ABD’nin
önceki dönem Cumhurbaşkanı B. Clinton’un ikinci dönemdeki
yapmış olduğu siyaset, büyük siyasi ve düşünürler arasında
rahatsızlık başlatmıştı. B. Clinton özellikle bir çok
devletlerarası sorunları tedavi etme hususunda başarısızlık,
tereddüt ve zaaflık gösterince; bu durum rahatsızlık verici bir
şekilde hissedilmeye başlamıştır. Oysa kendi gücünün
büyümesini hissetmek, Amerikan toplumuna sirayet ederek,
insanlarda mağrurluk, üstünlük ve kibirliliğin egemen olmasına
yol açmıştır. Cumhuriyetçi parti iktidara geçince bu ihsas
artmıştır. Eski Dışişleri Başkanı Kissinger; “21. yüzyılın
Diplomasisine Doğru” kitabında, kıdemli Amerikan siyasi ortamının
içinde dolaşanları şöyle ince şekilde açığa vurmuştur; “Yeni
yüzyılın doğuşunda ABD öyle bir üstünlüğe sahip oluyor ki,
tarih boyunca en büyük imparatorlar bile böyle üstünlüğe sahip
olamadı... Zira, dünyanın her tarafında benzeri olmayan bir
imparatorluk elde etmiştir... Kuzey Avrupa ovalarından Doğu Asya’daki
cephe hatlarına kadar güçleri yayılmıştır. Neredeyse barış
adıyla Amerikan müdahale etme istasyonları daimi askeri
bağımlılığa dönüşecektir... ABD kendini dünyadaki demokrasi
kuruluşlarının kaynağı ve garantisidir.” Şöyle de ekledi
“ABD yatırımcı sermaye için en büyük toplama yerini sağlayarak
dünya mali sistemine egemenlik temin etmiştir. Yatırımcılar için
en cazibeli barınak ABD olmuştur. Yabancı ihracatçılar için en
geniş pazarı hazırladı. Amerikan halk kültürü dünyanın her
tarafında zevk ölçülerini tayin eder.”
G.
Bush yönetimi dünyanın sorunlarıyla ilgili Amerikan siyaseti
çizmeye ve yeni temeller ortaya atmaya başlayınca 11 Eylül
olayları meydana gelmiştir. Bu olay yeni Amerikan yönetimine çalışmaya
yönelik yeni güç kazandırdı. Bu yönetim bunu istismar ederek
yeni temeller ve virajlara göre yeni siyaset kurallarını çizmeye
başladı.
Bu
durumda Bush’un etrafında bir çok şahin toplandı. 11 Eylül
olayı nedeniyle bunlar daha fazla şahin oldular. Bush yönetiminde
bulunan güvercinlere kolayca galip geldiler. Muhafazakarlardan
Savunma Bakanı Rumsfeld’in yardımcısı Colofitiz ve başkan
yardımcısı olan Dick Chenney’in sağ kolu olan Luis Lutherliebi
gibi adamlar vitrinde gözüktü, bunlar ve benzerleri Başkana
baskıcı bir unsur oluşturdular. Bunlar dış siyaseti daha ziyade
emniyet tarafı üzerine tesis etmeye açıkça çağırmaya
başladılar. Kuzey Kore, İran, Irak, Filistin, Rusya, Çin ve
dünyanın her tarafına yayılan İslamî hareketlere karşı
sertleşmeye davet ettiler. Hızlıca Taliban’ın yıkılışı,
Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan’da üsler kurması ve Pakistan’a
mutlak şekilde egemenliğinin gerçekleşmesi; bütün bu hususlar
Amerikan yönetimindeki adamların üzerine sihirli bir etken gibi
geldi. Bu durum siyasetçileri daha fazla kibirlilik ve üstünlük
göstermeye ve diğerlerine aldırış etmemeye sevk etmiştir.
Afganistan’da yalancı zaferin tadı Amerika’nın siyasi
ortamındaki adamlarını sarhoş etti ve onları birer mağrur
kimseler haline getirdi ve artık en yakın müttefiklerine bile değer
vermez oldular.
