri
çevirmiştir.
Müslümanlar üzerine yapılan zulümlerin
olmasına rağmen Resul (sav) ve sahabesi kesinlikle kendi
davalarından vazgeçmediler. Bununla beraber göğüslerini
gerip onların yaptıklarını içlerine atıp davalarında yürümeye
devam ettiler. Neydi onları böylesi ağır işkencelere ve
çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...
Ayrıca, Resulullahın peygamber olarak gönderildiği
o dönemde Mekke toplumu hatta Arap yarım adasındaki ahlaki
seviye, düşülebilecek en alt noktada idi. Haksızlık ve zulümlerde
hat safhaya ulaşmış idi. Kendi elleri ile yapmış
oldukları kendine bile faydası olmayan sahte ilahlardan yani
putlardan medet umarak cehalet çukurunun dibine batmış olan
Mekke’nin liderleri karşısına çıkmış ve aleme ışık
tutacak olan İslam güneşinden bir hayli rahatsız olmuşlar
ve tepkilerini hemen göstermişlerdir. Ancak şu noktayı
hesaplarına katamamışlardır ki o nokta; delilden neşet
ederek vakaya mutabık kesin bir tasdikle İslam’a sarılıp
iman eden kişilerin Allah için canlarını bile seve seve
verebilecek yüksek şahsiyetlerden oluşan bir grubun, bir
hareketin oluşu idi. İşte bu harekette bulunan Resulünde
göklerdeki yıldızlara benzettiği yüksek şahsiyetler
yukarıda da izah ettiğimiz gibi onların yani Mekkeli müşriklerin
yapmış oldukları insanlığa sığmaz onca eziyetlere
sabredip, göğüs germişlerdir.
Karşılaştıkları her musibete onlar
sabrettiler, kendi nefisleri için ayrılacak bütün paylardan
vazgeçerek yeryüzünde hiçbir karşılık beklemeden iman
ettikleri bu dinin taşıyıcıları olarak kendilerine yapılan
bu zulme karşı bir kardeşlik içerisinde Tevhid sancağı
altında tek bir vücut oldular. Neydi onları böylesi ağır
işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...
Şayet bu dava ilk adımı atılırken bir
kavmiyet davası, bir içtimai dava, bir ahlak davası, bir
ıstılah hareketi, La ilahe illallah‘ın yanında
başka bir şiarında yükselişi olmuş olsaydı hiç şüphesiz
bu dava Allah’a mahsus bir dava olmayacaktı. Ve de böylesi işkence
ve zulümlerde buna mukabil vuku bulmayacaktı. Dikkat edilecek
olursa; “La ilahe illallah” sancağının dikilmesi,
bu gibi yollara tevessül etmeden zorluklarla dolu olan bir
istikametin takip edilişi elbette ki hakimiyetin kayıtsız
şartsız Allah’a verilişinin açık bir göstergesidir.
Dikkatlice düşünülüp incelenmesi gereken davanın ana
noktası burasıdır. İslam dininin tabiatı gereğince
davanın bu şekilde taşınması ve dava erlerinin de bu
şekilde hareket etmesi gerekirdi. Zira o mübarek insanlarda bu
şekilde hareket etmişlerdi.
Bu din bir hayat nizamı olup, gerçek hayatın
pratiğine hükmetmek, bütün hayatı kendi hükmü altına
almak için gelmiştir. Bu din doğrudan doğruya hayatın bütün
noktalarıyla ilgilenen şümullü bir dindir. Bunun için
İslam akidesini kabul etmek, Allah’tan başka hiç kimseye
hakimiyet hakkı tanımayan, Allah’tan başka hakimiyet hakkı
tanıyanlara da hayat hakkı vermeyen ve bu esasa istinaden,
İslam’dan gayri her türlü düşünce ve hükmü reddeden
bir dini esas alması demektir.
Mekke toplumu başta Ebu Cehiller ve Ebu
Lehebler olmak üzere bu esası iyi bildiklerinden dolayı Müslümanlara
karşı böylesi acımasız taarruzlara kalkışmışlardır.
Ancak karşılarında bunca işkenceler ve zulümlere rağmen göğüs
gererek hakkı haykıran seslerin yükselişini ve çoğalışını
hayretle izlerken kendilerinin de yok oluşlarını
hissettiklerinde, başta bir hiç olarak gördükleri bu
insanlarla anlaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır.
