Ana Sayfa YIL 13   SAYI 147   ZİLHİCCE 1422   MART 2002 E-Mail

DAVANIN İLK KIVILCIMI, KELİME-İ TEVHİD

M. Ebu Yasin

Lügatte; birleme mânasına gelen bu kelime, İslam ıstılahında; tek olan Allah’ın birliğine ve ilahlığına inanmaktır. İşte bu siyasi kelimenin ilk tohumu, Allah’ın Resulü Muhammed (sav)’a hıra dağında vahyin gelmesiyle beraber atılmıştır.

“Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!” (Müzzemmil 1)

“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel.” (Müzzemmil 8)

Yukarıdaki ayetlerin kendisine vahiy edilmesiyle beraber, Allah’ın ona; “kalk ve insanlara tebliğ et” emrini almasıyla, yeryüzünde yeni bir hayatın başlatılması yönünde ilk adım atılmış oldu.

Yeni başlayacak olan bu mücadele, kıyamete dek devam edecek olan mukaddes ilahi bir davadır. Bu dava öyle bir davadır ki, tüm insanlığın davası olacak ve hiçbir zamanda değişmeyecektir. Zira, beşerin dünya hayatı içerisinde şereflice var olması ve onunla alakalı tüm hususları içeren bir davadır. Dikkat edilecek olursa bu dava ortaya çıkınca, Allah Resulünün; “Allah’tan başka ilah yoktur” diye haykırmasını ve karşılaşacağı bunca meşakkat ve zorluklara rağmen ilahi çizgiden ayrılmaması konunun ciddiyetini ve önemini ayrıca vurgulamaktadır. O dönemde, yani İslam dininin ilk kıvılcımının atıldığı dönemde insanlar servet dağılımı ve adalet yönünden bir toplumun düşebileceği en alt seviyede idi. Öyle ki küçük bir azınlık malı ve otoriteyi elinde bulundurarak ekseriyeti oluşturan çoğunluğa meydan okuyup onları, açlığa sefalete ve köleliğe mahkum ediyor ve onlara hiçbir değer vermiyorlardı. İşte böyle bir ortamda Resulullah (sav) bu dava yolunda ilerlerken, ilk adımlarını Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahadet etmeye davet ederek atmış ve böylelikle yüce Allah’ı insanlara tanıtarak, Onun gücü ve kudretini göstererek yalnızca ona ibadet edileceğine ve yalnız ondan yardım dilenileceğine yöneltmek istemiştir. Tabi ki, bu iş böyle kolaylıkla olmamıştır. Bu uğurda öylesine eziyet ve çileler çekmişlerdir ki, insanın yaşam sınırını zorlamıştır. Onlar İslam’a giren Resulullah (sav)’e tâbi olan ashabına karşı zulmetmişlerdir. Kabiledeki Müslümanlara karşı saldırıp hapsetmek, dövmek, açlık ve susuzluk gibi işkencelere maruz bırakmışlardır. Ayrıca Mekke’nin kavurucu sıcağı altında onlara işkenceler yapmışlardır. Bunun örnekleri güzide sahabelerin hayatında mevcuttur. Aşağıdaki misal yapılan işkencelerin ne denli ağır ve zor olduğunu gözler önüne sermektedir.

Said b. Cübeyr naklediyor: Abdullah b. Abbas’a (ra) dedim ki; müşrikler Peygamberin (sav) sahabelerine dinlerini bırakmak hususunda mazur sayılabilecekleri kadar ağır işkenceler yaparlar mıydı? Şu karşılığı verdi “evet vallahi! Yakaladıkları bir Müslüman’ı öyle döver, öyle aç ve susuz bırakırlardı ki o Müslüman, yapılan bu ağır eziyetten ötürü onlara istedikleri şeyi söylemek zorunda kalır idi. Hatta kendisine “Lat ve Uzza putları Allah’tan başka iki ilah mıdır? diye sorduklarında işkencelerden kurtulabilmek için evet derdi. (İbni İshak El Bidaye 3/59)

