Bilinen
bir gerçek var ki, o da Müslümanların bugün bir gaflet
içerisinde oluşudur. Ümmet, bu gaflet durumundan sıyrılıp çıkmak
için bir aydınlığa, nura ve kurtuluşa muhtaçtır. Müslümanların
bu acziyetinden faydalanan kafirler, zafere gidecek olan yola set
çekerek onu tıkamakta ve bu yürüyüşü yavaşlatmak için çaba
harcamaktadırlar. Fakat, her ne kadar zor gibi görünse de, geçmişte
olduğu gibi Müslümanlar o nura koşacak, ona sahip çıkıp
haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır.
Ana
konusu Allah yolunda cihat olan Muhammed suresi Medine'de nazil olan
surelerdendir. Medine'de inen diğer sureler gibi ahkamla alakalı yönü
ağırlıktadır. Muhammed suresi, savaşlar, esirler ve münafıkların
durumları ile alakalı hususları kapsar. Surenin 7. ayetinde ise Müslümanları
zafere taşıyacak olan yolu açıkça beyan eder. Allah, bu ayette
şöyle buyurdu:
“Ey
iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz
O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed
7)
Alemlerin
Rabbi (yaratıcısı) olan Allah’ın, yarattıklarının
yardımına muhtaç olmadığı malumunuzdur. Fakat O, İslam’ın
yeryüzünde hakim olması hususunda bir yardım talep etmiştir. Bu
ise, Resul (sav)’in küfür ehli kafirlere karşı yürüttüğü
mücadelenin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle, ayetten anlaşılan
karşılıklı bir alışveriştir. Zira aksi bir durumda Allah (cc)
devamla şunları beyan ediyor:
“İnkâr
edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların
yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi, Allah'ın
indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa
çıkarmıştır.” (Muhammed 8-9)
Bu
ayetler, bahsedilen yardımdan elini çekenlerin ve Allah’ın
sistemini çirkin görenlerin durumunu anlatmaktadır. Söz konusu
yardımı bir alışverişe benzetmiştik. Şöyle ki; Allah diğer
bir ayetinde:
"…Bir
kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah o kavmin halini değiştirmez…"
(Rad 11) buyuruyor.
Şu
halde, bu alışverişten en kârlı çıkacak olanlar ise Allah’ın
dininin hakimiyeti için mücadele verenler olacaktır.
Bu
noktada akla gelen bir soru var. Peki bu yardımın sekli ne
olmalıdır ki şartlar yerine gelsin ve karşılığında da Allah’ın
yardımı müminlere ulaşsın?
Yüce
Allah’ın bir şeriatı vardır. Bu şeriat bir takım temellere,
ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve hayata dair düşünce
sistemine dayalıdır. Bu şeriata tabi olan kullar hayatta
kendilerine tatbik edilmesi gereken nizamı bilmektedirler artık.
Bu durumda Allah’ın dinine yardim, O'nun belirlediği hayat
nizamının, istisnasız tüm hayata hakim kılınması girişimi
ile gerçekleşir. Şüphesiz ki kişi, hayata, kainata ve insana
aydın bir bakışla baktığı vakit, hayatına yön vereceği ve
zihniyetine temel kaide olarak yerleştireceği aydın bir fikre
sahip olur. Bu temel fikirle düşüncelerini ve yapacağı amelleri
oluşturur. İslam akidesini kendisine temel edinmiş olan Müslüman,
kulluk bilincini, imtihanda olma bilincini aklından çıkarmaz. O
halde kul, hayatini devam ettirirken, davranışlarını, hal ve
hareketlerini, kısaca tüm fiillerini, zihninde ki temel fikrin
gösterdiği şer-i hükümlere göre düzenleyecektir. Allah’ın
dinine yardim nasıl olmalıdır sorusuna gelince; bugün
Müslümanların, inandıkları akide gereğince yasamalarına
artık olanak kalmamıştır. İslam dininin hayat nizami olduğu
unutulmuş, sadece birtakım ibadetlerle kısıtlanmıştır.
Hayatini şer-i hükümlere göre devam ettirmesi gereken
Müslümanlara ise bir kurtuluş yolu bulunmaktadır. Bu da, İslam
Dinini davet yolu ile tekrar hayata hakim kılmakla mümkün olacaktır.
Zira, Allah’ın dinine yardım etmenin şeklini sadece bir yerden
öğrenmek mümkündür. O ise, yardımdan kastedilen mücadelenin
öncüsü olan Resul (sav)’in hayatıdır. Allah şöyle buyurdu:
“Andolsun
ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”
(Ahzab 21)
Davet,
bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir.
Herhangi birini İslam’a davet etmek ise, onu İslam’a eğilimli
hale getirmek ve onun İslam’a olan rağbetini artırmak demektir.
Davet hem davranışla hem de sözle yüklenilmelidir.
