1- Bugün
Türkiye’deki siyasi ortamda,
biri Amerika diğeri İngiltere olmak üzere
iki güçlü devlet bulunmaktadır.
Bu iki devletin de Türkiye siyaseti üzerinde
etkili olacak güçlü nüfuzları ve yerli uşakları vardır.
Bu iki devletin bugünkü siyasi ortamdaki
durumu, 1946’dan önce tamamen
İngilizlerin
güdümünde olması gibi bir durum değildir. Yine ard arda hep Amerikan
veya hep İngilizlerin güdümünde bulunduğu,
mesela Ürdün
ve Mısır’daki siyasi ortam gibi de değildir.
Buna göre Türkiye siyaseti, güdümüne
girdiği güç açısından sabit
değil değişkendir.
Yönetime gelen ajanların
rengine göre bazen Amerikanın
bazen de İngilizlerin güdümüne girmektedir.
2- Otoritenin vakıası, iki taraf arasında
bölünmüş olmasıdır. Birinci taraf; laikliğin
(dinsizliğin) gardiyanı olması itibariyle,
askerlerin hakim olduğu
ve otoritesini ordudan ve anayasadan
alan MGK (Milli Güvenlik Kuruludur.) İkinci taraf ise; otoritesini,
hile veya yalan vaatlere aldırmayarak,
ümmetten seçim yoluyla alan parlamento hükümetidir.
3- MGK; askerlerden ve sivillerden
oluşur. Askerler,
genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarıdır. Siviller ise;
cumhurbaşkanı,
başbakan, savunma, içişleri ve dışişleri
bakanlarıdır.
4- Siyasi ortam içerisinde, güdümde ve
otoritede varolan bu bölünmüşlük, insanların
genel hayatını alt üst eden siyasi krizlerin
en önemli sebeplerinden biridir. Bu krizler,
ya askeri darbe veya örfi kanunların konulması (sıkıyönetim
ilan edilmesi) veya muhalif siyasi tarafta
büyük bir temizlik operasyonu
yapılması şeklinde olur ve bu icraatlar
bazı durumlarda nadir kimseler hariç
herkese etki eder.
5-
Siyasi
krizler, iki otorite (yani MGK ve Hükümet) arasında çıkan ihtilaftan
kaynaklanabilir. Ya da birleşmeleri veya ayrılmaları
(menfaatlerine binaen kurulan koalisyonlu
hükümetlerde,) her
birinin kendi çıkarlarını
gözetmesi, dolayısıyla taraflar arasında
çıkan ihtilaftan doğabilir.
Bu krizlerin en keskin ve şiddetli olanları;
MGK ve halkın ezici çoğunluğunun
desteğiyle iktidara gelmiş salt çoğunluk sahibi
hükümetin ihtilafa düşmesiyle çıkan
krizlerdir. Büyük ihtimalle böyle bir askeri
müdahale, hükümet erkânının uzaklaştırılmasına
ve onlara (idam, hapis, sürgün gibi)
eziyet edilmesine kadar varan şiddetli askeri icraatlar ile sonuçlanacaktır.
Fakat koalisyon partilerinin ihtilafından
dolayı çıkan krizler ise; genelde hükümetin
dağılması ve yeniden seçimlere gidilmesiyle
son bulur. Kaldı ki; ihtilaflar ya farklı bakış açılardan
kaynaklanır
ya da nüfuz
sahibi dış devletlerin menfaat
çatışmasından
doğarlar. Ki bunlar; Amerika ve
İngiltere’dir.
Mesela; İngiliz siyasetinin MGK üzerinde
kuvvetli bir tesiri olurken, hükümet üzerinde de Amerikan
siyasetinin kuvvetli bir tesiri olur.