Cahiliyyet devri insanları, uluhiyetin insanlar arasında paylaşılmadığı ve hepsinden üstün bir ilah olmadığı inancında değillerdi. Allah kelimesi ile isimlendirdikleri her şeyden üstün bir ilah düşüncesine sahiptiler. Diğer ilahlar hakkında esas inançları, bu en üstün ilah olan Allah’ın ilahlığında onların da biraz nüfuz ve etkisinin bulunduğu, isteklerinin bu yüce ilah huzurunda makbul olduğu, istek ve arzularının onların vasıtasıyla tahakkuk ettiği, menfaatleri celp ve zararları defetmenin onların şefaatine bağlı olduğu noktasında toplanır. Bütün bu zanları sebebiyle onları ilahlar edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşıyor ki; bir insan birisini Allah katında kendisi için şefaatçi edinir, ona dua eder, ona tazim ve hürmet gösterir, adaklar, kurbanlar sunarsa bütün bunlar cahiliyyet devri insanları dilinde onu ilah edinme, ilah seçme adını alır. Yani, hiç şüphesiz onu ilah edinmiş ve şefaatçiyi Allah’a ortak koşmuş olur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar." (Yunus 18)

“Sizin Allah’ı bırakıp ta dua ettikleriniz imdadınıza güçleri yetmediği gibi hatta kendilerine de yardımları dokunmaz.” (Araf 197)

Resulullah (sav) ve sahabeleri, Mekke toplumunun içine batmış olduğu bu bataklığı çok iyi bir şekilde tahlil ettiler. Onların tapınmakta oldukları sahte ilahların batıl ve boş olduklarını, gerçek güç ve kudret sahibinin Allah (cc) olduğunu dile getirerek, Mekke toplumunun tepkisini üzerlerine çekmiş, gelebilecek işkence ve zulümleri de Allah için peşinen kabul etmiş oldular. Bir başka misalde ise; Numan b. Beşir (ra) şöyle demiştir: ”Sizler dilediğiniz nimetler içerisindesiniz değil mi? Allah’a yemin ederim ki, Peygamberimizi görmüştüm. Karnını doyuracak kötü hurma bile bulamıyordu. Üç gün üç gece yemek yemeden aç kalmaları, diğer taraftan karınlarına taş bağlamaları, karınlarını doyurabilmek için deri ve ağaç yapraklarını yemeleri onların kabul etmiş olduğu davadan vazgeçmemeleri onların davalarına karşı sebatlılığını göstermektedir. Bu uğurda ki çekilen ızdıraplar sayılmayacak kadar çoktur. Neydi onları böylesi ağır işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...

O çölün kavurucu sıcağında Bilal (ra)’ın üzerine konulan kaya parçasının olmasına rağmen “Ehad” (Allah birdir) deyip, dininden vazgeçmediğini ayrıca onları kızdırmak için bir başka kelime bilseydi eziyet edilmesi pahasına da olsa bu kelimeleri de söyleyeceğini belirtmesi onun sahih akideye olan inancının bir göstergesi değil midir?

Tabi ki, Peygamber (sav)’in çağırmış olduğu kelime-i tevhid sancağı altında insanların toplanması gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin dinlerini kapsayan ilahi bir kelime üzerine insanları çağırmaya başlamasıydı. Bu ifade edilen cümle ise “La ilaha illallah” cümlesi idi. Çünkü peygamber efendimizin insanlara götürmesi için hüküm tek idi. Ancak Peygamber efendimiz kendisine yapılan zulümlere karşı koyarak “Vallahi benim için, gönderildiğim bu vazifeyi bırakmak herhangi birinizin şu güneşten bir parça koparmasından daha kolay değildir” (Taberani). Diğer bir şekilde ise amcası Ebu Talib’in Resulullah (sav)’e bu davadan vazgeçmesi için yapmış olduğu ısrarı üzerine Resulullah (sav) amcası Ebu Talib’e; “Amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, bu işten asla vazgeçmem. Ya Allah dinini galip kılar ya da ben bu uğurda ölürüm” diye amcasının ısrarını geri çevirmiştir.

Müslümanlar üzerine yapılan zulümlerin olmasına rağmen Resul (sav) ve sahabesi kesinlikle kendi davalarından vazgeçmediler. Bununla beraber göğüslerini gerip onların yaptıklarını içlerine atıp davalarında yürümeye devam ettiler. Neydi onları böylesi ağır işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...

