Ana Sayfa YIL 14  SAYI 162-163  R.AHİR/C.EVVEL 1424  HAZİRAN/TEMMUZ 2003 E-Mail

İSLÂM'I TEKRAR HAYATA HAKİM KILMAK İÇİN ÇALIŞMANIN FARZİYETİ

Ahmed K.

Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine (akıllarına) uyma. Allah'ın sana indirdiği şeylerin bazısından seni saptırmalarından sakın..." (Maide 49)

Allah (cc), insanları hidayete ulaştırmak ve dünyadaki bütün beşeri toplumların tarz ve şekillerinden farklı, apayrı ve hiç benzeri bulunmayan bir tarzda, evrensel bir toplumu meydana getirmek için Muhammed (sav)'i İslâm risaletiyle bütün dünyaya bir Rasul olarak göndermiştir. Yine bu toplumun akidesi olarak, siyasî ruhî bir akide olan İslâm akidesini kabul etmiştir ki, bu akideden fışkıran ve onun esası üzerine tesis edilen bütün fikirler, dünya ve ahiret işlerinin güdülmesi ile ilgili hükümleri ele alır. Hayata bakışı, ister toplumun üzerine kurulduğu esas olsun, ister kendisini teşrî eden (meydana çıkartan) kaynakta olsun, isterse küllî ve cüzî hükümlerde olsun yine onu dünyada varolan bütün fikir ve hükümlerden değişik, onlardan farklı fikir ve hükümler olarak kabul etmiştir.

İslâmiyet'in bu siyasi akidesi; hayatın bütün işleri ve insanlar arasındaki bütün ilişkiler hakkında fikir ve hükümler gösterdiği gibi, bu işleri ve ilişkileri gütmekle ilgili fikir ve hükümler de göstermiştir. Bu işler ve ilişkiler, ister hükmetmekle veya iktisatla ve sosyal hayatla, eğitim veyahut iç ve dış siyasetli ilgili olsun; ister İslâm devletinin diğer devletler, ümmetler ve halklarla olan alakalarıyla ilgili olsun; ister idare edenle idare edilen insanlar arasındaki alakalarla ilgili olsun; isterse fertler arasında cereyan eden muameleler hakkında veya akideye, canlara, mallara, ırzlara, haysiyetlere yapılan tecavüzlerle ilgili cinayetlere ilişkin bütün hususlarda olsun hepsi de bu siyasî akideye bağlıdır.

Bunun için, İslâmiyet'in getirdiği bu siyasî akide, şümûllü (kapsamlı) ve kâmil (olgun) bir akidedir. O hayatın bütün tezahürlerini ve şekillerini ele aldığı gibi, hayatın bütün vakıalarını da en ince şekilde ele alıp, tedavi eder tanzim eder. Allahu Teala şöyle buyurdu:

"...Sana bu kitabı (Kur-an'ı) her şeyi belirtmek için indirdik…" (Nahl 89)

"…Bugün size dininizi tamamladım, sizin için nimetimi tamamladım ve sizin için bir din olarak İslâm'ı kabul ettim…" (Maide 3)

İslâm siyasî akidesi, Müslümanlara İslâm'dan fışkıran hükümleri aynen uygulamalarını, onun esası üzerine kurulan, müstakil ve sadece kendine dayanan İslâmî bir varlık kurmalarını ve benzeri bulunmayan tarzda bir toplum tesis etmelerini farz kıldı. Ayrıca cinsleri, ırkları ve renkleri ne kadar değişirse değişsin, bütün Müslümanların İslâm akidesi etrafında toplanıp bir ümmet olmaları, tek bir devlet gölgesi altında, sancağı La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah olan, Rasullulah’ın siyah (Rayet-ül Ukab) sancağı altında yani tek bir bayrak altında toplanmalarını farz kılmıştır. İslâm akidesi, ölçü olarak helal ve haramı ele aldığı, onların bakış yönlerini tek bir yöne birleştirdiği gibi, vakıa ve hadiseler için her konuda hüküm vermek için bu akideden çıkan nizama yani İslâm nizamına başvurmalarını, onunla hükmetmelerini bütün Müslümanlara farz kılmaktadır.