6-
Otorite
konusunda en zayıf hükümetler;
farklı bakış açılarına sahip birkaç partiden
oluşan koalisyon hükümetleridir. Bunlar arasında sürekli bir
ihtilaf olur ki, geçici menfaat
birliğine girseler de onları bir araya getiren
maslahatlar gün gelir onları
parçalar. Ya da Özal ve Demirel zamanından
miras
kalan müzmin ihtilaf sonucu DYP (Doğru Yol Partisi)
ve ANAP (Anavatan Partisi) arasında
olduğu
gibi. Bunlar birbirlerine çok yakın
bakış açılarına sahip olsalar dahi aralarında
ihtilaf bâki kalacaktır. Yine koalisyon halindeki hükümetler
genellikle MGK’nın merhameti altında
olacaklardır. Çünkü, hükümetlerin zayıflığı
MGK için kuvvetlilik demektir. Böylece kendi
siyasetini hükümetlere
dayatır. Dilediği
zaman onları düşürüp otoriteden uzaklaştırma
kudretine
sahiptir ve bu hükümetler için onun (MGK’nın) kararlarını
ihlâl etmek zordur. Bundan dolayı hükümetler,
geleneksel olarak
onların yapılmasını
istedikleri her şeyi infaz etmek zorundadırlar.
Aksi halde bu hükümetlerin düşmesiyle sona
eren siyasi bir kriz meydana gelir.
7-
Bu
durumda, işi daha da içinden
çıkılmaz hale getiren şey; gerek MGK gerekse
koalisyon hükümetleri olsun, her iki tarafta
da hem İngiliz ve hem de Amerikan uşaklarının
karışık bulunmasıdır. Böyle bir durumda yönetim
rahatsız ve alt üst olacaktır.
Öyle ki; iki taraftan hiçbiri son kararı veremez ve ülkeyi
idare edemez hale gelir. Böylece bu, ülkede kaos oluşmasına
sebep olacaktır.
8- Türkiye’deki (MGK ve hükümetten
olan) siyaset adamları, Batı’nın hedeflerine
hizmet etmesi, laikliğin (dinsizliğin) desteklenmesi ve
muhafazası için İslam’ı istismar
etmektedirler. İran ve Lübnan’da istismar
edildiği gibi. İslam, şimdi de Güneyini
koparmak için Sudan’da istismar edilmektedir.
Gerçek şu ki; o günlerde etkin
olan
sol yönelişlerin önünün kesilmesi için (geçen
yüzyılın ortalarında) İmam Hatip Liselerinin açılmasını
teşvik eden askerler ve MGK idi. “Soğuk Savaşın” sona
ermesinden sonra İmam Hatip Liselerini
durdurmaya ve tasfiye
etmeye başladılar. 1998’de, Mesut Yılmaz’ın
koalisyon hükümeti esnasında bunları
ilga eden bir kanun çıkarmada başarılı oldular
ve bunları laik eğitim sistemine ilhak
ettiler. Yine aynı
maksatla 1969’da Necmettin Erbakan’ı
getirdiler. O da 1970 ila 1998 arasında MNP (Milli Nizam Partisi),
MSP (Milli Selamet Partisi), RP (Refah
Partisi) ve FP (Fazilet
Partisi) adlarında İslami maskesi olan dört parti kurdu. 1970’de
kurulan MNP laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
İslami bir maske ile kurulan ilk parti oldu. 1974’te bir bakan
olarak Bülent Ecevit (ki köklü bir İngiliz
ajanıdır) ile, 1975’te başbakan yardımcısı
olarak Süleyman Demirel (ki köklü bir
Amerikan ajanıdır)
ile, 1996’ta da başbakan olarak Tansu
Çiller (ki Amerikan ajanıdır)
ile koalisyon hükümetlerine müşterek oldu. Hükümete
gelmeden önce yüceltip savunduğu
onca İslami şiara rağmen, hükümetlere
iştirak ettiği ve başbakan olduğu dönemlerde
birçok laik
yöneticilerden farksız bir şekilde hareket
etti, Filistin’deki yahudi varlığıyla yapılmış olan askeri
işbirliği anlaşmasına
sadık kaldı, Yahudi
varlığıyla yapılan
590 milyon dolarlık uçak modernizasyon
anlaşmasını imzaladı, yüceltip
durduğu İslami şiarlara tam zıt bir şekilde, onlarla
ilişkilerin normalleştirilmesine
yönelik aktif icraatlar, fiiller ve benzeri işler yaptı. Bundan
dolayı Erbakan, İslam adına
laikliği sabitleştirip
kuvvetlendirmek için
muayyen bir planı gerçekleştirmek üzere çalıştı. Nitekim
bunu 13.05.1997 tarihinde partisinin grup toplantısında yaptığı
konuşmasında;
“Türkiye
İran ve Cezayir gibi olmayacaktır...
