Ana Sayfa YIL 13   SAYI 153   RECEP 1423   EYLÜL 2002 E-Mail

AMERİKA'NIN ""Gücüyle"" MAĞRURLANMASI [1]

Abdullah H. Kudüs

ABD’nin önceki dönem Cumhurbaşkanı B. Clinton’un ikinci dönemdeki yapmış olduğu siyaset, büyük siyasi ve düşünürler arasında rahatsızlık başlatmıştı. B. Clinton özellikle bir çok devletlerarası sorunları tedavi etme hususunda başarısızlık, tereddüt ve zaaflık gösterince; bu durum rahatsızlık verici bir şekilde hissedilmeye başlamıştır. Oysa kendi gücünün büyümesini hissetmek, Amerikan toplumuna sirayet ederek, insanlarda mağrurluk, üstünlük ve kibirliliğin egemen olmasına yol açmıştır. Cumhuriyetçi parti iktidara geçince bu ihsas artmıştır. Eski Dışişleri Başkanı Kissinger; “21. yüzyılın Diplomasisine Doğru” kitabında, kıdemli Amerikan siyasi ortamının içinde dolaşanları şöyle ince şekilde açığa vurmuştur; “Yeni yüzyılın doğuşunda ABD öyle bir üstünlüğe sahip oluyor ki, tarih boyunca en büyük imparatorlar bile böyle üstünlüğe sahip olamadı... Zira, dünyanın her tarafında benzeri olmayan bir imparatorluk elde etmiştir... Kuzey Avrupa ovalarından Doğu Asya’daki cephe hatlarına kadar güçleri yayılmıştır. Neredeyse barış adıyla Amerikan müdahale etme istasyonları daimi askeri bağımlılığa dönüşecektir... ABD kendini dünyadaki demokrasi kuruluşlarının kaynağı ve garantisidir.” Şöyle de ekledi “ABD yatırımcı sermaye için en büyük toplama yerini sağlayarak dünya mali sistemine egemenlik temin etmiştir. Yatırımcılar için en cazibeli barınak ABD olmuştur. Yabancı ihracatçılar için en geniş pazarı hazırladı. Amerikan halk kültürü dünyanın her tarafında zevk ölçülerini tayin eder.”

G. Bush yönetimi dünyanın sorunlarıyla ilgili Amerikan siyaseti çizmeye ve yeni temeller ortaya atmaya başlayınca 11 Eylül olayları meydana gelmiştir. Bu olay yeni Amerikan yönetimine çalışmaya yönelik yeni güç kazandırdı. Bu yönetim bunu istismar ederek yeni temeller ve virajlara göre yeni siyaset kurallarını çizmeye başladı.

Bu durumda Bush’un etrafında bir çok şahin toplandı. 11 Eylül olayı nedeniyle bunlar daha fazla şahin oldular. Bush yönetiminde bulunan güvercinlere kolayca galip geldiler. Muhafazakarlardan Savunma Bakanı Rumsfeld’in yardımcısı Colofitiz ve başkan yardımcısı olan Dick Chenney’in sağ kolu olan Luis Lutherliebi gibi adamlar vitrinde gözüktü, bunlar ve benzerleri Başkana baskıcı bir unsur oluşturdular. Bunlar dış siyaseti daha ziyade emniyet tarafı üzerine tesis etmeye açıkça çağırmaya başladılar. Kuzey Kore, İran, Irak, Filistin, Rusya, Çin ve dünyanın her tarafına yayılan İslamî hareketlere karşı sertleşmeye davet ettiler. Hızlıca Taliban’ın yıkılışı, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan’da üsler kurması ve Pakistan’a mutlak şekilde egemenliğinin gerçekleşmesi; bütün bu hususlar Amerikan yönetimindeki adamların üzerine sihirli bir etken gibi geldi. Bu durum siyasetçileri daha fazla kibirlilik ve üstünlük göstermeye ve diğerlerine aldırış etmemeye sevk etmiştir. Afganistan’da yalancı zaferin tadı Amerika’nın siyasi ortamındaki adamlarını sarhoş etti ve onları birer mağrur kimseler haline getirdi ve artık en yakın müttefiklerine bile değer vermez oldular.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld havaları mağrur olan demeçleriyle doldurdu. Demeçlerinden biri şudur; “Savaşta düşman sana saldırmadan önce ona saldırman gerekir.” Cumhuriyetçi çoğunluğunun lideri Tieri Mac O’line, kongrede konuşma yaparken şöyle dedi; “Başkan bizim görevimizin adaleti ve ordumuzun cesareti hakkında konuşunca hepimiz ayağa kalktık”