Ayrıca, Resulullahın peygamber olarak gönderildiği o dönemde Mekke toplumu hatta Arap yarım adasındaki ahlaki seviye, düşülebilecek en alt noktada idi. Haksızlık ve zulümlerde hat safhaya ulaşmış idi. Kendi elleri ile yapmış oldukları kendine bile faydası olmayan sahte ilahlardan yani putlardan medet umarak cehalet çukurunun dibine batmış olan Mekke’nin liderleri karşısına çıkmış ve aleme ışık tutacak olan İslam güneşinden bir hayli rahatsız olmuşlar ve tepkilerini hemen göstermişlerdir. Ancak şu noktayı hesaplarına katamamışlardır ki o nokta; delilden neşet ederek vakaya mutabık kesin bir tasdikle İslam’a sarılıp iman eden kişilerin Allah için canlarını bile seve seve verebilecek yüksek şahsiyetlerden oluşan bir grubun, bir hareketin oluşu idi. İşte bu harekette bulunan Resulünde göklerdeki yıldızlara benzettiği yüksek şahsiyetler yukarıda da izah ettiğimiz gibi onların yani Mekkeli müşriklerin yapmış oldukları insanlığa sığmaz onca eziyetlere sabredip, göğüs germişlerdir.

Karşılaştıkları her musibete onlar sabrettiler, kendi nefisleri için ayrılacak bütün paylardan vazgeçerek yeryüzünde hiçbir karşılık beklemeden iman ettikleri bu dinin taşıyıcıları olarak kendilerine yapılan bu zulme karşı bir kardeşlik içerisinde Tevhid sancağı altında tek bir vücut oldular. Neydi onları böylesi ağır işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları ve çalışmaları?...

Şayet bu dava ilk adımı atılırken bir kavmiyet davası, bir içtimai dava, bir ahlak davası, bir ıstılah hareketi, La ilahe illallah‘ın yanında başka bir şiarında yükselişi olmuş olsaydı hiç şüphesiz bu dava Allah’a mahsus bir dava olmayacaktı. Ve de böylesi işkence ve zulümlerde buna mukabil vuku bulmayacaktı. Dikkat edilecek olursa; “La ilahe illallah” sancağının dikilmesi, bu gibi yollara tevessül etmeden zorluklarla dolu olan bir istikametin takip edilişi elbette ki hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a verilişinin açık bir göstergesidir. Dikkatlice düşünülüp incelenmesi gereken davanın ana noktası burasıdır. İslam dininin tabiatı gereğince davanın bu şekilde taşınması ve dava erlerinin de bu şekilde hareket etmesi gerekirdi. Zira o mübarek insanlarda bu şekilde hareket etmişlerdi.

Bu din bir hayat nizamı olup, gerçek hayatın pratiğine hükmetmek, bütün hayatı kendi hükmü altına almak için gelmiştir. Bu din doğrudan doğruya hayatın bütün noktalarıyla ilgilenen şümullü bir dindir. Bunun için İslam akidesini kabul etmek, Allah’tan başka hiç kimseye hakimiyet hakkı tanımayan, Allah’tan başka hakimiyet hakkı tanıyanlara da hayat hakkı vermeyen ve bu esasa istinaden, İslam’dan gayri her türlü düşünce ve hükmü reddeden bir dini esas alması demektir.

Mekke toplumu başta Ebu Cehiller ve Ebu Lehebler olmak üzere bu esası iyi bildiklerinden dolayı Müslümanlara karşı böylesi acımasız taarruzlara kalkışmışlardır. Ancak karşılarında bunca işkenceler ve zulümlere rağmen göğüs gererek hakkı haykıran seslerin yükselişini ve çoğalışını hayretle izlerken kendilerinin de yok oluşlarını hissettiklerinde, başta bir hiç olarak gördükleri bu insanlarla anlaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır.

