Çünkü eşyaları yaratan Allah, onlara hüküm
koyacak ortak tanımıyor ve her şeyin hükmünü
kendisi belirliyor.
“Sana (Allah yolunda) harcayacaklarını
soruyorlar...”
(Bakara 215)
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın
doğru olup olmadığından soruyorlar...”
(Bakara 217)
“Sana, şaraptan ve kumardan sorarlar...”
(Bakara 219)
“Sana
yetimler hakkında sorarlar...”
(Bakara 220)
“Kendileri
için nelerin helal kılındığını
sana soruyorlar; de ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helal
kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı
hale getirdiğiniz
hayvanların sizin için yakaladıklarından
da yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin).
Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur.”
(Maide 4) vb.
Allah Resulü, her meselenin hükmünü Allah’tan
bekler, henüz vahiy inmeyen hususlarda bir hüküm belirtmezdi:
Allah Resulüne denildi ki; “Ey
Allah’ın Resulü, ticari eşyalara bir fiyat sınırı (nahır),
koyar mısınız?”
Bunun üzerine Allah’ın Resulü
şöyle buyurdu:
“Rabbimin, hakkında bir hükümde
bulunmadığı şey
hakkında bana bir şey sormayın.
Emrolunmadığım
bir şeyi benden sonrakilere
ihdas etmekten Allah’a sığınırım.
Fakat siz, Rabbinizin fazlu kereminden niyaz edin.”
(el-Cevziyye,et-tibyan
fi aksamıl Kur’an s.104)
Biz daha önce Peygamber Efendimizin,
sahabesine kendilerine bildirdiği hükümlerin
alınması ve kendilerine
bildirmediği hususlarda
soru sormamalarını emrettiğini söylemiştik.
Şeri ahkamı Allah
beyan
eder. Bu emirlerini acele indirmesi de bir hikmete veya
geciktirmesi de bir hikmete mebnidir. Gecikse dahi Resul, dinde
bir hüküm belirlemeyecektir. Resule
sadece düşen duyurmaktır.
Duyuracağı
hüküm gecikse dahi ona düşen
sadece duyuracağı bu hükmü duyurmaktır:
“Eğer
(Peygamber) bize atfen bazı sözler
uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak
yakalardık. Sonra
onun can damarını koparırdık
(onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz
buna mâni de olamazdınız.”
(Hakka 44-47)
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden
dört şahit getirin. Eğer şahitlik
ederlerse o kadınları ölüm alıp götürünceye,
yahut ALLAH ONLARA BİR YOL AÇINCAYA KADAR EVE HAPS EDİN.”
(Nisa 15) hükmü daha sonra verilecek olan bu meselenin
hükmü de Allah’a aittir
ve Resul geciken vahilerde de Allah’ın önüne geçmeyecek,
vahyi bekleyecektir. Vahyin geç veya erken inmesi Resule dinde
ortaklık hakkı vermez. Esas olarak Resule düşen şey, Allah’ın
hükümlerini insanlara duyurmaktır:
“Senden
fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan
kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer
çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi
bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp
çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler
iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının
üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli
kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın
payı kadardır. Şaşırmamanız
için Allah size açıklama yapıyor.
Allah her şeyi bilmektedir.” (Nisa 176)
Allah
(cc) Resulüne bütün meseleleri
açıklayan bir şeriat vermiş, ona uyması ve sadece onu duyurmasını
istenmiştir:
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat
sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin
isteklerine uyma.” (Casiye
18)
Böylece Resulullah kendisine gelen va-hiyleri
insanlara bildiriyor, çok soru soranlara, fazla soru
sormamalarını emrediyor, kendisine gelen
vahiyleri ise zaten bildirdiğini
belli ediyordu: Bir gün
yüzünde kızgınlık
olduğu halde
Hz. Peygamber kalktı ve; “Size haber
verdiklerimden maade
benden bir şey sormayınız.” (M.Esad
Kılıçer, İs. Fıh. Rey Taraftarları s. 16)
buyurdu.
O halde, bir takım
alimlerin içtihad olarak
belirttiği Resulullah’ın bazı fiillerine ne diyeceğiz?
denilirse, bu konuyu açıklayalım.
Ama biz bundan önce, peygamberliğin vakıasının
yanlış anlaşılmış iki örneğini göstererek
konunun zihinde iyice anlaşılmasına çalışalım.
