Sudan Al-Watan gazetesi 07-05-2002 tarihli 527.
sayılı baskısının baş sayfasında, cevabını almak üzere
Hizb-ut Tahrir’e yönelik 10 soru soruldu. Hizb’in adresini
bilmediği ve dolayısıyla soruları gönderememesi gerekçesiyle;
soruları gazetesinde yayınlamak suretiyle hizbe ulaşmayı
hedeflediğini haklı neden olarak bu girişimde bulunduğunu
belirtmiştir.
Hizb-ut Tahrir Sudan resmi sözcüsü Al-watan
gazetesinin bu girişimi üzerine; bu bağlamda, Hizb’e yöneltilen
10 soruyu yine gazetede yayınlanması şartıyla cevaplayacağını
belirtmesi üzerine, gazete bunu kabullenerek 540. sayısında
20-05-2002 tarihinde resmi sözcünün cevaplarını
yayınlamıştır.
Al Waie Dergisi resmi sözcünün gazeteye
yönelik hitabı ve akabinde de verdiği cevapları
yayınlamıştır.
Bizde Hilafet Dergisi olarak bu yazıyı tercüme
ederek yayınlamayı uygun gördük.
RESMİ SÖZCÜNÜN HİTABI
Muhterem, Al-Watan Gazetesi Genel Yayın Müdürüne
ESSELAMU ALEYKUM VE RAHMETULLAHİ VE BERAKATUHU
Gazetenizin 527. sayısının baş sayfasında 25
Safer 1423/7 Mayıs 2002 tarihinde Hizb-ut Tahrir’e yönelik 10
soru manşetiyle işaret buyurduğunuz konuya ilişkin cevapları
yine soruların yer aldığı baş sayfada yayınlamanız ve
başlığını da belirgin bir biçimde düzenlemeniz şartıyla
sizlere bu 10 soruyla ilişkin cevapları vereceğimizi belirtmek
isteriz.
Sizlere olan sonsuz teşekkürlerimizle.
Ali Said Ali (Abul-Hasan)
Sudan Hizb-ut Tahrir resmi sözcüsü.
CEVAPLAR
Hamd Allah (cc)’ya
mahsustur, Allah’ın elçisi Muhammed (sav)’e, aline, ashabına
ve Ona tabî olanlara selat-u selam olsun.
(Yukarıda belirtilen
sorulara cevap vermeden önce bizler öncelikle iki önemli
gözlemimizi belirtmek istiyoruz.)
BİRİNCİ GÖZLEM
Soruyu yönelten kişi:
“Bu Hizb’in belirli bir adresi
ve merkezi olsaydı bu sorularımızı oraya gönderirdik, her neyse
önemli değil, sorularımızı kamuoyu yoluyla yöneltiyoruz...”
(şeklinde söylediğini aynen metniyle yazıyoruz.) Gerçekten
Hizb-ut Tahrir’in Sudan’daki adresini bilmiyor mu?!
Hizb-ut Tahrir’in Sudan’da
adı ve adresi belirli, resmi sözcüsü ve resmi sözcünün de
resmi ofisiyle, belirli bir merkezi bulunmaktadır. Aynı zamanda
resmi sözcü güncel olaylarla alakalı olarak basın açıklamaları
yapmakta ve açıklamalarının altına da açık bir şekilde
adresini belirtmektedir. Bu beyanatları da basın yayın
organlarına göndermektedir.
Acaba bu soruları soran
kişiye hiç mi Hizbin beyanlarından ulaşmadı?! Şunu da belirtelim
ki; bir kaç ay önce resmi sözcü, basın konferansı düzenleyeceği
çağrısında bulunarak zamanını ve mekanını ayarladı ve buna
ilişkin bir çok gazetede ilanlar yayınlattı. Fakat bu
konferansı gerçekleştirmesine çok az bir zaman kala resmi
sözcü tutuklandı ve bu tutuklanma haberini de gerek Sudan
gazeteleri, gerekse yabancı gazeteler yayınladı. Acaba bu
soruları soran kişinin bu olan bitenden hiç mi haberi yok?!