Mekke müşrikleri Resul (sav)’e gelerek ona Mekke’nin en güzel kızlarını, istediği kadar mal ve mülkün verilmesini hatta devlet reisliğinin verilmesini teklif etmeleri, gelinen noktanın büyüklüğünü ve ciddiyetini gözler önüne açıkça sermektedir. Eğer Resulullah bu teklifleri kabul etmiş olsaydı bunca eziyetler ve işkenceler olmayacak, kısa bir zamanda insanlar etrafında toplanacak idi. Resulullah (sav) neden bu yola hiç tevessül etmedi? Tevessül etmemekle kalmayıp bizzat onları yani Mekke toplumunu karşısına düşman alarak şartları zor olan bir yola başvurdu.

Gerçek realite şudur ki; İtikadî bir nizam, bir temel, bir kaide olmadan yada yerleşmeden evvel diğer bütün değer ölçüleri ve hükümleri tutarsız olacaktır. Tutarsız olan bu değer ölçüleri üzerine bina edilecek gerek ahlaki, gerekse sosyal bütün prensipler geçerli olmayacaktır. Çünkü bütün bunları koruyucu, zaptedici ve kaynağını teşkil eden akideden mahrum oluşudur. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (sav) Mekke’nin bütün tekliflerini reddetmiş, ilk başta akide noktasında yani kelimeyi tevhid noktasında odaklaşmıştır. Hal böyle olunca hareket noktasının ilk adımları akide üzerinde yoğunluk kazanırken, mevcut olan küfür akidelerine de çatarak dinin temeli de pürüzsüz bir şekilde atılmış oldu. Akla kanaat kalbe güven verici bir şekilde doğru ve sağlam delilden çıkan akideye sarılışın tek nedeni budur. İşte güzide sahabelerin bu denli sanki insan üstü bir direnişi, bir haykırışı bu sağlam akideye sahip oluşlarından dolayı bu sağlam akidenin gerektirdiklerini hakkıyla vermişlerdir. Resulullah (sav) onları cennetle müjdelerken, onların gözünde dünya hayatı o anda bir hiçe dönüşmüştür. Mal, mülk, servet, süslü hayat, makam ve mevkiler cennet nimetleri karşısında değersiz olduğunu idrak ederek hayatlarını bu uğurda feda etmişlerdir

İbn Mesud (ra) diyor ki: “Siz Allah Resulü’nün Sahabelerinden daha çok oruç tutuyor, daha çok namaz kılıyor, daha fazla yoruluyorsunuz. Halbuki onlar sizden yine hayırlı idi” Niçin ya Eba Abdurrahman? diye sorunca “Çünkü onlar dünyaya karşı ilgisiz, ahirete düşkün idiler! diye cevap verdi. (El Hılye: 1/136)

Tabi ki, bu gelişmeler bu şekilde cereyan etmiş ve davanın önemini güzel bir şekilde sergilenmiştir. Yukarıda zikretmiş olduğumuz hadiselerin vuku bulmasıyla beraber Resul ve sahabesi bunlara katlanmayı bilmişlerdir. Ayrıca bu zulümler olmasına rağmen çalışmalarını devam ettirmişler ve başarıyı elde etmişlerdi. Bu davayı diğer insanlara götürürken zamanlarını kendi nefisleri için değil iman etmiş oldukları Allah’ın dininin taşıyıcısı olmuşlar ve bu davanın başarısını da elde etmişlerdir. Musab b. Umeyr (ra) kendisi Mekke’de olmasına rağmen Medine ve diğer mekanlara gidip insanları ve kabileleri tevhid sancağı altında toplanmaları için gayret göstermiş, müşriklerden sadır olacak zulümleri de hiçe sayarak, Allah’a olan inancını sabitleştirmiştir. Çünkü Allah’u Teala ayeti kerimesinde buyurduğu gibi;

“Ey iman edenler. Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah’ta size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed 7)

Ayet-i kerimenin gösterdiği gibi, Allah’ın dininin güzel bir şekilde üstlenilmesi, Allah’ın o kişiye olan yardımını esirgenmeyeceğini de vurgulamaktadır. Allah’u Teala başka bir ayet-i kerimesinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” (İsra 18-19)