Bir yazar
“Kur’an
ve Sünnet Üzerine” adlı kitabında şöyle söylüyor: “kendi
bildiği gibi; şuna helal, buna haram diyenler ilahlığa
kalkışan kimselerdir, ve Allah’a şirk koşmuşlardır.”
(Ali Bulaç Kur’an ve Sünnet Üzerine s. 87)
Yazar, bu sözüyle çok güzel bir tespitte
bulunmuştur. Ama ne yazık ki bu tespitini,
Resulullah hakkında yapmamış ve Resulullah’ ın Kur’ana bakarak,
Kur’anın açıklamalarında
ve diğer haram-helallerde kendi indinden iştiraklerde
bulunduğunu ifade etmektedir. Oysa biz Kur’an
gibi onun açıklamalarının
da Allah’a
ait olduğunu, dinin hiçbir
kısmını Resulullah’ın insifiyatifine
terk etmediğini belirtmiştik.
Yazar şöyle diyor: “Allah’tan
indirileni Resul açıklıyor,
ayan-beyan anlatıyor. Ama bu açıklama ve beyanda Resulünde
dayanağı
Kur’andır. Bu
Peygamber bir ayeti
başka bir ayetle açıklıyor” demek anlamında
bir tebyin değil,
Resulün Kur’andan öğrendikleriyle ve
kendi inisiyatifini kullanarak
açıklaması
demektir.” (Ali Bulaç Kur’an ve Sünnet
Üzerine s. 87) Aynı
mantıkla sözlerine yazar şöyle devam
ediyor: “Yani burada
asıl önemli olan kişinin Kur’andan ne anladığı
ile birlikte bir de Resulullah’ın aynı ayetten
ne anladığı ve nasıl açıkladığıdır. Allah tarafından
kesin olarak korunan,
özel olarak eğitilen Peygamber, hükümleri
açıklamada, hükümlerin yaşanmasında
aynı zamanda bir rehberdir. Bundan dolayı
Kur’ana dayalı hüküm koyma hakkına da sahiptir.”
(Ali Bulaç Kur’an ve Sünnet Üzerine s. 90-91)
Oysa biz, Allah’ın yegane hükümran olduğunu
ve Resulün sadece uyarıcı olup Rabb’isinden kendisine gelene
uymakla görevli
olduğunu belirtmiş ve bu konuyla alakalı
olan ayetleri vermiştik. Yazar; “Cibril’in,
Hz: Peygambere Kur’an ayetlerinin dışında O’nun açıklamaları
içinde indiğini belirttikten sonra -anlayamadığımız
bir düşünce
yapısıyla- Resulullah’ın hükümleri açıklamada
Allah’ın gözetimi altında olduğunu,
hata ederse düzeltileceğini, düzeltme yapılmazsa yaptığı açıklama
ve hükümlerin doğru olacağı kanısına varılacağını
söylüyor. Acaba Allah (cc) açıklamasını geciktirmiş
de Resul kolları sıvayıp, içtihad edip hata
ettiğinde mi devreye girmeye karar veriyor!
Doğrusu yazarın ifadeleri hakikati yan-sıtmıyor.
Şöyle diyor yazar: “Cibril, Peygambere
Kur’anı indirdiği gibi sünneti de indirdi.”
(Darimi, Mukaddime B. 48) denilmektedir. Kuşkusuz
ki bunun anlamı; Peygamberin ayetleri yorumlamada ve hükümlerin
uygulanmasında
Allah’ın koruyuculuğu altında olması anlamındadır...
Bu hakkın da düzeltici manada vahiy
inmeyen sünnetin her çeşidinin
Allah tarafından “takriri olarak” tasvip
gördüğünün de açık bir belgesidir.”
(a.g.e./ s.106)
Bir başka yazar da,
“İslam
Düşüncesinde Sünnet”
adlı kitabında alimlerin doğru bir sünnet tarifi yapmadıklarından
şikayet edip kendisi bir sünnet tarifi
yapmakta ve bu tarifinde
diğer ilim dallarının ortaklaşa kullanabilecekleri
bir tarif olduğunu söylemekte.
Ama ne yazık ki tarifinde yaptığı eksiklik bir yana, öyle bir
hata yapmaktadır ki diğerlerini
unutturmaktadır. Zira yazar tarifinde; sünneti
bir beşer zihniyeti olarak nitelendiriyor
ve Resulün dinde, din
koymada hayatın, akide, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi,
hukuk gibi çeşitli alanlarında kendi indinden çıkarttığı
hükümlerle yönlendirip-yöneteceğini anlatmakta.