Her neyse... İster soru sahibi hizbin adresini
bilsin veya hizbi tanımasın. Bu durumun bize bir zararı yok.
Hizb-ut Tahrir’e gelince; bu hizib gerek,
Sudan’ın içinde gerekse Sudan’ın dışında herkesçe
bilinmektedir. Buraya kadar yaptığımız açıklamalar soru
sahibinin Hizb-ut Tahrir’in Sudan’daki sorumlusu hakkındaki -Acaba
yerin üstünde mi? yoksa yerin altında mı?- diye sorduğu 6.
sorunun da cevabını teşkil etmektedir. Umarız bu vesile ile de
resmi sözcünün adresinin son derece açık-seçik olduğu ve
Hizb-ut Tahrir’in de yerin üzerinde yer aldığı, bilakis soruyu
soran kişinin yeraltında bulunduğu ve yerin üzerinde ne olup
bittiğinden habersiz olduğu anlaşılır.
İKİNCİ GÖZLEM
Şüphesiz ki sorulan sorulardan bir çoğu oldukça
gariptir. Eğer İslam ahlak anlayışımız olmasaydı bu
soruların yabancı dilde hazırlanmış olduğunu, soruyu soran
kişinin de bunu Arapça’ya tercüme etmiş olduğunu söyleyecektik.
Bu sorulardan bazıları, ev ahalisinin halini hatırını değil de
daha çok onları rahatsız etmek amacıyla açılan telefona
benzemektedir. Örneğin 1. sorusunda; Hizb-ut Tahrir’in içindeki
tahrir (kurtuluş) kelimesinin, frenk hareketinde yer alan tahrir
(kurtuluş) kelimesiyle bağlantısı nedir? ve
Hizb-ut Tahrir hangi kurtuluşu hedeflemektedir? diye sormaktadır.
Soru sahibi iyi biliyor ki; burada geçen kurtuluş ifadesinin
şununla-bununla hiç bir alakası yoktur. Olmadığı gibi sorulan
soru da oldukça yersizdir. Yine örnek olarak, soru sahibi 3.
sorusunda: Hizbin Türk Osmanlı Hilafetinin
geri gelmesi için çağrıda bulunduğunu iddia ederek, şu andaki
Türkiye’nin laik ve Hilafet anlayışından da uzak olduğunu
ilave etmektedir. Bu şekilde Hilafet-Türkiye-Laiklik kavramlarını
birbirine karıştırmaktadır. Bunu yaparken de hiç şüphesiz ki
bunların yanlış olduğunu, Türkiye-Hilafet-Laiklik gibi
kavramlar arasında hiçbir bağlantının bulunmadığını da çok
iyi bilmektedir. Yine örnek olarak sunacak olursak; 10. sorusunda; Hizbin
ticari aktiviteleri var mı? sermayesi dış destekli
mi? Ticaretteki hedefi de hizbin aktivitesini finanse etmek mi?
Hizbin yabancılara ait olan kısmı nedir? Yabancı destekçileri
varsa bu aktivitelerin arkasında kimler yer almaktadır?
Soru sahibi burada -EĞER VARSA- ifadesini
kullanmasıyla tarafsızlık rolü üstlenmektedir ve bu ifadesiyle
sorusunun başındaki kötü niyetini örtbas etmektedir. Aynı
bunun benzeri bir durumda 5. sorusunda; (Hizbe dışardan
gelen direktifler, talimatlar ve finansmanlar...) gibi
ifadesinde hizbe zarar vermek istediği ve Hizb hakkında
aydınlanmak istemediği anlaşılmaktadır.