Yukarıdaki ayetlerde geçtiği gibi, mümine yaraşır olan şey; Allah’u Teala’nın emirleri ve nehiyleri doğrultusunda ahirete yönelik bir çaba ve gayret içerisinde şahsiyetli bir hayat sürmesidir. Zira dünya hayatı geçici ve ahiret hayatı karşısında değersizdir. Bu hayati nokta bir müminin hayat nişanı olursa Allah’u Teala’nın belirttiği gibi, dünya hayatı içerisindeki çalışmaları ve gayretleri Allah katında makbul olur. İlk dava erlerinin, yani sahabe-i kiramın hayat düsturları bu idi. Eğer onlar bu şekilde hayatı analiz etmiş olmasalar idi, İslam davası Arap yarımadasından dışarı çıkmayacak orada bölgesel bir dini akım olarak kalacak idi. Gerek İslam akidesinin yapısı itibari ile gerekse Resulullah ve sahabelerin bu akidenin gereğini hakkıyla idrak etmelerinden dolayı bu dava kısa bir zamanda büyümüş bırakın Arap yarımadasını bütün kıtalarda tek doğru din ve nizam olarak yerini almış, elhamdülillah bizlere kadar ulaşmıştır. Yalnız 1924’te batılılar ve onun hain uşaklarının sinsice ve haince çalışmaları neticesinde hayattan uzaklaştırılmıştır. İşte bu noktadan itibaren bu mübarek yük, bizlerin yani, Müslümanların omuzlarına yüklenmiştir. Şu an için bu mukaddes yükü bizlerin omuzlaması aynı güzide sahabelerin yüklenişi gibi bizlerinde yüklenmesi hayati bir farzdır. Böylesi bir konumda ne yapacağız şeklinde yeni bir yol, yeni bir metot çizmeye hiç gerek yoktur. Zaten böyle bir yetki de, Allah tarafından hiçbir kula verilmemiştir. Yapılacak olan iş asrı saadete derin bir bakışla bakmak sahabelerin, hayatını tefekkür etmek yeterli olacaktır. İslam dininin ilk temelinin atıldığı o dönemler bizim için örnek teşkil etmekte ve Resulullah (sav)’in hayatı bizim için rehber olmaktadır.

Yeryüzüne yüzümüzü çevirecek olursak, dünün Ebu Cehillerinin misyonunu bugün, Amerika başta olmak üzere batılı kafirlerin ve onların Müslümanların başlarında bulunan hain yöneticilerinin yüklendiğini görürüz. Müslümanların boynunda bir halifeye biat bulunmadan yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiştir. Halbuki şer’an üç günden fazla bir halife bulunmadan, Müslümanların öylece kalması asla caiz değildir. İslam topraklarında küfür sultasının yani hakimiyeti ve idaresinin bulunmasına susmak, kayıtsız kalmak caiz değildir. Bu durum İslam’ın ahkamlarının hayat sahasından kaybedilmesine yol açar. Allah’u Teala şöyle buyuruyor:

“Siz cahilliye hükmünü mü istiyorsunuz. İmanlı insanlara Allah’ın hükmünden daha güzel bir hüküm mü vardır?” (Maide 50)

Allah’u Teala’nın da ayeti kerimesinde belirttiği gibi, hükümlerin en güzeli olan Allah’ın hükümlerinin uygulanması yolunda sahabelerin göstermiş olduğu örnekler çerçevesinde bütün varımızla çalışmalıyız. Zira bundan başka yapacak başka bir alternatifimiz yoktur. Bundan dolayıdır ki; İslam’a davet edecek yeryüzünde Hilafeti ikamet etmek için, marufun emredilip, münkerin nehyedilmesi için sahih bir kitleyle çalışmamız üzerimize elzem bir farzdır. Resulullahın bu işi yani üzerine yüklenen davanın ağırlığını hissettiği zaman eşine (Hz. Haticeye); “Ey Hatice bugün den sonra rahatlık yoktur.” sözünü hatırlayarak işimizin zor olduğunu, ancak bir o kadarda şerefli ve onurlu bir iş olduğunu bilmemiz gerekir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.” (Maide 56)

YIL 13   SAYI 147   ZİLHİCCE 1422   MART 2002

Yukarı