Ana Sayfa YIL 14  SAYI 162-163  R.AHİR/C.EVVEL 1424  HAZİRAN/TEMMUZ 2003 E-Mail

ALLAH'IN DİNİNE YARDIM

Mahmud El

Bilinen bir gerçek var ki, o da Müslümanların bugün bir gaflet içerisinde oluşudur. Ümmet, bu gaflet durumundan sıyrılıp çıkmak için bir aydınlığa, nura ve kurtuluşa muhtaçtır. Müslümanların bu acziyetinden faydalanan kafirler, zafere gidecek olan yola set çekerek onu tıkamakta ve bu yürüyüşü yavaşlatmak için çaba harcamaktadırlar. Fakat, her ne kadar zor gibi görünse de, geçmişte olduğu gibi Müslümanlar o nura koşacak, ona sahip çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır.

Ana konusu Allah yolunda cihat olan Muhammed suresi Medine'de nazil olan surelerdendir. Medine'de inen diğer sureler gibi ahkamla alakalı yönü ağırlıktadır. Muhammed suresi, savaşlar, esirler ve münafıkların durumları ile alakalı hususları kapsar. Surenin 7. ayetinde ise Müslümanları zafere taşıyacak olan yolu açıkça beyan eder. Allah, bu ayette şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 7)

Alemlerin Rabbi (yaratıcısı) olan Allah’ın, yarattıklarının yardımına muhtaç olmadığı malumunuzdur. Fakat O, İslam’ın yeryüzünde hakim olması hususunda bir yardım talep etmiştir. Bu ise, Resul (sav)’in küfür ehli kafirlere karşı yürüttüğü mücadelenin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle, ayetten anlaşılan karşılıklı bir alışveriştir. Zira aksi bir durumda Allah (cc) devamla şunları beyan ediyor:

“İnkâr edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed 8-9)

Bu ayetler, bahsedilen yardımdan elini çekenlerin ve Allah’ın sistemini çirkin görenlerin durumunu anlatmaktadır. Söz konusu yardımı bir alışverişe benzetmiştik. Şöyle ki; Allah diğer bir ayetinde:

"…Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah o kavmin halini değiştirmez…" (Rad 11) buyuruyor.

Şu halde, bu alışverişten en kârlı çıkacak olanlar ise Allah’ın dininin hakimiyeti için mücadele verenler olacaktır.

Bu noktada akla gelen bir soru var. Peki bu yardımın sekli ne olmalıdır ki şartlar yerine gelsin ve karşılığında da Allah’ın yardımı müminlere ulaşsın?

Yüce Allah’ın bir şeriatı vardır. Bu şeriat bir takım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Bu şeriata tabi olan kullar hayatta kendilerine tatbik edilmesi gereken nizamı bilmektedirler artık. Bu durumda Allah’ın dinine yardim, O'nun belirlediği hayat nizamının, istisnasız tüm hayata hakim kılınması girişimi ile gerçekleşir. Şüphesiz ki kişi, hayata, kainata ve insana aydın bir bakışla baktığı vakit, hayatına yön vereceği ve zihniyetine temel kaide olarak yerleştireceği aydın bir fikre sahip olur. Bu temel fikirle düşüncelerini ve yapacağı amelleri oluşturur. İslam akidesini kendisine temel edinmiş olan Müslüman, kulluk bilincini, imtihanda olma bilincini aklından çıkarmaz. O halde kul, hayatini devam ettirirken, davranışlarını, hal ve hareketlerini, kısaca tüm fiillerini, zihninde ki temel fikrin gösterdiği şer-i hükümlere göre düzenleyecektir. Allah’ın dinine yardim nasıl olmalıdır sorusuna gelince; bugün Müslümanların, inandıkları akide gereğince yasamalarına artık olanak kalmamıştır. İslam dininin hayat nizami olduğu unutulmuş, sadece birtakım ibadetlerle kısıtlanmıştır. Hayatini şer-i hükümlere göre devam ettirmesi gereken Müslümanlara ise bir kurtuluş yolu bulunmaktadır. Bu da, İslam Dinini davet yolu ile tekrar hayata hakim kılmakla mümkün olacaktır. Zira, Allah’ın dinine yardım etmenin şeklini sadece bir yerden öğrenmek mümkündür. O ise, yardımdan kastedilen mücadelenin öncüsü olan Resul (sav)’in hayatıdır. Allah şöyle buyurdu:

“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab 21)

Davet, bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir. Herhangi birini İslam’a davet etmek ise, onu İslam’a eğilimli hale getirmek ve onun İslam’a olan rağbetini artırmak demektir. Davet hem davranışla hem de sözle yüklenilmelidir.