Refah Partisi, laikliğin hakiki sigortasıdır.”
diyerek bizzat tasdik etmiştir. Bundan
da öte; siyasi bakışa sahip ihlaslı Müslüman
Türk gençlerini kendi tarafına çekerek,
Türkiye’deki sahih
İslami çalışmayı yok etmek için büyük
bir hırsla çalıştı.
MGK veya müteakip
hükümetlerin, geçmişte kimi zaman kendisi için geçici olarak
partilerin siyasi icraatlarından men ederek
siyasi yasaklar koymasına gelince;
bu ihtiyaç hasıl olduğunda cilt değişimi yapabilmek
(yeni partiler kurabilmek) içindi ki; Müslümanları hilekârlıkla
aldatmak amacıyla
kasten
yapılmıştı.
9-
Amerika son seçimlerde,
Müslümanların sırtından
Recep Tayyip Erdoğan ve partisi olan AKP’ye (Adalet
ve Kalkınma Partisi) büyük bir yardımda bulundu. Onun ordudan
otoriteyi alması için uğraştı ve Türkiye
Cumhuriyeti tarihinin
en şiddetli, en büyük iki krizinden ülkeyi kurtardıktan sonra,
laikliği yıkılmaktan kurtarmak için çalıştı. Bunlardan ilki
siyasi kriz, ikincisi ise iktisadi krizdir.
Ülke, laik partilerin siyasi iflasından, fesat
yönetimden, ülkenin 15 yıldan fazladır tatmadığı
bir istikrar kaybından ve 1945’ten beri görülmemiş ekonomik
bir çöküşten kaynaklanan
anormal bir duruma düştü. Ülke, IMF
yüzünden ekonomik krize boğuldu,
hayat
pahalılığı her yere yayılarak tavan
yaptı, enflasyon yükseldi, Türk lirası dolar karşısında
bir buçuk milyon kat değer kaybederek
tarihinin en düşük seviyesine ulaştı, dış borçlar
109 milyar dolara ulaşarak astronomik rakamlarla
ifade edilmeye başlandı.
Bu borçların
faizlerinin boyutu Türkiye ekonomisi üzerinde
büyük bir ek yük oluşturdu. Tüm bunlar sebebiyle, ülkede daha
önce benzeri görülmemiş
bir şekilde sefalet ve işsizlik çoğaldı ve birçok şirketler,
müesseseler iflas etti.
10-
Tayyip
Erdoğan’ın getirilmesinin en önemli
sebeplerinde biri de; yetersiz olduğu
apaçık bir biçimde ortaya çıkmış olan anayasayı değiştirtmektir.
Nitekim, 23.11.2002’de
mecliste hükümet programını okurken yaptığı
konuşmada Abdullah Gül bunu şöyle pekiştirmiştir: “Özgürlükleri
ve katılımı daha çok önemseyen yeni bir anayasa
hazırlayacağız.”
11-
Hükümet
programında anayasanın değiştirilmesi ile ilgili maddeden
sonra yer alan önemli
şeyler şunlardır:
a-
"Siyasi
Partiler Kanunu ve Seçim
Kanunları, tüm kesimlerin üzerinde mutabakatı
aranarak değiştirilecektir." Bu da,
yetersizliğinin apaçık
ortaya çıkmasından sonra
yapılmıştır.
b-
"Uygulanan
yanlış programlar
ve yönetim hataları yüzünden gerekli reformlar
yapılamadığı için ülkemiz yüksek
enflasyon, büyük bir kamu borç stoku,
düşük büyüme ve dengesiz gelir dağılımı,
yüksek işsizlik gibi ciddi sorunların içine düşmüştür.
Hükümetimiz, enflasyonu tek haneli
rakamlara indirmek, kamu
borç stokunu düşürmek, yüksek
ve istikrarlı bir büyüme performansına ulaşmak için
yürürlükteki ekonomik programın
aksayan ve yetersiz bölümlerini
de dikkate alarak toplumumuzun desteğini alacak
yeni bir ekonomik program uygulayacaktır."