ABD
Savunma Bakanı Rumsfeld havaları mağrur olan demeçleriyle
doldurdu. Demeçlerinden biri şudur; “Savaşta düşman sana
saldırmadan önce ona saldırman gerekir.” Cumhuriyetçi çoğunluğunun
lideri Tieri Mac O’line, kongrede konuşma yaparken şöyle dedi; “Başkan
bizim görevimizin adaleti ve ordumuzun cesareti hakkında konuşunca
hepimiz ayağa kalktık”
İslam
memleketlerinin yöneticilerinin teslimiyeti ve boyun eğmeleri
devam ettikçe ve kendilerinin yerine Katar Dışişleri Başkanının
açıkladığı yalvarma siyasetleri sürdükçe, Amerika;
enformasyon araçları önünde bu yöneticilere değer verdiklerine
dair göstermelik siyaset, eski diplomatik geleneklere bağlı
kalmayacaktır. Öyle ki; Amerika, böylesi yöneticileri açıkça
horlamak ve onlara değer vermeme siyaseti izlemeye başladı. Bu yöneticilerin
halkları ne tepki gösterirse göstersin artık bunları dahi
hesaba katmaz oldu. Zaten bunların halkları olayların korkunç
gelişimini idrak edecek seviyede değildir. Çünkü, bu halklar
yöneticilerinin değersiz olduklarını, hiçbir etkin rollerinin
bulunmadığını, sırf şeklen yönetici ve kendilerini aldattıklarının
farkında değillerdir. Amerika, geçmiş dönemde zahirde de onlara
itibar veriyordu. Perde arkasında ise onlara hiçbir itibar
vermedi. Yeni dönemden itibaren ABD arttık zahirde bu yöneticilere
herhangi bir itibar vermez oldu. Ayrıca, bu halklar kendi
meseleleriyle bu yöneticilerin oynadıklarının hiç farkında
değildi.
Kibirlilik,
üstünlük boyasıyla boyanmış ve tek başına hareket etmiş
olan Yeni Amerikan siyaseti netleşmişti. Bu siyasetle kendi müttefiklerine
ve ajanlarına değer vermez oldu. Kendi ajanlarını teşhir etti.
Suudi Arabistan, İran, Mısır, ve Pakistan’daki ajanlarını
teşhir ettiği gibi.
ABD
Suudi Arabistan’a çatmıştı ve onu selefi okullarında terörist
eleman yetiştirmekle itham etmişti. ABD’nin Washington ve New
York’ta 11 Eylül bombalamalarıyla itham ettiği 19 kişinin 15’i
Suud’lu idi. İran’ın Al-Kaide ve Taliban’dan kaçanları
barındırdığı, Hizbullah ve Filistinlilere silah verdiğini
itham ederek, ona çattı. Hindistan’ı Pakistan’a musallat
kıldı ve Pakistan’ın aşırıları barındırmakla itham etti.
Mısır’ı fakirleştirdi, mali, ekonomik ve ticari kayıtlarla
kelepçeledi.
ABD’nin
kibirliliği, ajanları ve müttefikleri hafife almanın mantığı;
11 Eylül olayları ve Afganistan’da gerçekleştirdiği hızlı
zaferle belirginleşmiştir. ABD’nin kendi müttefiklerinin ortaklığının
zaruretine bakmaması, o olaylardan ve zaferden kaynaklandı.
İngiltere
Başbakanı Tonny Blair’in Amerika’ya yapışma hareketi ve
Avrupa’yı da ona yapıştırma çalışmasına rağmen ABD buna
aldırış etmedi ve Avrupa’yla menfaatleri ve ganimetleri paylaşmayı
kabul etmedi. İngiliz olup NATO genel sekreteri olan George
Roberson şöyle açıklamıştı; “Avrupa Amerika’nın
askeri gücü seviyesine ulaşması için asker gücünü artırmalıdır.
Ayrıca, Amerika Avrupa’nın gücünü artırmasına yardımcı
olmalıdır.” Başka yerde şöyle konuştu; “Şüphesiz
ki Washington’a müttefiklerin desteği belli sınıra kadar devam
eder.” “Şer ekseninin” varlığı hakkında ikna edici
deliller istedi.
Ünlü
Amerikan gazete yazarı Thomas Fredman “New York Tımes”
gazetesinde “NATO’nun sonu” başlığı altında bir makalede
ona şöyle cevap verdi: “Amerika dışında NATO’nun
varlığı yoktur. Çünkü Avrupa savaşa cephenin arkasında birkaç
yüz asker gönderiyor, ondan sonra her türlü fedakarlık gösteren
Amerika’yla ganimetleri paylaşmak istiyor!”
Kudüs
gazetesinde Gussan El-Azzi adlı gazeteci Amerikan gazetelerinden
şunu nakletti; “Avrupalılar ev hizmetçisi rolünü
oynuyorlar. Amerikan saldırılarından sonra çöpleri ve kalıntıları
topluyorlar. Amerika savaşı başlatır, ondan sonra Avrupalılar
barış için çalışıyorlar. Şüphesiz, Amerika Bush’un
yönetimiyle tek başına bütün dünyaya liderlik etmek istiyor.