Mekke müşrikleri Resul (sav)’e gelerek
ona Mekke’nin en güzel kızlarını, istediği kadar mal ve mülkün
verilmesini hatta devlet reisliğinin verilmesini teklif
etmeleri, gelinen noktanın büyüklüğünü ve ciddiyetini
gözler önüne açıkça sermektedir. Eğer Resulullah bu
teklifleri kabul etmiş olsaydı bunca eziyetler ve işkenceler
olmayacak, kısa bir zamanda insanlar etrafında toplanacak idi.
Resulullah (sav) neden bu yola hiç tevessül etmedi?
Tevessül etmemekle kalmayıp bizzat onları yani Mekke
toplumunu karşısına düşman alarak şartları zor olan bir
yola başvurdu.
Gerçek realite şudur ki; İtikadî bir
nizam, bir temel, bir kaide olmadan yada yerleşmeden evvel
diğer bütün değer ölçüleri ve hükümleri tutarsız
olacaktır. Tutarsız olan bu değer ölçüleri üzerine bina
edilecek gerek ahlaki, gerekse sosyal bütün prensipler
geçerli olmayacaktır. Çünkü bütün bunları koruyucu,
zaptedici ve kaynağını teşkil eden akideden mahrum
oluşudur. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (sav) Mekke’nin
bütün tekliflerini reddetmiş, ilk başta akide noktasında
yani kelimeyi tevhid noktasında odaklaşmıştır. Hal böyle
olunca hareket noktasının ilk adımları akide üzerinde
yoğunluk kazanırken, mevcut olan küfür akidelerine de
çatarak dinin temeli de pürüzsüz bir şekilde atılmış
oldu. Akla kanaat kalbe güven verici bir şekilde doğru ve
sağlam delilden çıkan akideye sarılışın tek nedeni budur.
İşte güzide sahabelerin bu denli sanki insan üstü bir
direnişi, bir haykırışı bu sağlam akideye sahip
oluşlarından dolayı bu sağlam akidenin gerektirdiklerini hakkıyla
vermişlerdir. Resulullah (sav) onları cennetle müjdelerken,
onların gözünde dünya hayatı o anda bir hiçe dönüşmüştür.
Mal, mülk, servet, süslü hayat, makam ve mevkiler cennet
nimetleri karşısında değersiz olduğunu idrak ederek
hayatlarını bu uğurda feda etmişlerdir
İbn Mesud (ra) diyor ki:
“Siz Allah Resulü’nün
Sahabelerinden daha çok oruç tutuyor, daha çok namaz kılıyor,
daha fazla yoruluyorsunuz. Halbuki onlar sizden yine hayırlı
idi” Niçin ya Eba Abdurrahman? diye sorunca “Çünkü
onlar dünyaya karşı ilgisiz, ahirete düşkün idiler! diye
cevap verdi. (El Hılye: 1/136)
Tabi ki, bu gelişmeler bu şekilde cereyan
etmiş ve davanın önemini güzel bir şekilde sergilenmiştir.
Yukarıda zikretmiş olduğumuz hadiselerin vuku bulmasıyla
beraber Resul ve sahabesi bunlara katlanmayı bilmişlerdir.
Ayrıca bu zulümler olmasına rağmen çalışmalarını
devam ettirmişler ve başarıyı elde etmişlerdi. Bu davayı
diğer insanlara götürürken zamanlarını kendi nefisleri
için değil iman etmiş oldukları Allah’ın dininin taşıyıcısı
olmuşlar ve bu davanın başarısını da elde etmişlerdir.
Musab b. Umeyr (ra) kendisi Mekke’de olmasına rağmen Medine
ve diğer mekanlara gidip insanları ve kabileleri tevhid
sancağı altında toplanmaları için gayret göstermiş, müşriklerden
sadır olacak zulümleri de hiçe sayarak, Allah’a olan inancını
sabitleştirmiştir. Çünkü Allah’u Teala ayeti
kerimesinde buyurduğu gibi;
“Ey iman edenler. Siz Allah’ın dinine
yardım ederseniz Allah’ta size yardım eder, ayaklarınızı
sabit kılar.” (Muhammed 7)
Ayet-i kerimenin gösterdiği gibi, Allah’ın
dininin güzel bir şekilde üstlenilmesi, Allah’ın o kişiye
olan yardımını esirgenmeyeceğini de vurgulamaktadır.