İslam memleketlerinin yöneticilerinin teslimiyeti ve boyun eğmeleri devam ettikçe ve kendilerinin yerine Katar Dışişleri Başkanının açıkladığı yalvarma siyasetleri sürdükçe, Amerika; enformasyon araçları önünde bu yöneticilere değer verdiklerine dair göstermelik siyaset, eski diplomatik geleneklere bağlı kalmayacaktır. Öyle ki; Amerika, böylesi yöneticileri açıkça horlamak ve onlara değer vermeme siyaseti izlemeye başladı. Bu yöneticilerin halkları ne tepki gösterirse göstersin artık bunları dahi hesaba katmaz oldu. Zaten bunların halkları olayların korkunç gelişimini idrak edecek seviyede değildir. Çünkü, bu halklar yöneticilerinin değersiz olduklarını, hiçbir etkin rollerinin bulunmadığını, sırf şeklen yönetici ve kendilerini aldattıklarının farkında değillerdir. Amerika, geçmiş dönemde zahirde de onlara itibar veriyordu. Perde arkasında ise onlara hiçbir itibar vermedi. Yeni dönemden itibaren ABD arttık zahirde bu yöneticilere herhangi bir itibar vermez oldu. Ayrıca, bu halklar kendi meseleleriyle bu yöneticilerin oynadıklarının hiç farkında değildi.

Kibirlilik, üstünlük boyasıyla boyanmış ve tek başına hareket etmiş olan Yeni Amerikan siyaseti netleşmişti. Bu siyasetle kendi müttefiklerine ve ajanlarına değer vermez oldu. Kendi ajanlarını teşhir etti. Suudi Arabistan, İran, Mısır, ve Pakistan’daki ajanlarını teşhir ettiği gibi.

ABD Suudi Arabistan’a çatmıştı ve onu selefi okullarında terörist eleman yetiştirmekle itham etmişti. ABD’nin Washington ve New York’ta 11 Eylül bombalamalarıyla itham ettiği 19 kişinin 15’i Suud’lu idi. İran’ın Al-Kaide ve Taliban’dan kaçanları barındırdığı, Hizbullah ve Filistinlilere silah verdiğini itham ederek, ona çattı. Hindistan’ı Pakistan’a musallat kıldı ve Pakistan’ın aşırıları barındırmakla itham etti. Mısır’ı fakirleştirdi, mali, ekonomik ve ticari kayıtlarla kelepçeledi.

ABD’nin kibirliliği, ajanları ve müttefikleri hafife almanın mantığı; 11 Eylül olayları ve Afganistan’da gerçekleştirdiği hızlı zaferle belirginleşmiştir. ABD’nin kendi müttefiklerinin ortaklığının zaruretine bakmaması, o olaylardan ve zaferden kaynaklandı.

İngiltere Başbakanı Tonny Blair’in Amerika’ya yapışma hareketi ve Avrupa’yı da ona yapıştırma çalışmasına rağmen ABD buna aldırış etmedi ve Avrupa’yla menfaatleri ve ganimetleri paylaşmayı kabul etmedi. İngiliz olup NATO genel sekreteri olan George Roberson şöyle açıklamıştı; “Avrupa Amerika’nın askeri gücü seviyesine ulaşması için asker gücünü artırmalıdır. Ayrıca, Amerika Avrupa’nın gücünü artırmasına yardımcı olmalıdır.” Başka yerde şöyle konuştu; “Şüphesiz ki Washington’a müttefiklerin desteği belli sınıra kadar devam eder.” “Şer ekseninin” varlığı hakkında ikna edici deliller istedi.

Ünlü Amerikan gazete yazarı Thomas Fredman “New York Tımes” gazetesinde “NATO’nun sonu” başlığı altında bir makalede ona şöyle cevap verdi: “Amerika dışında NATO’nun varlığı yoktur. Çünkü Avrupa savaşa cephenin arkasında birkaç yüz asker gönderiyor, ondan sonra her türlü fedakarlık gösteren Amerika’yla ganimetleri paylaşmak istiyor!”