Şöyle diyor yazar; “Sünnetin tanımı:
Hz. Peygamberin kendi döneminde İslam
toplumunu akide, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi, eğitim, ahlak,
hukuk gibi çeşitli alanlarda
kısacası bireylendirip yönetmede,
Kur’an başta olmak üzere hayatın her alanında
yönlendirip-yönetmede,
Kur’an başta olmak üzere ilke ve prensipler bütünü oluşturduğu
bir “zihniyet” ya da “dünya görüşüdür.” (M. Hayri Kırbaşoğlu,
İs. Dü. Sün. s.16)
Yazara göre Resulullah, Kur’an başta olmak
üzere benimsemiş olduğu ilke ve esaslarla
akide, ibadet, siyaset, ekonomi, hukuk
gibi dinin çeşitli alanları olan ve sadece
Allah’ın hüküm koymaya hak sahibi olduğu bu alanlarda
Peygamber Efendimiz (sav) sözde bir takım hükümler
koymuştur. Bu da bir beşerin düşüncesi olduğu için, yazar sünnete
“zihniyet” diyor!
Ne yazık ki; yazar bununla da
kalmıyor.
O, Resulullah’a tam
bir teşri hakkı verirken,
insanlara da teşri hakkını vermeyi ihmal etmiyor. İnsan da bu
teşri hakkını zamanın
şartlarına göre kullanıp Resulün bu prensiplerini yeni bir
yoruma tabi tutacağını
ifade ediyor. Şöyle diyor yazar: “Bir
disiplin olarak sünnetin konusu; Hz. Peygambere (sav),
rehberlik eden bu ilke ve prensipleri, Kur’an ve elimizde mevcut
siret-hadis kaynaklarında
mevcut güvenilir rivayetlerden çıkarmak, sonra bu prensipleri çağın şart ve
ihtiyaçları ışığında yorumlayıp bir sistem haline getirmek.”
(Kırbaşoğlu s.91)
Allah dini ikmal etmiş, insan hayatını
her yönüyle kuşatmışken ve Resulullah, Hz. Ebu Bekir’e (ra) teşekküllü tam bir devlet teslim etmişken ve bunu da Resulullah’a
Allah göstermişken
(Nisa 105), Allah’ın gösterdiğinde
ise hiçbir değişiklik yapmak bir müminin elinde olmayıp seçme
hakkı bitmesi gerekirken
(Ahzab 36) bakın yazar böyle bir hakkı nasıl istemekte: “İşte
bizce bugün bir disiplin olarak sünnetin
konusu bu; Medine
İslam toplumu modeli olmalıdır. Daha açık bir ifade
ile Medine İslam toplumu itikadî, siyasi,
ekonomik, sosyal ve ahlaki planda yönlendirip-yönetmede Hz
Peygambere önderlik eden ilkeleri tespit etmeye çalışmak
amacı ise bu ilkelerden ilham alarak -günümüz
şartları içerisinde- evrensel görevini
yerine getirecek çağdaş bir İslam toplumu
modelinin nasıl oluşturulabileceği üzerinde
durmak olmalıdır.” (Kırbaşoğlu s.69)
Resulullah’ın devletinin özelliklerinin belli
olduğunu, onun belirlediği devlet şeklinde hiçbir değişikliğin
olmayacağını burada
anlatmamız mümkün görünmemektedir.
Çok önemli olan bu konu esasen başlı başına bir konudur. Şunu
söyleyelim ki; o şanlı Peygamber Rabb’isinden ayrı, O’nun vahyinden
ayrı hareket etmemiştir. Allah’ta Resulün bu durumunu
Kur’anda tekrar tekrar
ifade buyurmuştur.
Biz burada, Resulullah’a
sadece Kur’an mı, yoksa onun dışında vahiylerin
gelip-gelmediğini araştırmış ve Kur’an ve Kur’ andan bazı örnekler
vermiş, tarihin müteva-tiren
ve diğer sıhhatli kanallar
ile gelmiş olanların
ise çok olduğunu söyledik. Ayrıca
Resulullah’ın dinde hüküm koymaya, dinin herhangi bir yönünde
veya alanında şekil verme hakkının olmadığını inceledik.
Biz, bir çok hadislerinde de Resulullah (sav)’in
kendi yönetim nizamının “Hilafet”
olduğunu belirtmekle yetinelim ve Resulullah’ın
içti-had ettiği
zannedilen, ama gerçekte hiçte öyle
olmayan hususları izaha geçelim.
|