Sonra şöyle
deniliyor: "Son
yıllarda koalisyon hükümetleri
tarafından uygulanan ekonomi politikaları
başarısızlıkla sonuçlanmış,
Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik
krizleri yaşanmış
ve halkımız görülmemiş
bir şekilde yoksulluğa
maruz bırakılmıştır.
Krizin ekonomik ve sosyal maliyeti
çok yüksek olmuş, iç ve dış borç yükü inanılmaz
bir şekilde büyümüş,
on binlerce iş yeri kapanmış, yüz binlerce insan işini kaybetmiştir.
Daha da önemlisi, insanımızın
devlete ve siyaset kurumuna olan güveni
sarsılmış, geleceğe ilişkin umutları kırılmıştır."
Bu yeni ekonomi politikası, elbette
şu anda Türkiye ekonomisinin boğazını
sıkan IMF’nin öngördüğü programa karşı olacaktır.
IMF’nin nüfuzundan (İslami bir politika
izlemeden) kurtulmak da zordur ve ülkeyi gelecekte
büyük sarsıntılarla
maruz bırakabilir.
c-
"Dalgalı
kur politikasına devam edilecektir."
Bu demektir ki; bütün musibetlerin
başı olan bu para politikası sürecektir.
Çünkü hiçbir ülkenin benzerini yaşamadığı
bu hızlı enflasyonun esas sebeplerinden
biri dalgalı kur politikasıdır.
Kaldı ki; Türk Lirası’nın değerini sabit tutmanın
tek bir yolu vardır o da parayı (İslami altın sisteminde olduğu
gibi) altın birikimlerine
dayandırmaktır. Bu ise, İslam ülkeleri
yöneticilerinden hiç birinin aklına
gelmemektedir. Çünkü, bu Amerikan
maslahatlarına tam olarak aykırı düşmektedir.
d-
Anayasamızda
tanımlanan laiklik ilkesi ve din ve vicdan hürriyetine etkinlik ve
işlerlik
kazandırılarak dinin, dini duyguların veya dince kutsal sayılan
şeylerin siyasi veya
kişisel çıkar, yahut nüfuz sağlamak amacıyla
istismar edilmesi veya kötüye kullanılmasını
önleyebilecek bir din eğitimi ve öğretimi, Anayasamızda
tanımlanan çerçevede
etkinlik ve verimliliğe kavuşturulacaktır."
e- İşte bu, İslam ülkelerindeki eğitim
öğretim sistemini değiştirme kampanyasını,
Amerika’nın 11 Eylül 2001 hadisesinden
sonraki taleplerine icabet ederek izlemektir.
f-
"Türkiye’nin
Avrupa Birliğine
tam üyeliği Hükümetimizin hedeflerinin başında gelmektedir...
Bu çerçevede, TBMM tarafından
gerçekleştirilmiş olan uyum yasalarının
güçlendirilmesi ve mevzuatımızın temel
hak ve özgürlükler açısından bir bütün olarak geliştirilmesi
sağlanacaktır."
g- “Amerika Birleşik
Devletleri ile uzun yıllardan beri savunma ağırlıklı olan
işbirliğini devam ettirecek ve bu işbirliği ekonomi,
yatırım, bilim ve teknoloji alanlarına
yaygınlaştırılacaktır."
Ekonomi, silahlanma ve işbirlikçi
ajanlar
satın almanın, Amerika siyasetinin
Türkiye politikası üzerinde etkili olmak
için kullandığı önemli ve kuvvetli araçlardan
olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır.
Nitekim Türkiye'nin sahip olduğu
silahların
%80'i Amerika yapımıdır. Üstelik Türkiye ekonomisini felce uğratan
da Amerika'nın
hükmettiği IMF’nin (Uluslararası
Para Fonu’nun) hayali borçlarıdır.
Hükümet programında, özellikle Avrupa
Birliği’nin Rum
tarafı ile müzakerelere
başlamayı kabul etmesi nedeniyle bu sene çok sıcak olmasına
rağmen, Kıbrıs
meselesine beklenen
önem verilmemiştir. Bu konuda geçen
ifadeler genel olup bir iyi niyet göstergesi niteliğindedir.
Programda şunlara özel olarak
önem verilmiştir:
h-
"Hükümetimiz,
Türkiye’nin Arap Dünyasıyla ilişkilerine özel bir önem vermektedir...