Her neyse... Bizler soru sahibinin sorularına
son verdiği anda kullandığı; (Allah maksatların hakikatini
en iyi bilendir) ifadesini alarak bu ifadenin de zahirine itibar
ederek, soru sahibinin iyi niyetli olduğunu ve belirttiği gibi
hakikatleri öğrenmek istediğini farz ederek sorularını
cevaplıyoruz:
1. SORUNUN CEVABI:
Hizb-ut Tahrir; ideolojisi İslam olan siyasi
bir partidir. Amacı; Raşidi Hilafet Devletini kurarak; yargı,
siyaset, ekonomi ve sosyal hayatın her safhasında tam olarak
İslamî hükümleri uygulayarak, İslam beldelerini tek bayrağın
gölgesinde, tek devlet ve İslam ümmetinin insanlar içerisinde en
seçkin ümmet olduğunu kanıtlamak için tek halifenin emri altında
birleştirmek; İslam devletini dünyanın en üstün devleti kılarak,
davet ve cihad yoluyla İslam davetini dünyaya taşıyarak, dünya
zirvelerinden en ücra köşesine kadar her noktada hakkı hakim
konuma getirmektir.
Tahrir (kurtuluş) kelimesinin delalet
ettiği noktaya gelince: Hizip, “tahrir” kelimesini
kendisine isim olarak benimsemiştir. Bu kelimenin anlamı ise;
İslam beldelerini ve Müslümanları fikren ve fiilen sömürgeci
kafir ve onların işbirlikçi yöneticilerden kurtarmak ve
Müslümanlara ait İslam topraklarında bulunan kafirlerle ilişkili
siyasi, askeri ve kültürel kökleri tamamen kurutmaktır. Zira bir
devlet -velev ki- şer-î hükümleri uygulasa dahi İslamın ve Müslümanların
emniyeti yine Müslümanların elinde olmadıkça şer’an orasına
İslam devleti denemez. Yani aktif yönetim ve emniyet birimleri
İslam’a ait olmak zorundadır ve böylesi bir devlette ne olursa
olsun kafirlerin etkisi asla söz konusu olamaz. Dolayısıyla
Hizip; “TAHRİR” (kurtuluş) kelimesini kendisinden ayrılmayan
bir sıfat olarak kabul etmiştir. Bu sebeple Hizb-ut Tahrir kafir
devletlerin ve Müslümanların başında bulunan, kafirlerle işbirliği
içerisinde olan, yönettikleri halklara karşı hıyanetlik
ağları ören yöneticilerin plan ve hilelerini ortaya çıkarmayı,
İslam ümmetini İslamî kültürle donatmayı ve şer-î
hükümler çerçevesinde ümmetin çıkarlarını korumayı, idarî
yönetmeliğinde belirttiği üzere kendisine ilke olarak benimsemiştir.
Karnak hareketinde belirtilen TAHRİR (kurtuluş)
kelimesine gelince: bu kavramla Sudan’ın kafirlerin
lehine kurtuluşu hedeflenmektedir. Yani Müslüman bir belde ve
otoritesi İslam olan bir diyarı kafirlerin yönetimi altına
sokmayı, onların planlarını gerçekleştirmek için işbirlikçiliğinde
bulunmayı, onların çıkarlarını ön planda tutmayı amaç
edinmektedir.
Açıkça bu iki kavram arasında hiç bir alaka
bulunmadığı ortadadır. Karnak tarafından biriyle karşılaşmış
olsaydık bu soruya kendimiz muhatap olmaz, Karnak tarafının bu
soruya cevap vermesi şartıyla cevap vermememiz imkan dahilindeydi.
Daha öncede belirttiğimiz gibi iyi niyetimizden dolayı cevap
vermiş bulunuyoruz.
2. SORUNUN CEVABI:
Hizb-ut Tahrir H. 1372 M. 1953 yılında, yüce
şahsiyet Takiyyüddin en-Nebhani (r.a) tarafından Kudüs’te
kuruldu. Vefatından sonra, Hizbin emirliğine Abdulkadim Zellum geçmiştir
ve halende O bulunmaktadır.