Allah’u Teala başka bir ayet-i kerimesinde ise şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse
ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada
hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak
gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin
olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa,
işte bunların çalışmaları makbuldür.” (İsra
18-19)
Yukarıdaki ayetlerde geçtiği gibi, mümine
yaraşır olan şey; Allah’u Teala’nın emirleri ve
nehiyleri doğrultusunda ahirete yönelik bir çaba ve gayret
içerisinde şahsiyetli bir hayat sürmesidir. Zira dünya hayatı
geçici ve ahiret hayatı karşısında değersizdir. Bu
hayati nokta bir müminin hayat nişanı olursa Allah’u Teala’nın
belirttiği gibi, dünya hayatı içerisindeki çalışmaları
ve gayretleri Allah katında makbul olur. İlk dava erlerinin,
yani sahabe-i kiramın hayat düsturları bu idi. Eğer onlar bu
şekilde hayatı analiz etmiş olmasalar idi, İslam davası
Arap yarımadasından dışarı çıkmayacak orada bölgesel bir
dini akım olarak kalacak idi. Gerek İslam akidesinin yapısı
itibari ile gerekse Resulullah ve sahabelerin bu akidenin
gereğini hakkıyla idrak etmelerinden dolayı bu dava kısa bir
zamanda büyümüş bırakın Arap yarımadasını bütün kıtalarda
tek doğru din ve nizam olarak yerini almış, elhamdülillah
bizlere kadar ulaşmıştır. Yalnız 1924’te batılılar ve
onun hain uşaklarının sinsice ve haince çalışmaları
neticesinde hayattan uzaklaştırılmıştır. İşte bu
noktadan itibaren bu mübarek yük, bizlerin yani,
Müslümanların omuzlarına yüklenmiştir. Şu an için bu
mukaddes yükü bizlerin omuzlaması aynı güzide sahabelerin
yüklenişi gibi bizlerinde yüklenmesi hayati bir farzdır. Böylesi
bir konumda ne yapacağız şeklinde yeni bir yol, yeni bir
metot çizmeye hiç gerek yoktur. Zaten böyle bir yetki de,
Allah tarafından hiçbir kula verilmemiştir. Yapılacak olan
iş asrı saadete derin bir bakışla bakmak sahabelerin,
hayatını tefekkür etmek yeterli olacaktır. İslam dininin
ilk temelinin atıldığı o dönemler bizim için örnek teşkil
etmekte ve Resulullah (sav)’in hayatı bizim için rehber
olmaktadır.
Yeryüzüne yüzümüzü çevirecek olursak,
dünün Ebu Cehillerinin misyonunu bugün, Amerika başta
olmak üzere batılı kafirlerin ve onların Müslümanların
başlarında bulunan hain yöneticilerinin yüklendiğini görürüz.
Müslümanların boynunda bir halifeye biat bulunmadan yarım yüzyıldan
fazla bir zaman geçmiştir. Halbuki şer’an üç günden
fazla bir halife bulunmadan, Müslümanların öylece kalması
asla caiz değildir. İslam topraklarında küfür sultasının
yani hakimiyeti ve idaresinin bulunmasına susmak, kayıtsız
kalmak caiz değildir. Bu durum İslam’ın ahkamlarının
hayat sahasından kaybedilmesine yol açar. Allah’u Teala şöyle
buyuruyor:
“Siz cahilliye hükmünü mü istiyorsunuz.
İmanlı insanlara Allah’ın hükmünden daha güzel bir
hüküm mü vardır?” (Maide 50)
Allah’u Teala’nın da ayeti kerimesinde
belirttiği gibi, hükümlerin en güzeli olan Allah’ın hükümlerinin
uygulanması yolunda sahabelerin göstermiş olduğu örnekler
çerçevesinde bütün varımızla çalışmalıyız. Zira
bundan başka yapacak başka bir alternatifimiz yoktur. Bundan
dolayıdır ki; İslam’a davet edecek yeryüzünde Hilafeti
ikamet etmek için, marufun emredilip, münkerin nehyedilmesi
için sahih bir kitleyle çalışmamız üzerimize elzem bir
farzdır. Resulullahın bu işi yani üzerine yüklenen davanın
ağırlığını hissettiği zaman eşine (Hz. Haticeye); “Ey
Hatice bugün den sonra rahatlık yoktur.” sözünü hatırlayarak
işimizin zor olduğunu, ancak bir o kadarda şerefli ve onurlu
bir iş olduğunu bilmemiz gerekir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri
dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz
Allah'ın tarafını tutanlardır.” (Maide 56)
|