Bir yandan bu ülkelerle ikili işbirliğimizin
artırılması, öte yandan İslam Konferansı
Örgütü’nün (İKÖ) uluslararası alanda daha saygın yer edinebilmesi
ve inisiyatif
alabilen dinamik bir yapıya kavuşturulması
için çaba sarf edecektir."
12- Amerika ve İngiltere, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne girmesini şiddetle desteklemektedirler.
Bundan dolayı Türkiye’nin
nihai katılım müzakerelerine başlanması imkânsız
değildir. Fakat
müzakereler kolay olmayacaktır. Uzun bir müddetten (adaylık
sürecinin başlamasından) sonra,
15 yıldan daha fazla olabilir.
13- Kıbrıs meselesine çözüm bulmak için
1974 krizinin ardından, Birleşmiş Milletler
tarafından ilk kez takdim edilen
en son planın (Annan Planı’nın) maddeleri ile İngiltere,
Türkiye ve Yunanistan’ın ittifak
ettiği ve Kıbrıslı Türklere Kıbrıslı Rumlar ile tam eşitlik
veren İstiklâl (Bağımsızlık) Anlaşması’nın
maddeleri arasında farklılık, zıtlık bulunmaktadır. BM
planında her iki taraf arasındaki
alakalar hakkındaki maddelerin birçoğu Rauf Denktaş’ın
şimdiye kadar
şiddetle
karşı çıktığı üzere, Türkleri Rumların merhametine teslim
etmek anlamına gelen çoğunluğun hakimiyetinden bahsetmektedir.
14-
Kıbrıs
meselesini çözmesi için
şiddetli
bir uluslararası ve yerel baskıya maruz
kalan, Recep Tayyip Erdoğan, meselenin çözümü hususunda Denktaş’ı
çiğnememek için temkinli
davranmaktadır. Çünkü, Denktaş
meselenin tartışmasız tarihi lideridir. Öyle
ki o, Türkiye ve Yunanistan
tarafından desteklenen (ona karşı mücadele edenler olmasına
rağmen) büyük bir destekçi gruba sahip olmakla birlikte anlaşmalardan
doğan haklar
istemektedir. Tayyip Erdoğan, askerlerden
ve MGK’dan yeşil ışık yakılmadıkça
onu çiğneyemez. (Kaldı ki, bu meselenin çözüme kavuşturulmasına
doğru MGK’da bir eğilim başlamıştır.) Böyle bir durumda
Tayyip Erdoğan, çözümde yardımcı
olmaları için belki meclise veya referandum yoluyla halka danışabilir.
Şunun bilinmesi de önemlidir ki; Türkiye
sürekli tekrarlayıp durduğu,
Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne
girmesi halinde, Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etme politikasından
artık
vazgeçmiştir.
15- BM tarafından öne sürülen anlaşma
planında, nükleer silaha sahip dünyadaki
en önemli ve en kuvvetli
iki İngiliz askeri üssünün durumu ile
ilgili bir bahis yoktur.
Bu da; İngiltere ve Amerika arasında konu
hakkında anlaşma hasıl olduğunu gösterir.
Ayrıca bilinmelidir ki; bu askeri birimlerin
“İstiklâl Antlaşması’na” göre hukuki
durumu, diğer iki
varlık olan Rum ve Türk tarafı gibi adadaki üçüncü bir varlık
olmasıdır.
Burada, Hükümet ve MGK olmak üzere
Türkiye’nin, Amerika’nın Irak’a saldırması
için ihtiyaç duyduğu bütün kolaylıkları
ve unsurları Amerika’ya verdiğinin aydınlatılması
önemlidir. Bunlar, Amerika Savunma Bakan
yardımcısı Wolfowitz’in Türkiye’ye
yaptığı son ziyareti
sırasında verildi. Abdullah Gül’ün savaşa
engel olmak için çıktığı bölgesel ziyaret
ise mahalli ve beyhude
bir uğraştır. Ayrıca bunun bir maksadı da, ezici çoğunluğu
savaşa karşı olan Türkiye kamuoyunu
memnun etmektir.
Üstelik savaşa engel olmak için evrensel
bir uğraş veren
ve bu savaş karşıtı faaliyetleri besleyen
ülkenin İngiltere olduğu bilinmektedir.
08 Ocak 2003
|