Allahu Teala bütün Müslümanlara, bütün meselelerini Allah ve Rasulünün hükümlerine götürmeyi, Rasulü Muhammed (sav)'e indirdiklerini (şerîatı) uygulamayı, onlarla hükmetmeyi ve hayatın herhangi bir iş ve hususunda ondan başkasıyla hükmetmemeyi kitabında emretti:

“Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisa 105)

Yine Allah (cc), insanların heveslerine ve görüşlerine bağlanmayı ve Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmeyi, yasakladığı gibi; insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından uzaklaştırmalarından sakındırdı. Şöyle ki:

"Sana kitabı (Kur-an'ı) hak ile indirdik. Eski kitapları tasdik ediyor ve o kitaplara hakimdir (o kitapların hükümlerini kaldırıyor). Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Sana gelen haktan vazgeçip onların heveslerine (akıllarına) uyma." (Maide 48)

"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine (akıllarına) uyma. Allah'ın sana indirdiği şeylerin bazısından seni saptırmalarından sakın." (Maide 49)

Burada Rasule yapılan hitap, onun nezdinde ümmetine yapılan hitaptır. Öyleyse Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek Rasulüne farz olduğu gibi bütün Müslümanlara da farz olur. Allahu Teala Müslümanların da Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini, sübûtu ve delâleti kat'î olan Kur-an'ı Kerim'in ayetleriyle emretti ve Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri, kafirler, zalimler, fasıklar olarak gösterdi. Şöyle ki:

"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridir." (Maide 44)

"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir." (Maide 45)

"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir." (Maide 47)

Yine Allah'u Teala, iman etmeyi, Allah'ın Rasulünü bütün hususlarda hakem kabul etmeye bağlamıştır. Şöyle ki:

"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Yine Müslümanlara, Allah'ın ve Rasulünün bütün hükümlerine mutlak şekilde teslim olmaları, İslâm hükmünün kabul edilmesinden dolayı nefislerinde herhangi bir sıkıntının bulunmamasını da farz kılmıştır.

Allah'u Teala mü'minlerin idareciler ile aralarında çıkan ihtilafta da Allah'ın ve Rasulünün hükümlerine dönmeyi emretti. Şöyle buyurdu:

"... Eğer Allah'a ve kıyamet gününe iman etmiş iseniz, bir şey hakkında çekişince, o hususu Allah'a ve Rasulüne götürün…" (Nisa 59)

İşte bu ayet, bütün meseleleri Allah'ın ve Rasulünün hükümlerine götürmeyi Allah'a ve kıyamet gününe imanın işaret, göstergesi saymıştır.

Bunun için Müslümanların fakihleri ve müçtehitleri Dar-ül İslâm'ı şöyle tarif etmişlerdir: "İçinde İslâm ahkâmının (İslâm hükümlerinin) uygulandığı ve emniyeti Müslümanların emniyeti altında olan yerdir." İslâm hükümlerinin uygulaması durdurulup, küfür hükümleri uygulanırsa o memleketin bütün ahalisi (Türkiye gibi) Müslüman da olsa, o yer Dar-ül Küfre çevrilmiş olur.

Rasulullah (sav), Allahu Teala'nın kendisine indirdiği İslâmiyet'i aynen hayatın her alanında uygulamıştı. Ondan sonra gelen Müslümanlar da Raşit Hâlifeler döneminde İslâm'ı aynen uyguladılar. Yine bütün asırlar boyunca, Müslümanların idarecileri tarafından da uygulanmıştı. Fakat bazı dönemlerde kötü tatbikler meydana geliyordu. Bu bozukluklar özellikle iktidar ve maliye işlerinde oluyordu. Bu kötü tatbiklerin meydana gelmesine rağmen İslâm dışında başka bir şeyin tatbiki söz konusu olmuyordu. Osmanlı devletinin İslâm hilâfet sancağını alışından son günlerine kadar (inhitat [yıkılma] asrının sonları) başka bir düzen ortaya atılmadı. Osmanlı devleti zaafa uğradıktan sonra, İslâm hüküm ve nizamları hakkında ve hayat vakıalarını o hüküm ve nizamların tanzim etmesi hakkında şüpheler ortaya çıkartılmaya çalışıldı. Avrupa kendi ekonomik ve teknolojik kalkınmasını gerçekleştirdikten sonra Müslümanların içinden bazı kişileri etkiledi. Sömürgeci kafir batı devletleri böylesi kişileri de kullanarak, kendi batı hadaretine (kültürüne), fikir ve nizamlarına davet etmeye başladılar. Aralıksız devam ettirilen yoğun ve aldatmaya yönelik müjdeleyici hamlelerin, propagandaların nihayetinde Hilâfet devleti yok edildikten sonra; kafir batı devletleri, İslâm hüküm ve nizamlarını uygulamadan kaldırmak ve yerine kendi hüküm ve nizamlarını koymak için birçok imkanlar, fırsatlar kazandılar, buldular. Kafir batı devletleri, böyle ortamlarda kendi hadaretlerinden (kültürlerinden) kaynaklanan fikir ve mefhumlarını (değer ölçülerini) Müslümanlar arasında yerleştirmek için fırsatlarını kullandılar. Gayeleri; İslâmiyet'in fikri, kültürü, düzeni ve hükümleri tamamen Müslümanlardan uzak kalsın, İslâm hayata ve iktidara dönmesin ve Hilâfet tekrar vücuda gelmesin ki; böylelikle kendileri Müslümanların memleketlerine hakim olsun, servetlerini ve bütün zenginliklerini soymada ve yağmalamada emin olsunlar. İslâm toprakları, kafir batı devletlerinin fabrikaları için hammadde kaynakları ve ürettikleri her şey için tüketici pazarlar haline çevrilip bu halde devam etsin. İslâm topraklarını stratejik bölgeler haline getirip, kafir batı memleketleri ve devletleri için birer ileri savunma hattı olsun.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, İslâm hayattan ayrılamayacağı gibi, hayatın bütün müşküllerini tedavi etmek, hayatı tanzim etmek için gelmiştir. Devleti kendisinden bir parça olarak saymıştır. Çünkü devlet, kendi nizamı ve hükümlerinin uygulanması için kabul ettiği ve farz kıldığı bir metottur. Yine İslâm'ın bakış açısı ve olayları, vakıaları, nizam ve fikirleri ölçmek için kullandığı yolu; helal ve haramdır. Bu aynı anda itici ve hareket verici bir faktördür. Allah'u Teala İslâm hükümlerine göre değil de, tağut ve küfür hükümlerine göre muhakeme olmayı isteyenleri, şu şekilde teşhir etti:

"…Tağuta muhakeme olunmak istiyorlar. Fakat onlara onu inkar etmeleri ve reddetmeleri emredildi. Şeytan onları uzak delalete düşürmek istemektedir." (Nisa 60)

Şüphesiz ki, İslâmiyet'in hayat vakıasına ve iktidara geri dönmesi, devletin resmi dininin İslâm olduğunu belirten bir maddenin anayasaya koyulması veya İslâmiyet'in anayasa ve kanunlar için bir kaynak olduğunu ifade eden bir maddenin bulunmasıyla da mümkün olmaz. Çünkü böyle bir madde koymak şekli ve değersiz bir şey olduğu gibi, idarecilerin Müslümanları aldatmak için başvurdukları bir yoldur.

Şüphesiz ki, İslâm'ın yeniden iktidara ve hayat vakıasına dönmesi ancak ve ancak İslâm akidesini anayasa ve diğer kanunlar için bir esas olarak kılmakla ve varolan bütün iktidar şekillerini iptal edip İslâm'daki iktidar şekli olan halifelik veya imamlığı tekrar iade etmek, mevcut olan bütün anayasa ve kanunları ortadan kaldırıp onların yerine Allah'ın kitabı ve Rasulünün sünnetinden ve onların göstermiş olduğu şer'î kıyas ve icmâadan alınan ve İslâm akidesine göre tesis edilen anayasa ve kanunlar koymakla gerçekleşir.

Allah'u Teala, hayatımızın her işinde İslâmiyet'i uygulamamızı farz kıldığı gibi, İslâmiyet'in bakış açısıyla da, kayıtlı olmamızı farz kılıyor. Yine bütün vakıa, olay, nizam ve fikirlere bakarken helal ve harama bakmamızı farz kıldığı gibi, onu ölçü olarak kullanmamızı da farz kıldı. Nitekim bu helal ve haram ölçüsü Hilâfeti iade etmeyi ve Allah'ın hükmünü yeryüzüne tekrar geri getirmek için çalışmamızı farz kıldı. Bu nedenle üzerimizden günahı kaldıralım. İdarecilerin direnişleri, vahşice işkence çektirmeleri ve zulümleri bizleri dehşete düşürmesin. Azimlerimizi kırmasın. İslâmiyet'i yeniden hayata iade etmek için yapacağımız çalışmada mallarımız, çocuklarımız, eşlerimiz, aşiretimiz, ticaret ve mülkümüz bizi engellemesin. Zira bunların hepsi fanîdir ve bütün bunlar Allah'ın nezdinde bizim için mazeretler değildir. Öyle ise Allah'ın emrine icabet edelim ki, başarılı olup zilletten izzete çıkarak dünyada ve ahirette Allah'ın azabından emin olarak O'nun sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşalım.

Müslümanların hem Allah'ın indindeki mesuliyetlerinden kurtulmaları, hem de dünyadaki şu zilletten kurtularak izzete kavuşmaları ve böylelikle dünya ve ahirette kurtulanlardan, ebedi saadete kavuşanlardan olmaları için, İslâm nizamını yeniden hayata hakim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan hilâfet devletinin kurulması için ihlasla çalışmaları, mücadele etmeleri, Allah (cc)'ın şu ayetine dikkatlerini vermeleri olmazsa olmaz şartlardandır:

"De ki, babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan Rasulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın emrinin (dünyada belaların ve ahirette azabın) gelmesini bekleyin. Allah fasık kavmi (Allah'tan ve Rasulünün ve onun yolunda cihat etmekten başka şeyler tercih eden yoldan çıkmış, sapmış kavmi) hidayete erdirmez." (Tevbe 24)

YIL 14  SAYI 162-163  R.AHİR/C.EVVEL 1424  HAZİRAN/TEMMUZ 2003

Yukarı