Bu sözler açıktır”
Amerika
Orta Asya’da birden, hızlıca, kolayca bir zafer elde edince ve büyük
menfaatleri tahsil edince müttefikleri ve ajanlarıyla alakası
hakkında bakış açısını değiştirmiştir. Hatta, BM’lere
veya tesis ettiği NATO paktına artık başvurma gereği dahi
duymuyor. Körfez savaşında Güvenlik Konseyine oradan konseyin adıyla
kararlar çıkarttırıyordu. Kosova savaşında NATO devletleriyle
danışıyordu ve yardımlaşıyordu. Ama, Afganistan savaşından
sonraki gelişmelerde hiçbir kimseye danışmadı ve başvuruda
bulunmadı. Bush böbürlenerek şöyle dedi: “Müttefiklerle
beraber veya yalnız tek başımıza Irak’la savaşacağız.”
Regan
yönetiminin çizgisi üzerinde yürüyen oğul Bush’un yönetimi
Amerikan gücünün büyümesine paralel gelen yeni dış siyasetin
temellerini atmaya başladı.
1947’de
ABD Başkanı Harry Truman’ın başlattığı ve soğuk savaş
siyasetinin temellerini düşürmek ve “Şer imparatorluğu”
olarak adlandırdığı Sovyetler Birliğini devletlerarası
platformdan çıkartmak için Regan nasıl çalıştı ise, aynen
onun gibi Bush’un vasıflandırdığı soğuk savaş “tereddüt
etme ve utanma” siyasetini kaldırmak içindir. Bush on yıla
yakın devam eden tereddüt etme ve utanma aşamasını geçip, tek
başına ve diğerleriyle ortaklaşmama merhalesine girmek istiyor.
Bu siyaset Avrupa’nın kımıldamasına ve harekete geçmesine ve
Amerika’nın yeni devletlerarası siyasetinden rahatsızlığı ve
kızgınlığı göstermesine sevk etti.
Avrupa-Amerikan
ittifakını çatlatan kıvılcım Avrupa siyasetinin filozofu
olarak tanınan Dışişleri Bakanı Huber Feder’in demeçleridir.
Bu bakan tam cesaretle ve açıkça Amerikan siyasetlerine çatıp,
bunların saf ve yüzeysel olduklarını ve Filistinlileri ezen
İsrail tarafına çekilmiş olmakla da itham etti. Amerika’dan
bağımsız olarak Avrupa’nın hareketini, siyasetini ve görüşlerini
savunmasına çağırdı.
Bunu
bir çok Avrupalı siyasetçi izledi. Bunlara şu sözü sarf eden
Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer; “Dünyadaki en
büyük kuvvet altı milyar nüfusu olan bu dünyaya tek başına
barışçı bir geleceğe doğru liderlik edemez. ABD müttefikleri
onun tabuları değillerdir.” Avrupa komisyonundaki dış
ilişkileri çizen İngiliz Kris Paten Feder’in sözlerini
tekrarladı ve Amerikan siyasetini yüzeysel olmakla itham etmiştir.
İngiltere
Dışişleri Bakanı Jak Stero’da Amerika ile ilgili, Bush’un
konuşmasının iç enformasyonluk tüketimiyle ilgili hitabeli
sözler olmakla vasıflandırdı. Bu bakanın konuşması Amerikan yönetimini
kızdırdı. ABD yönetimi bu bakanın sözlerini reddetti ve Bush’un
konuşmasının gerçek olduğunu pekiştirdi.
Amerika’nın
dış siyasetle ilgili son davranışlarından dolayı Avrupa
tehlikeyi hissetmiştir. Yine Amerika’nın kendilerini bir kenara
atmaya başladığını fark etmişlerdir. Blair’de ABD ile nüfuz
ve çıkarları paylaşma teşebbüslerinin başarılı
olmadığını görmüştür.
Bu
nedenle, Avrupa kendisine ait olacak savunma siyasetini çizmiştir.
Bu siyasetin bir parçası; Afrika’yla ve oradaki Amerika’nın
uzanmasına direnmekle ilgilidir. Bunun delili; birkaç Afrikalı
devlete İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanlarının beraberce
olan ziyaretler düzenlemeleri, İngiltere Başbakanı Blair’in
Batı Afrika Devletlerine yaptığı ziyareti ve Kara Kıtaya
yardım etme perdesi altında Avrupa nüfuzunu yerleştirmek üzere
İngiltere’yle beraber çalışmak için Fransa’ya yönelttiği
çağrıdır.
Avrupa,
Rusya ve Çin dünyaya Amerika’nın kendi kuvvetinin egemenliğini
kabul ettirmek istediğini anladılar ve buna direnmeye başladılar.
Rusya Başkanı şöyle açıkladı; “Eğer devletlerarası
ilişkilerin tarzı tek bir gücün egemenliğine dayalı olursa
geleceği olmaz.” Bu demeç, Rusya’nın ABD’nin egemenlik
siyasetini ret ettiğini gösterir. Fakat bunun demeci
siyasetçilerin değil, filozofların sözlerine daha yakındır.