Müslüman’ın davet ettiği şeyin canlı bir örneğini temsil etmesi, İslam’ın gerçek suretini apaçık bir şekilde beyan etmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Allahu teala şöyle buyurmaktadır:

“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)

Bir başka ayette ise Allahu tela şöyle buyurmaktadır:

"İşte bunun için (Allah'a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Şura 15)

Bu ifadeler davetçinin davet ettiği şey ile amel etmesinin davetten bir parça olduğunu göstermektedir.

Allah'a davet elbetteki vaciptir. Davetçiyi Allah'a yaklaştıran ibadettir. Dünyada ve ahirette Allah’ın davetçiyi yücelttiği ve makamında yüce olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir. Allah'a davet peygamberlerin görevlerindendir. Zira bu vecibe sayesinde rablerinin dinlerini hayata geçirmeye imkan bulmuşlardır. Resul (sav) İslam’ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatte bulundu. Onları bu dünyada İslam’a davet etmekle üzerlerine şahit olduğu gibi, onları ve Allah’ı da davetine şahit kıldı. Allah-u Teala'yı şahit kıldığına Veda Haccın’da söylediği şu sözleriyle müşahede ediyoruz:

"Dikkat edin size tebliğ ettim mi? Allah'ım şahit ol." (Buhari, hac, 1825-ibn-i Mace, fitne, 3921)

Allah'a davet Nebi (sav) den ümmetine kalan mirastır. Eğer İslam’ın muhafazasını ve devamını istiyorsak, davetin devamlılığını muhafaza etmemiz şarttır. Çünkü İslam’ın devamlılığını sağlayan davet olmadan İslam’ın etkin bir şekilde varlığından bahsetmek mümkün olmaz.

Müslümanları karanlık ve bozuk fikirlerin etkisinden arındıran İslam’a davet olmadan, İslam’a tabi olanların nefislerinde İslam’ın arı ve duru olabileceği tasavvur bile edilemez.

İslam’a davet olmadan İslam’ın hayata hakim olması düşünülemez. İslam’a davet olmadan, İslam’ın güçlü bir şekilde aleme yayılması düşünülemez. Diğer bir ifadeyle, "davet" olmadan "din" ne kuvvet bulur ne de yayılır. Ne kendini koruyabilir ne de Allah’ın insanlar üzerine inzal buyurduğu hücceti ikame edilmiş olur.

İslam’a davet ile İslam geçmişteki izzetine ve gücüne kavuşur. Bu gün buna bizler ne kadar da muhtacız. İslam’a davet ile, İslam tüm insanlar arasında yayılır. Din tamamen Allah’ın olur. Oysa bugün dünya buna ne kadar da muhtaçtır.

İslam’a davetle Müslümanların dayandıkları delilin ne kadar üstün olduğu ve kafirlerin delillerinin ne kadar çürük temellere dayandığı ortaya çıkar. Artık İslam’ı terk etmeleri için hiç bir mazeret kalmaz. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

“(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir." (Nisa 165)

İslam’a davet Müslümanlar arasındaki önemini işte buradan almaktadır. Başta Nebi (sav) olmak üzere ilk Müslümanlar hemen bu görevi yerine getirdiler. İslam dinine olan bağlılıkları nedeniyle aynı sadakati İslam’a davete de gösterdiler.

Gerçek şu ki; İslam’a davet olmasaydı, İslam bize ulaşmaz, milyonlarca insan bu sahih akideden mahrum kalırdı. Belki de İslam yalnızca Resul (sav) ile sınırlı kalırdı. Allah’ın Resul (sav)’e inzal buyurduğu ilk ayet olan "oku" (Alak 1) ifadesi ile hem kendisi hem de diğer insanlar için okuması emredilmiştir. Yine Resul (sav)’e inen ilk ayetlerden biri de "kalk ve uyar" (Müddesir 2) ayetidir.

Resul (sav)’in İslam’a davet etmesiyle hem İslam hem de Resulullah'dan sonra bu hayırlı risaleti taşıyanların en hayırlısını oluşturan ilk Müslümanlar meydanda var olmuştur. Böylece bu güne kadar dava sürmüş ve kıyamete kadar da sürecektir.

İslam’a göre davet tıpkı suyun akması gibidir. Su akınca, her şeyi sular ve insanlara her hayrı verir. Fakat su, akıtılmaya ve taşınmaya muhtaçtır. İslam da böyledir. Hak din ve sahih düşünce olmasına rağmen diğer yerlere akıtılmaya, insanlara taşınmaya muhtaçtır. Böylece Allah’ın rızasına tabi olanları sular ve hidayete erdirir.