Müslüman’ın
davet ettiği şeyin canlı bir örneğini temsil etmesi, İslam’ın
gerçek suretini apaçık bir şekilde beyan etmesi kaçınılmaz
bir gerekliliktir. Allahu teala şöyle buyurmaktadır:
“(İnsanları)
Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım"
diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)
Bir
başka ayette ise Allahu tela şöyle buyurmaktadır:
"İşte
bunun için (Allah'a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru
ol." (Şura 15)
Bu
ifadeler davetçinin davet ettiği şey ile amel etmesinin davetten
bir parça olduğunu göstermektedir.
Allah'a
davet elbetteki vaciptir. Davetçiyi Allah'a yaklaştıran
ibadettir. Dünyada ve ahirette Allah’ın davetçiyi yücelttiği
ve makamında yüce olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir.
Allah'a davet peygamberlerin görevlerindendir. Zira bu vecibe
sayesinde rablerinin dinlerini hayata geçirmeye imkan bulmuşlardır.
Resul (sav) İslam’ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatte bulundu.
Onları bu dünyada İslam’a davet etmekle üzerlerine şahit
olduğu gibi, onları ve Allah’ı da davetine şahit kıldı.
Allah-u Teala'yı şahit kıldığına Veda Haccın’da söylediği
şu sözleriyle müşahede ediyoruz:
"Dikkat
edin size tebliğ ettim mi? Allah'ım şahit ol." (Buhari, hac,
1825-ibn-i Mace, fitne, 3921)
Allah'a
davet Nebi (sav) den ümmetine kalan mirastır. Eğer İslam’ın
muhafazasını ve devamını istiyorsak, davetin devamlılığını
muhafaza etmemiz şarttır. Çünkü İslam’ın devamlılığını
sağlayan davet olmadan İslam’ın etkin bir şekilde
varlığından bahsetmek mümkün olmaz.
Müslümanları
karanlık ve bozuk fikirlerin etkisinden arındıran İslam’a
davet olmadan, İslam’a tabi olanların nefislerinde İslam’ın
arı ve duru olabileceği tasavvur bile edilemez.
İslam’a
davet olmadan İslam’ın hayata hakim olması düşünülemez.
İslam’a davet olmadan, İslam’ın güçlü bir şekilde aleme
yayılması düşünülemez. Diğer bir ifadeyle, "davet"
olmadan "din" ne kuvvet bulur ne de yayılır. Ne kendini
koruyabilir ne de Allah’ın insanlar üzerine inzal buyurduğu hücceti
ikame edilmiş olur.
İslam’a
davet ile İslam geçmişteki izzetine ve gücüne kavuşur. Bu gün
buna bizler ne kadar da muhtacız. İslam’a davet ile, İslam tüm
insanlar arasında yayılır. Din tamamen Allah’ın olur. Oysa bugün
dünya buna ne kadar da muhtaçtır.
İslam’a
davetle Müslümanların dayandıkları delilin ne kadar üstün
olduğu ve kafirlerin delillerinin ne kadar çürük temellere
dayandığı ortaya çıkar. Artık İslam’ı terk etmeleri için
hiç bir mazeret kalmaz. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“(Yerine
göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik
ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri
olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir." (Nisa 165)
İslam’a
davet Müslümanlar arasındaki önemini işte buradan almaktadır.
Başta Nebi (sav) olmak üzere ilk Müslümanlar hemen bu görevi
yerine getirdiler. İslam dinine olan bağlılıkları nedeniyle
aynı sadakati İslam’a davete de gösterdiler.
Gerçek
şu ki; İslam’a davet olmasaydı, İslam bize ulaşmaz,
milyonlarca insan bu sahih akideden mahrum kalırdı. Belki de
İslam yalnızca Resul (sav) ile sınırlı kalırdı. Allah’ın
Resul (sav)’e inzal buyurduğu ilk ayet olan "oku" (Alak
1) ifadesi ile hem kendisi hem de diğer insanlar için okuması
emredilmiştir. Yine Resul (sav)’e inen ilk ayetlerden biri de "kalk
ve uyar" (Müddesir 2) ayetidir.
Resul
(sav)’in İslam’a davet etmesiyle hem İslam hem de Resulullah'dan
sonra bu hayırlı risaleti taşıyanların en hayırlısını
oluşturan ilk Müslümanlar meydanda var olmuştur. Böylece bu
güne kadar dava sürmüş ve kıyamete kadar da sürecektir.
İslam’a
göre davet tıpkı suyun akması gibidir. Su akınca, her şeyi
sular ve insanlara her hayrı verir. Fakat su, akıtılmaya ve
taşınmaya muhtaçtır. İslam da böyledir. Hak din ve sahih düşünce
olmasına rağmen diğer yerlere akıtılmaya, insanlara taşınmaya
muhtaçtır. Böylece Allah’ın rızasına tabi olanları sular ve
hidayete erdirir.