Çünkü, bu reddiyeyi geleceğe ve tarihin mantığına
bırakıyor. Bu tek taraflı siyaseti durdurmak için Rusya’nın
bir şey yapmayacağına delalet eder.
Bu
noktada ortaya çıkan husus; Amerika dünyayı yeni devletlerarası
virajına soktu. Bu virajın görünüşleri Afganistan’da gerçekleştirdiği
zafer, büyük dünyanın buna boyun eğmesi ve buna karşı her
hangi bir direnişin bulunmamasıyla gözüktü. Bu nedenle ABD
dünyaya karşı kibirlendi ve 11 Eylül olaylarının doğurduğu
durumları istismar etti. Şöyle ki; ABD evrensel havaları
gerginleştirdi, bölgesel krizleri çözmek yerine patlatmaya
yönelik hale soktu, emniyetsizlik ve istikrarsızlığı dünyanın
her tarafında yaydı. Bu şekilde, dünyayı kurtaracak ve ona
liderlik edecek tek gücün kendisi olduğunu gösterdi. Dünya
devletleri ve halklarının görevi ABD’ye boyun eğip itaat etmektir.
Bush bunu açıkça söylemişti; “Dünya ancak Amerika’nın
liderliği altında istikrarı hissedecektir.”
Afganistan
olaylarından sonra ABD Avrupa müttefiklerinin kayıtlarından kurtulmak
ve devletlerarası işleri yürütme konusuna katılmalarından
kurtulmak, ayrıca da tek başına dünya mesuliyetini taşımak
istiyor.
İşte
Amerika’nın, Avrupa’nın İran’la, Çin’le veyahut Kuzey
Kore’yle anlaşmasını ve yakınlaşmasını engellemeye çalıştığını
ve Orta Doğuda varlığını yok etmeye de gayret sarf ettiğini görüyoruz.
Bu
nedenle, (ılımlı olarakta adlandırılan) İran liderliğinin
Avrupalıyla bir teması olursa ABD bunun yolunu kesiyor. Ayrıca,
Çin’i Tayvan adasıyla ve ticaret işleriyle meşgul ediyor.
Rusya’yı bir takım lokmalarla, kalıntılarla ve bazı vaatlerle
tatmin ederek oyalıyor. Üçüncü dünyayı ağır borçlar altında
eziyor ve orada bozgunculuğun yayılmasını sağlıyor. ABD, bu
hareketlerle dünya havasının kendisi için istikrarlı olduğunu
ve devletlerarası ilişkilerde tek başına liderlik ettiğini
sanıyor.
Şu
var ki; bu tek başlı ve kibirli siyaset kendisine karşı düşmanlığı
ve örgütlenmeyi hazırlatır. Hatta, onunla iş birliği yapanlar,
ajanları ve müttefiklerinin kendisine (ABD’ye) karşı kin
beslemelerine, onun düşmesi, yıkılışı ve zor duruma düşmesini
beklemelerine yol açar.
Zira,
kasları göstermek ve omuzun da balta taşıyıp herkesi onunla
korkutmak diğerlerinde nefret, düşmanlık ve intikam
duygularını kabartır ve alevlendirir. Eğer bir fırsat olursa bu
durumu bir düşünceye dönüştürür ve ondan sonra bir eylem
meydana getirir. Bu takdirde ABD düşecek ve aleyhine kötü ve yıkıcı
neticeler meydana gelecektir. O zaman hiçbir kimse Amerika için; “izzetli
bir kişi zelil olursa ona şefkat gösterin” sözünü
söylemeyecektir.
İşte,
bu durumda dünya halkı ve özellikle İslam halkının ABD’nin
zulmünü hissetmelerini, fikre ve ondan sonra amele dönüştürecektir.
Ancak, bunun için de fikri ve münasip siyasi ortam oluşmalıdır.
O zaman Müslümanların imkanları ve güçleri hissedilir şekilde
amellerde gözükecektir. Bunun pratiği izzetli devlet olan
Hilafeti kurmaktır. Hilafet Devleti ABD’nin tahtını parçalayacak
ve ona kahredecektir. O zaman bütün ezilen halklar sevinecektir.
Mağrurluk ve pis işler sahibiyle beraber yerin en derin noktasına
düşüp yuvarlanacaktır.
“Mısır'da
onu satın alan adam, karısına dedi ki: "Ona değer ver ve güzel
bak! Umulur ki bize faydası olur. Veya onu evlat ediniriz."
İşte böylece (Mısır'da adaletle hükmetmesi) ve kendisine
(rüyadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf'u o yere
yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat
insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (Yusuf 21)
|