Şu andaki mevcut yönetim şekillerinin
kaldırılıp yerine Hilafetin getirilmesi için çalışma
yapmasından dolayı; Hizbin, ne Ürdün, ne Filistin, ne de
herhangi bir halkı Müslüman ülkede çalışma yapmasına müsaade
edilmemektedir. Hilafet sistemine, gerek kafir devletler, gerekse
halkı Müslüman ülkelerin başında bulunan kafirlerin işbirlikçi
yöneticileri karşı çıkmaktadırlar. Zira bu Hilafet sistemi,
kafirlerin ve onların işbirlikçilerinin rahatına son verecek; Müslümanların
ise izzet, güç ve aşılmaz bir engel haline gelmesini sağlayacaktır.
Bundan dolayı da onların öfkelerini artırmakta ve hizbin çalışmasına
izin vermemektedirler.
Filistin toprakları hakkındaki görüşlerimize
gelince; burası yahudi kafirinin işgal ederek kendi
varlığını inşa ettiği İslam beldesidir. Böylesi bir hal
içinde olan Filistin toprakları hakkında şer-î hüküm ise;
yahudi varlığını tamamıyla ortadan kaldırıncaya kadar fiili
harp ilan etmek ve Filistin topraklarını İslam diyarına dönüştürmektir.
Bu durumda İslam ordularına düşen görev, Filistin topraklarının
zafere kavuşması amacıyla oradaki yahudi varlığına son vermek
için harekete geçmektir. Ordularını harekete geçirmeyen sözde
Müslüman yöneticiler büyük günah içerisindedirler. Bunun yanı
sıra yahudilere karşı harp ilan etmeyen, onların (yahudilerin)
varlığını doğrulayan (tanıyan) ve onlarla her türlü barış,
ticaret antlaşması yapan ve her ne şekliyle olursa olsun onlarla
normal ilişki içinde bulunan yöneticiler Allah’a (cc), ve
Resulüne (sav) karşı ihanet içerisindedirler.
Hizb-ut Tahrir olarak (biz de içinde ve en ön
saflarda yer almak üzere) İslam ümmetine düşen görev; Filistin’de
yahudi (İsrail) varlığı son buluncaya kadar harp halini devam
ettirmek ve nehrinden denizine kadar Filistin topraklarını tekrar
İslam diyarı haline getirmektir.
3. SORUNUN CEVABI:
Şüphesiz ki Hizb, İslam ahkamıyla hükmedecek
Raşidi Hilafeti tekrar tesis etmek ve bunu davet ve cihad yoluyla
aleme taşıyarak, adaleti ikame etmek ve hayrı dünya zirvelerine
taşımak için çalışma yapmaktadır.
Size ait olan; “Hizb Türk Hilafetini
istemektedir” sözü oldukça yanlış bir söylemdir. Belki
de bu sözü sarf eden kişi geçen asrın başlarındaki İslam
Devletini hatırlayarak (Osmanlı Hilafetini ki bu hilafetin
başkenti İstanbul’du) bunu Türk Hilafeti diye karıştırmıştır.
Fakat ikisi arasındaki fark son derece büyüktür. Türk ifadesi
milliyetçiliğe delalet etmektedir. İslam’da ise, bilinen
manasıyla milliyetçilik yoktur. Zira Allah (cc) şöyle
buyurmaktadır:
“Muhakkak ki Allah yanında en değerli
olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır (takva sahibi
olanınızdır).” (Hucurat 13)
Resul (sav) de; “Arabın aceme üstünlüğü
yoktur. Üstünlük takvadadır.” diye buyurmaktadır. Fakat
çeşitli asırlarda İslam Devletinin Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar
gibi adlandırılmasına gelirsek; o zaman dilimi içerisinde
kimlerin halife olduğunun bilinmesi içindir. Bütün bu
halifelerin idaresi süresince, yönetim; İslam esaslarına göreydi.