Kudüs gazetesinde Gussan El-Azzi adlı gazeteci Amerikan gazetelerinden şunu nakletti; “Avrupalılar ev hizmetçisi rolünü oynuyorlar. Amerikan saldırılarından sonra çöpleri ve kalıntıları topluyorlar. Amerika savaşı başlatır, ondan sonra Avrupalılar barış için çalışıyorlar. Şüphesiz, Amerika Bush’un yönetimiyle tek başına bütün dünyaya liderlik etmek istiyor. Bu sözler açıktır”

Amerika Orta Asya’da birden, hızlıca, kolayca bir zafer elde edince ve büyük menfaatleri tahsil edince müttefikleri ve ajanlarıyla alakası hakkında bakış açısını değiştirmiştir. Hatta, BM’lere veya tesis ettiği NATO paktına artık başvurma gereği dahi duymuyor. Körfez savaşında Güvenlik Konseyine oradan konseyin adıyla kararlar çıkarttırıyordu. Kosova savaşında NATO devletleriyle danışıyordu ve yardımlaşıyordu. Ama, Afganistan savaşından sonraki gelişmelerde hiçbir kimseye danışmadı ve başvuruda bulunmadı. Bush böbürlenerek şöyle dedi: “Müttefiklerle beraber veya yalnız tek başımıza Irak’la savaşacağız.”

Regan yönetiminin çizgisi üzerinde yürüyen oğul Bush’un yönetimi Amerikan gücünün büyümesine paralel gelen yeni dış siyasetin temellerini atmaya başladı.

1947’de ABD Başkanı Harry Truman’ın başlattığı ve soğuk savaş siyasetinin temellerini düşürmek ve “Şer imparatorluğu” olarak adlandırdığı Sovyetler Birliğini devletlerarası platformdan çıkartmak için Regan nasıl çalıştı ise, aynen onun gibi Bush’un vasıflandırdığı soğuk savaş “tereddüt etme ve utanma” siyasetini kaldırmak içindir. Bush on yıla yakın devam eden tereddüt etme ve utanma aşamasını geçip, tek başına ve diğerleriyle ortaklaşmama merhalesine girmek istiyor. Bu siyaset Avrupa’nın kımıldamasına ve harekete geçmesine ve Amerika’nın yeni devletlerarası siyasetinden rahatsızlığı ve kızgınlığı göstermesine sevk etti.

Avrupa-Amerikan ittifakını çatlatan kıvılcım Avrupa siyasetinin filozofu olarak tanınan Dışişleri Bakanı Huber Feder’in demeçleridir. Bu bakan tam cesaretle ve açıkça Amerikan siyasetlerine çatıp, bunların saf ve yüzeysel olduklarını ve Filistinlileri ezen İsrail tarafına çekilmiş olmakla da itham etti. Amerika’dan bağımsız olarak Avrupa’nın hareketini, siyasetini ve görüşlerini savunmasına çağırdı.

Bunu bir çok Avrupalı siyasetçi izledi. Bunlara şu sözü sarf eden Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer; “Dünyadaki en büyük kuvvet altı milyar nüfusu olan bu dünyaya tek başına barışçı bir geleceğe doğru liderlik edemez. ABD müttefikleri onun tabuları değillerdir.” Avrupa komisyonundaki dış ilişkileri çizen İngiliz Kris Paten Feder’in sözlerini tekrarladı ve Amerikan siyasetini yüzeysel olmakla itham etmiştir.

İngiltere Dışişleri Bakanı Jak Stero’da Amerika ile ilgili, Bush’un konuşmasının iç enformasyonluk tüketimiyle ilgili hitabeli sözler olmakla vasıflandırdı. Bu bakanın konuşması Amerikan yönetimini kızdırdı. ABD yönetimi bu bakanın sözlerini reddetti ve Bush’un konuşmasının gerçek olduğunu pekiştirdi.

Amerika’nın dış siyasetle ilgili son davranışlarından dolayı Avrupa tehlikeyi hissetmiştir. Yine Amerika’nın kendilerini bir kenara atmaya başladığını fark etmişlerdir. Blair’de ABD ile nüfuz ve çıkarları paylaşma teşebbüslerinin başarılı olmadığını görmüştür.

Bu nedenle, Avrupa kendisine ait olacak savunma siyasetini çizmiştir. Bu siyasetin bir parçası; Afrika’yla ve oradaki Amerika’nın uzanmasına direnmekle ilgilidir. Bunun delili; birkaç Afrikalı devlete İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanlarının beraberce olan ziyaretler düzenlemeleri, İngiltere Başbakanı Blair’in Batı Afrika Devletlerine yaptığı ziyareti ve Kara Kıtaya yardım etme perdesi altında Avrupa nüfuzunu yerleştirmek üzere İngiltere’yle beraber çalışmak için Fransa’ya yönelttiği çağrıdır.

Avrupa, Rusya ve Çin dünyaya Amerika’nın kendi kuvvetinin egemenliğini kabul ettirmek istediğini anladılar ve buna direnmeye başladılar. Rusya Başkanı şöyle açıkladı; “Eğer devletlerarası ilişkilerin tarzı tek bir gücün egemenliğine dayalı olursa geleceği olmaz.” Bu demeç, Rusya’nın ABD’nin egemenlik siyasetini ret ettiğini gösterir. Fakat bunun demeci siyasetçilerin değil, filozofların sözlerine daha yakındır. Çünkü, bu reddiyeyi geleceğe ve tarihin mantığına bırakıyor. Bu tek taraflı siyaseti durdurmak için Rusya’nın bir şey yapmayacağına delalet eder.