Bu
açıdan davet, İslam’da önemli bir rükün ve hayati bir iştir.
İslam’ın gönüllerde yer edebilmesi ve yayılması için
gerekli bir unsurdur. Davet İslam’ın doğuşu ile başlamış,
birlikte yürümüş ve Allah’ın yeryüzünün tamamını yok
edeceği kıyamet gününe kadar da devem edecektir. Bir bakıma
onun süresi İslam’ın ömrü kadardır.
Bu
sebeple İslam’a davet, Müslümanların hayatlarında önem
kazanmalı ve en fazla önem verdikleri bir iş olmalıdır. Bu
uğurda vakitlerini harcamalılar ve emek sarf etmelidirler.
İslam
devleti olduğu zamanlarda İslam davetini büyük ölçüde devlet
yüklenir. Bu nispeten kolaydır. Fakat devletin bulunmadığı
zamanlarda İslam davetini yüklenmek Müslümanlardan oluşan bir
kitleye farz kılınmıştır. Allah-u Teala şöyle buyurdu:
“Sizden,
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir
topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i
İmran 104)
İslam
davetini yüklenen Müslümanların önlerinde, küfür
sistemlerinin savunucuları durmaktadır ve onlar her türlü zorluğu
çıkarmaya hazırdırlar. Bu yüzden İslam davetini siyasi bir
şekilde yüklenmek Müslümanların ölüm-kalım meselesi
olmuştur.
Başta
Resul (sav) olmak üzere bir çok Müslüman, çeşitli zorluk ve
işkencelere maruz kaldılar ve bugünde bu olaylara şahit
olmaktayız. Bunlardan bazılarını hatırlayacak olursak:
Mentib-ul
Ezdi şöyle demiştir: "Cahilliye devrinde peygamberi gördüm,
şöyle diyordu." Ey insanlar, La ilahe illallah deyiniz
ki bahtiyar olasınız." Davet ettiklerinden bir kısmı yüzüne
tükürüyor, kimi üzerine toprak saçıyor, kimileri de sövüyordu.
Nihayet gün yarı oldu. Karşıdan genç bir kız çıkageldi.
Elinde su dolu büyük bir kadeh vardı. Allah resulü yüzünü ve
ellerini yıkadıktan sonra şöyle buyurdu.
-Kızcağızım,
babana suikast yapılacağından, zelil olacağından korkma.
Ben:
-
Bu kız kimdir? diye sordum.
-
Allah Resulünün kızı Zeynep, dediler… (Taberani,6/21)
Başka
bir olayda ise;
Urve
(ra) anlatıyor: "İbn-i el As'a sordum, Müşriklerin
peygambere yaptıkları en ağır hakaret ne idi, bana bildir,
dedim. Şöyle anlattı:
-Bir
gün Resulullah (sav) efendimiz Kabe'de namaz kılarken Ukbe
bin ebi Muayt çıkageldi. Elbisesini peygamberimizin boynuna
doladı, var gücü ile boğmaya başladı. Derken Ebu Bekir geldi.
Ukbe'nin omzundan yakalayıp geri çekti ve ona şu ayeti okudu:
“Firavun
ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi:
Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek
misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler
getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer
doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı
olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı
kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Mu'min 28)
Resul
(sav)’in dışında, İslam davetini yüklenen sahabeler de ayni
şekilde işkence ve kötü uygulamalara maruz kalmışlardır.
Örnek olması acısından Hz. Ebu Bekir (ra)’ın şu olayına
bakabiliriz.
Aise
(r.anha) anlatıyor: "Bir gün Resul (sav)’in
sahabeleri bir araya gelince (hepsi 38 kişi idiler) Ebu Bekir (ra)
ortaya çıkma konusunda Allah Resulüne ısrarda bulundu.
Peygamberimiz de kendisine:
-
Biz sayıca azız, dedi.
O
ısrarını sürdürünce Resulullah (sav) ortaya çıktı. Müslümanlar
mescidin muhtelif köşelerine dağıldı. Herkes kendi
hısımlarının bulunduğu yere gitti. Ebu Bekir kalktı ve halka
hitabede bulundu. Resulullah da oturuyordu. Bu hutbesi ile Ebu Bekir
Allah ve Resulüne çağıran ilk hatip oldu. Müşrikler Ebu Bekir
ile diğer Müslümanlara hücum ettiler. İslam erlerini feci bir
şekilde dövdüler. Ebu Rabia, Ebu Bekir'e yaklaşarak yamalı sert
ayakkabılarıyla onu dövmeye başladı. Sıçrayıp karnına çıktı.
Öyle ki, babacığımın yüzü burnundan ayırt edilemez oldu.