Arap, Fars, Acem ve Türklerin idaresindeki İslam Devletinde asla
milli duygular yer almamıştır.
Laik Türkiye’nin, Hilafet konusuna karıştırılmasına
gelirsek; bu tamamıyla yanlış bir olgudur. Zira bütünüyle
Türkiye milliyetçiliğe dayalı, dinle devlet işlerini
birbirinden ayıran laik bir cumhuriyettir. Hilafet ise; yönettiği
halka İslam’ı uygulama temeli üzerine dayanır ve asla belirli
bir kavme ait değildir. Ayni zamanda Hilafet; hayatın her
safhasına dini hakim kılar, insanın Rabbi ile, insanın
kendisiyle ve insanın diğer insanlarla ilişkilerini İslam hükümleriyle
düzene koyar.
Fakat sizin; “Hilafet asra uygun olmayan
farklı bir sistemdir” diye ifade ettiğiniz söyleminize
gelirsek; bu, yapılan en büyük yanlışlık ve inkarcılıktır.
Size cevap olarak; “Şüphesiz ki, Hilafet sistemi alemlere
rahmet olarak Allah (cc)`nun inzal ettiği İslam hükümlerine
dayanmaktadır” dememiz yeterlidir.
Yaratıcı yaratıklarına uygun olanı en iyi
bilen ve onların problemlerini en uygun şekilde çözendir. İslam’a
göre hükmetmek Allah`ın (cc) yükümlü kıldığı bir
farziyettir. İslam’a göre hüküm verilmesine delil teşkil eden
ayetler oldukça fazladır. Bu konuda Resul (sav)’in hadisleri, sîret-i
ve Hulefa-i Raşidinin sîret-i ve onlardan sonrakilerin uygulamaları
herhangi bir Müslüman’a; “Sonradan ortaya konulan bir
sistem İslam’dan daha iyidir” diye bir ifade kullanmasına
meydan bırakmamaktadır.
İslam Devleti Resul (sav)’in Medine’de
kurduğu tarihten, geçen yüzyılın başlarında yok edilmesine
kadar geçen süre içerisinde her zaman dünyanın bir numaralı
devleti, Rabb’iyle güçlü, diniyle azametli, hükmüyle adil,
gittiği her yere hayrı ulaştıran bir yapıya sahipti. Bazen
aksaklıklar olmuştur. Fakat bu koskoca bir ümmetin tarihinde
hiçbir şeydir. Bu aksaklıkları da tatar akınlarında, haçlı
seferlerinde görmekteyiz. Osmanlının son zamanlarında milliyetçilik
duygusunun ortaya çıkması, içtihadın zayıflaması, İslam
Devletinin yok edilmesini kolaylaştırmıştır. Bunların
haricinde Müslümanlar, İslam Devleti çatısı altında
hayatlarından memnun, dostları kendilerine saygılı ve düşmanları
onlardan korkmaktaydı. Ülkeleri geçilmez bir engel idi. İslam
ordusu her noktaya hakimdi, Allah yolunda cihad ederek fetihler yapıyor,
gittiği her yere adaleti ikame ediyordu. İslamın hakim olduğu
asırlar, ilim fikir, fıkıh ve verimlilik yönünden son derece
parlaktı. Bu durumu sadece Müslümanlar değil, aynı zamanda düşmanları
da müşahede etmişler ve bu şekliyle de tarih kitaplarında
(itibar gören) yer almaktadır. Fakat haber alma kaynakları; bin
bir gece masalları, Ebu Nuvasín divanı ve Ebulferec Elisfahaninin
Aganisi olan kimseler bu hususlarda cehaletle davranmaktadırlar.
Ali Said Ali (Abul-Hasan)
Sudan Hizb-ut Tahrir resmi sözcüsü
|