Bu noktada ortaya çıkan husus; Amerika dünyayı yeni devletlerarası virajına soktu. Bu virajın görünüşleri Afganistan’da gerçekleştirdiği zafer, büyük dünyanın buna boyun eğmesi ve buna karşı her hangi bir direnişin bulunmamasıyla gözüktü. Bu nedenle ABD dünyaya karşı kibirlendi ve 11 Eylül olaylarının doğurduğu durumları istismar etti. Şöyle ki; ABD evrensel havaları gerginleştirdi, bölgesel krizleri çözmek yerine patlatmaya yönelik hale soktu, emniyetsizlik ve istikrarsızlığı dünyanın her tarafında yaydı. Bu şekilde, dünyayı kurtaracak ve ona liderlik edecek tek gücün kendisi olduğunu gösterdi. Dünya devletleri ve halklarının görevi ABD’ye boyun eğip itaat etmektir. Bush bunu açıkça söylemişti; “Dünya ancak Amerika’nın liderliği altında istikrarı hissedecektir.”

Afganistan olaylarından sonra ABD Avrupa müttefiklerinin kayıtlarından kurtulmak ve devletlerarası işleri yürütme konusuna katılmalarından kurtulmak, ayrıca da tek başına dünya mesuliyetini taşımak istiyor.

İşte Amerika’nın, Avrupa’nın İran’la, Çin’le veyahut Kuzey Kore’yle anlaşmasını ve yakınlaşmasını engellemeye çalıştığını ve Orta Doğuda varlığını yok etmeye de gayret sarf ettiğini görüyoruz.

Bu nedenle, (ılımlı olarakta adlandırılan) İran liderliğinin Avrupalıyla bir teması olursa ABD bunun yolunu kesiyor. Ayrıca, Çin’i Tayvan adasıyla ve ticaret işleriyle meşgul ediyor. Rusya’yı bir takım lokmalarla, kalıntılarla ve bazı vaatlerle tatmin ederek oyalıyor. Üçüncü dünyayı ağır borçlar altında eziyor ve orada bozgunculuğun yayılmasını sağlıyor. ABD, bu hareketlerle dünya havasının kendisi için istikrarlı olduğunu ve devletlerarası ilişkilerde tek başına liderlik ettiğini sanıyor.

Şu var ki; bu tek başlı ve kibirli siyaset kendisine karşı düşmanlığı ve örgütlenmeyi hazırlatır. Hatta, onunla iş birliği yapanlar, ajanları ve müttefiklerinin kendisine (ABD’ye) karşı kin beslemelerine, onun düşmesi, yıkılışı ve zor duruma düşmesini beklemelerine yol açar.

Zira, kasları göstermek ve omuzun da balta taşıyıp herkesi onunla korkutmak diğerlerinde nefret, düşmanlık ve intikam duygularını kabartır ve alevlendirir. Eğer bir fırsat olursa bu durumu bir düşünceye dönüştürür ve ondan sonra bir eylem meydana getirir. Bu takdirde ABD düşecek ve aleyhine kötü ve yıkıcı neticeler meydana gelecektir. O zaman hiçbir kimse Amerika için; “izzetli bir kişi zelil olursa ona şefkat gösterin” sözünü söylemeyecektir.

İşte, bu durumda dünya halkı ve özellikle İslam halkının ABD’nin zulmünü hissetmelerini, fikre ve ondan sonra amele dönüştürecektir. Ancak, bunun için de fikri ve münasip siyasi ortam oluşmalıdır. O zaman Müslümanların imkanları ve güçleri hissedilir şekilde amellerde gözükecektir. Bunun pratiği izzetli devlet olan Hilafeti kurmaktır. Hilafet Devleti ABD’nin tahtını parçalayacak ve ona kahredecektir. O zaman bütün ezilen halklar sevinecektir. Mağrurluk ve pis işler sahibiyle beraber yerin en derin noktasına düşüp yuvarlanacaktır.

“Mısır'da onu satın alan adam, karısına dedi ki: "Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur. Veya onu evlat ediniriz." İşte böylece (Mısır'da adaletle hükmetmesi) ve kendisine (rüyadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf'u o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (Yusuf 21)

YIL 13  SAYI 153  RECEP 1423  EYLÜL 2002

Yukarı