Teymoğulları geldiler ve müşrikleri Ebu Bekir'den
uzaklaştırdılar. Bir elbise içinde taşıyarak evine götürdüler.
Öleceğinden şüpheleri yoktu. Sonra Teymoğulları Mescid-i
Haram'a girdiler ve:
-
Ebu Bekir ölünce Rabia'yi muhakkak gebertiriz, dediler.
Resul
(sav) ve sahabelerinin, İslam davetini, bir dava olarak ne derece
azim ve hırsla yüklendiklerini görmekteyiz.
Davayı
insanlara taşımalarının yanı sıra, karşılaştıkları zorluk
ve işkenceleri de verdiğimiz örneklerde görüyoruz. Günümüzde
de ayni şekilde, İslam davetini bir dava olarak omuzlarına yüklenen
ve onu insanlara ulaştırmak için çaba sarf eden dava erleri vardır.
Yine, buna ilişkin bir misal olarak, Hizb-ut Tahrir üyesi bir
gencin başından geçen olayı aktaralım.
29.04.1999
tarihinde, Özbekistan’da bir takım tutuklamalar oldu. Mergelan
şehrinin Mearif mahallesinde (Carbagrum caddesi) meydana gelen bu
olayda tutuklananlar, 10'a yakın Hizb-ut Tahrir gençleriydi. Ömer
Aliyev Hasan Ertenovic bunlardan birisidir. Tutuklanan gençler,
şehrin istihbarat binasına götürüldüler. Ömer Aliyev diğerlerinden
ayrı olarak bir odaya kondu. Kendisine, arkadaşlarının
işiteceği şekilde, gece saatlerine kadar işkence yapıldı.
İşkenceci zebaniler odadan çıktıklarında çehreleri değişmişti.
Diğer gençlerden, kendi kişilikleri hakkında yazılar
yazmalarını istediler, sonrada Ömer Aliyev hariç ötekilerini
serbest bıraktılar.
Ertesi
gün (Cuma) sabah saat 10'da, Mergelan hakim vekili ve Mergelan'da
ki hayır cemiyetleri sorumlusu, o gencin ailesine gelip,
oğullarının gece yapılan sorgulama esnasında öldüğünü
haber verdiler. Ölüm sebebi olarak da, korku neticesinde
geçirilen kalp krizi diye bildirdiler. Cenazenin Cuma'dan sonra
saat 15:00'de hazır olacağını söyleyip, almalarını istediler.
Cenazenin
raporlarında şu ifadeler yer alıyordu: "Yemek borusunun,
yiyecek girip tıkanması neticesinde ölmüştür."
Oysa
ki, cenazenin yıkanması esnasında şiddetli işkence ve dayak
izleri gayet açık bir şekilde görülmekteydi. Kafası şişmiş,
ağzı açılmış, kaburga kemiği kırılmıştı. El ve
ayaklarına vurulan zincirlerin izleri de belli oluyordu. Hükümet
tabibi her ne kadar bu izleri çeşitli vesilelerle ortadan
kaldırmaya çalışmışsa da tamamen yok edememişti.
Burada
akla gelen bir soru var. Ömer Aliyev'in suçu ne idi? Bu genci tanıyan
herkes biliyordu ki, o kimseyi öldürmedi, hırsızlık yapmadı, rüşvetçi
olmadı. Peki ama, neden öldürüldü?
Bugünkü
Ömer Aliyev'lerin, geçmişte Ebu Bekir'lerin davası aynıydı.
Onlar sadece ve sadece Allah’ın yüce dini İslam’a yardım
etmek istediler. Çünkü biliyorlardı ki, ancak bu sayede Allah’ın
yardımı kendilerine ulaşacaktı. Onlar biliyorlardı ki, ancak bu
sayede ümmet, zorba yöneticilerden, işkenceci zebanilerden ve aç
kurtlar gibi kendilerini yemek için bekleyen kafirlerden
korunacaklardı.
Yazımızın
başında da belirttiğimiz gibi, her ne kadar zor gibi görünse
de, geçmişte olduğu gibi Müslümanlar İslam’a koşacak ona
sahip çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır.
Allah
Resulü (sav) söyle dedi:
"Allah’ın
bulunmasını dilediği müddet, içinizde nübüvvet (peygamberlik)
olacaktır. Onu kaldırmayı dilediğinde onu kaldırır. Sonra nübüvvet
metodu üzere HİLÂFET olacaktır. Allah’ın dilediği
kadar kalacak, dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra
ısırıcı (zalim) yöneticiler olacaktır. Allah’ın
bulunmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediğinde onu
da kaldıracaktır. Sonra zorba yöneticiler olacaktır. Allah’ın
bulunmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediğinde onu
da kaldıracaktır. SONRA NÜBÜVVET METODU ÜZERE HILÂFET
OLACAKTIR." (Ahmed b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 17680)
|