Bu açıdan davet, İslam’da önemli bir rükün ve hayati bir iştir. İslam’ın gönüllerde yer edebilmesi ve yayılması için gerekli bir unsurdur. Davet İslam’ın doğuşu ile başlamış, birlikte yürümüş ve Allah’ın yeryüzünün tamamını yok edeceği kıyamet gününe kadar da devem edecektir. Bir bakıma onun süresi İslam’ın ömrü kadardır.

Bu sebeple İslam’a davet, Müslümanların hayatlarında önem kazanmalı ve en fazla önem verdikleri bir iş olmalıdır. Bu uğurda vakitlerini harcamalılar ve emek sarf etmelidirler.

İslam devleti olduğu zamanlarda İslam davetini büyük ölçüde devlet yüklenir. Bu nispeten kolaydır. Fakat devletin bulunmadığı zamanlarda İslam davetini yüklenmek Müslümanlardan oluşan bir kitleye farz kılınmıştır. Allah-u Teala şöyle buyurdu:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran 104)

İslam davetini yüklenen Müslümanların önlerinde, küfür sistemlerinin savunucuları durmaktadır ve onlar her türlü zorluğu çıkarmaya hazırdırlar. Bu yüzden İslam davetini siyasi bir şekilde yüklenmek Müslümanların ölüm-kalım meselesi olmuştur.

Başta Resul (sav) olmak üzere bir çok Müslüman, çeşitli zorluk ve işkencelere maruz kaldılar ve bugünde bu olaylara şahit olmaktayız. Bunlardan bazılarını hatırlayacak olursak:

Mentib-ul Ezdi şöyle demiştir: "Cahilliye devrinde peygamberi gördüm, şöyle diyordu." Ey insanlar, La ilahe illallah deyiniz ki bahtiyar olasınız." Davet ettiklerinden bir kısmı yüzüne tükürüyor, kimi üzerine toprak saçıyor, kimileri de sövüyordu. Nihayet gün yarı oldu. Karşıdan genç bir kız çıkageldi. Elinde su dolu büyük bir kadeh vardı. Allah resulü yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra şöyle buyurdu.

-Kızcağızım, babana suikast yapılacağından, zelil olacağından korkma.

Ben:

- Bu kız kimdir? diye sordum.

- Allah Resulünün kızı Zeynep, dediler… (Taberani,6/21)

Başka bir olayda ise;

Urve (ra) anlatıyor: "İbn-i el As'a sordum, Müşriklerin peygambere yaptıkları en ağır hakaret ne idi, bana bildir, dedim. Şöyle anlattı:

-Bir gün Resulullah (sav) efendimiz Kabe'de namaz kılarken Ukbe bin ebi Muayt çıkageldi. Elbisesini peygamberimizin boynuna doladı, var gücü ile boğmaya başladı. Derken Ebu Bekir geldi. Ukbe'nin omzundan yakalayıp geri çekti ve ona şu ayeti okudu:

“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Mu'min 28)

Resul (sav)’in dışında, İslam davetini yüklenen sahabeler de ayni şekilde işkence ve kötü uygulamalara maruz kalmışlardır. Örnek olması acısından Hz. Ebu Bekir (ra)’ın şu olayına bakabiliriz.

Aise (r.anha) anlatıyor: "Bir gün Resul (sav)’in sahabeleri bir araya gelince (hepsi 38 kişi idiler) Ebu Bekir (ra) ortaya çıkma konusunda Allah Resulüne ısrarda bulundu. Peygamberimiz de kendisine:

- Biz sayıca azız, dedi.

O ısrarını sürdürünce Resulullah (sav) ortaya çıktı. Müslümanlar mescidin muhtelif köşelerine dağıldı. Herkes kendi hısımlarının bulunduğu yere gitti. Ebu Bekir kalktı ve halka hitabede bulundu. Resulullah da oturuyordu. Bu hutbesi ile Ebu Bekir Allah ve Resulüne çağıran ilk hatip oldu. Müşrikler Ebu Bekir ile diğer Müslümanlara hücum ettiler. İslam erlerini feci bir şekilde dövdüler. Ebu Rabia, Ebu Bekir'e yaklaşarak yamalı sert ayakkabılarıyla onu dövmeye başladı. Sıçrayıp karnına çıktı. Öyle ki, babacığımın yüzü burnundan ayırt edilemez oldu. Teymoğulları geldiler ve müşrikleri Ebu Bekir'den uzaklaştırdılar. Bir elbise içinde taşıyarak evine götürdüler. Öleceğinden şüpheleri yoktu. Sonra Teymoğulları Mescid-i Haram'a girdiler ve:

- Ebu Bekir ölünce Rabia'yi muhakkak gebertiriz, dediler.

Resul (sav) ve sahabelerinin, İslam davetini, bir dava olarak ne derece azim ve hırsla yüklendiklerini görmekteyiz.

Davayı insanlara taşımalarının yanı sıra, karşılaştıkları zorluk ve işkenceleri de verdiğimiz örneklerde görüyoruz. Günümüzde de ayni şekilde, İslam davetini bir dava olarak omuzlarına yüklenen ve onu insanlara ulaştırmak için çaba sarf eden dava erleri vardır. Yine, buna ilişkin bir misal olarak, Hizb-ut Tahrir üyesi bir gencin başından geçen olayı aktaralım.

29.04.1999 tarihinde, Özbekistan’da bir takım tutuklamalar oldu. Mergelan şehrinin Mearif mahallesinde (Carbagrum caddesi) meydana gelen bu olayda tutuklananlar, 10'a yakın Hizb-ut Tahrir gençleriydi. Ömer Aliyev Hasan Ertenovic bunlardan birisidir. Tutuklanan gençler, şehrin istihbarat binasına götürüldüler. Ömer Aliyev diğerlerinden ayrı olarak bir odaya kondu. Kendisine, arkadaşlarının işiteceği şekilde, gece saatlerine kadar işkence yapıldı. İşkenceci zebaniler odadan çıktıklarında çehreleri değişmişti. Diğer gençlerden, kendi kişilikleri hakkında yazılar yazmalarını istediler, sonrada Ömer Aliyev hariç ötekilerini serbest bıraktılar.

Ertesi gün (Cuma) sabah saat 10'da, Mergelan hakim vekili ve Mergelan'da ki hayır cemiyetleri sorumlusu, o gencin ailesine gelip, oğullarının gece yapılan sorgulama esnasında öldüğünü haber verdiler. Ölüm sebebi olarak da, korku neticesinde geçirilen kalp krizi diye bildirdiler. Cenazenin Cuma'dan sonra saat 15:00'de hazır olacağını söyleyip, almalarını istediler.

Cenazenin raporlarında şu ifadeler yer alıyordu: "Yemek borusunun, yiyecek girip tıkanması neticesinde ölmüştür."

Oysa ki, cenazenin yıkanması esnasında şiddetli işkence ve dayak izleri gayet açık bir şekilde görülmekteydi. Kafası şişmiş, ağzı açılmış, kaburga kemiği kırılmıştı. El ve ayaklarına vurulan zincirlerin izleri de belli oluyordu. Hükümet tabibi her ne kadar bu izleri çeşitli vesilelerle ortadan kaldırmaya çalışmışsa da tamamen yok edememişti.

Burada akla gelen bir soru var. Ömer Aliyev'in suçu ne idi? Bu genci tanıyan herkes biliyordu ki, o kimseyi öldürmedi, hırsızlık yapmadı, rüşvetçi olmadı. Peki ama, neden öldürüldü?

Bugünkü Ömer Aliyev'lerin, geçmişte Ebu Bekir'lerin davası aynıydı. Onlar sadece ve sadece Allah’ın yüce dini İslam’a yardım etmek istediler. Çünkü biliyorlardı ki, ancak bu sayede Allah’ın yardımı kendilerine ulaşacaktı. Onlar biliyorlardı ki, ancak bu sayede ümmet, zorba yöneticilerden, işkenceci zebanilerden ve aç kurtlar gibi kendilerini yemek için bekleyen kafirlerden korunacaklardı.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, her ne kadar zor gibi görünse de, geçmişte olduğu gibi Müslümanlar İslam’a koşacak ona sahip çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır.

Allah Resulü (sav) söyle dedi:

"Allah’ın bulunmasını dilediği müddet, içinizde nübüvvet (peygamberlik) olacaktır. Onu kaldırmayı dilediğinde onu kaldırır. Sonra nübüvvet metodu üzere HİLÂFET olacaktır. Allah’ın dilediği kadar kalacak, dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı (zalim) yöneticiler olacaktır. Allah’ın bulunmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba yöneticiler olacaktır. Allah’ın bulunmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. SONRA NÜBÜVVET METODU ÜZERE HILÂFET OLACAKTIR." (Ahmed b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 17680)

YIL 14  SAYI 162-163  R.AHİR/C.EVVEL 1424  HAZİRAN/TEMMUZ 2003

Yukarı