Allahu
Teala şöyle buyurdu:
"Aralarında
Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine (akıllarına) uyma.
Allah'ın sana indirdiği şeylerin bazısından seni
saptırmalarından sakın..." (Maide 49)
Allah
(cc), insanları hidayete ulaştırmak ve dünyadaki bütün beşeri
toplumların tarz ve şekillerinden farklı, apayrı ve hiç benzeri
bulunmayan bir tarzda, evrensel bir toplumu meydana getirmek için
Muhammed (sav)'i İslâm risaletiyle bütün dünyaya bir Rasul olarak
göndermiştir. Yine bu toplumun akidesi olarak, siyasî ruhî bir
akide olan İslâm akidesini kabul etmiştir ki, bu akideden
fışkıran ve onun esası üzerine tesis edilen bütün fikirler,
dünya ve ahiret işlerinin güdülmesi ile ilgili hükümleri ele
alır. Hayata bakışı, ister toplumun üzerine kurulduğu esas
olsun, ister kendisini teşrî eden (meydana çıkartan) kaynakta
olsun, isterse küllî ve cüzî hükümlerde olsun yine onu
dünyada varolan bütün fikir ve hükümlerden değişik, onlardan
farklı fikir ve hükümler olarak kabul etmiştir.
İslâmiyet'in
bu siyasi akidesi; hayatın bütün işleri ve insanlar arasındaki
bütün ilişkiler hakkında fikir ve hükümler gösterdiği gibi,
bu işleri ve ilişkileri gütmekle ilgili fikir ve hükümler de
göstermiştir. Bu işler ve ilişkiler, ister hükmetmekle veya
iktisatla ve sosyal hayatla, eğitim veyahut iç ve dış siyasetli
ilgili olsun; ister İslâm devletinin diğer devletler, ümmetler
ve halklarla olan alakalarıyla ilgili olsun; ister idare edenle
idare edilen insanlar arasındaki alakalarla ilgili olsun; isterse
fertler arasında cereyan eden muameleler hakkında veya akideye,
canlara, mallara, ırzlara, haysiyetlere yapılan tecavüzlerle
ilgili cinayetlere ilişkin bütün hususlarda olsun hepsi de bu
siyasî akideye bağlıdır.
Bunun
için, İslâmiyet'in getirdiği bu siyasî akide, şümûllü
(kapsamlı) ve kâmil (olgun) bir akidedir. O hayatın bütün
tezahürlerini ve şekillerini ele aldığı gibi, hayatın bütün
vakıalarını da en ince şekilde ele alıp, tedavi eder tanzim
eder. Allahu Teala şöyle buyurdu:
"...Sana
bu kitabı (Kur-an'ı) her şeyi belirtmek için indirdik…"
(Nahl 89)
"…Bugün
size dininizi tamamladım, sizin için nimetimi tamamladım ve sizin
için bir din olarak İslâm'ı kabul ettim…" (Maide 3)
İslâm
siyasî akidesi, Müslümanlara İslâm'dan fışkıran hükümleri
aynen uygulamalarını, onun esası üzerine kurulan, müstakil ve
sadece kendine dayanan İslâmî bir varlık kurmalarını ve
benzeri bulunmayan tarzda bir toplum tesis etmelerini farz kıldı.
Ayrıca cinsleri, ırkları ve renkleri ne kadar değişirse
değişsin, bütün Müslümanların İslâm akidesi etrafında
toplanıp bir ümmet olmaları, tek bir devlet gölgesi altında,
sancağı La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah olan,
Rasullulah’ın siyah (Rayet-ül Ukab) sancağı altında yani tek
bir bayrak altında toplanmalarını farz kılmıştır. İslâm
akidesi, ölçü olarak helal ve haramı ele aldığı, onların
bakış yönlerini tek bir yöne birleştirdiği gibi, vakıa ve
hadiseler için her konuda hüküm vermek için bu akideden çıkan
nizama yani İslâm nizamına başvurmalarını, onunla hükmetmelerini
bütün Müslümanlara farz kılmaktadır.
Allahu
Teala bütün Müslümanlara, bütün meselelerini Allah ve
Rasulünün hükümlerine götürmeyi, Rasulü Muhammed (sav)'e
indirdiklerini (şerîatı) uygulamayı, onlarla hükmetmeyi ve
hayatın herhangi bir iş ve hususunda ondan başkasıyla hükmetmemeyi
kitabında emretti:
“Allah'ın
sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana
Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisa 105)
Yine
Allah (cc), insanların heveslerine ve görüşlerine bağlanmayı ve
Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmeyi,
yasakladığı gibi; insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin
bir kısmından uzaklaştırmalarından sakındırdı. Şöyle ki:
"Sana
kitabı (Kur-an'ı) hak ile indirdik. Eski kitapları tasdik ediyor
ve o kitaplara hakimdir (o kitapların hükümlerini kaldırıyor).
Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Sana gelen haktan
vazgeçip onların heveslerine (akıllarına) uyma." (Maide 48)
"Aralarında
Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine (akıllarına) uyma.
Allah'ın sana indirdiği şeylerin bazısından seni
saptırmalarından sakın." (Maide 49)
Burada
Rasule yapılan hitap, onun nezdinde ümmetine yapılan hitaptır.
Öyleyse Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek Rasulüne farz olduğu
gibi bütün Müslümanlara da farz olur. Allahu Teala Müslümanların
da Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini, sübûtu ve delâleti
kat'î olan Kur-an'ı Kerim'in ayetleriyle emretti ve Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmeyenleri, kafirler, zalimler, fasıklar
olarak gösterdi. Şöyle ki:
"...
Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kafirlerin ta
kendileridir." (Maide 44)
"...
Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta
kendileridir." (Maide 45)
"...
Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, fasıkların ta
kendileridir." (Maide 47)
Yine
Allah'u Teala, iman etmeyi, Allah'ın Rasulünü bütün hususlarda
hakem kabul etmeye bağlamıştır. Şöyle ki:
"Hayır,
Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş
olmazlar." (Nisa 65)
Yine
Müslümanlara, Allah'ın ve Rasulünün bütün hükümlerine
mutlak şekilde teslim olmaları, İslâm hükmünün kabul
edilmesinden dolayı nefislerinde herhangi bir sıkıntının
bulunmamasını da farz kılmıştır.
Allah'u
Teala mü'minlerin idareciler ile aralarında çıkan ihtilafta da
Allah'ın ve Rasulünün hükümlerine dönmeyi emretti. Şöyle
buyurdu:
"...
Eğer Allah'a ve kıyamet gününe iman etmiş iseniz, bir şey
hakkında çekişince, o hususu Allah'a ve Rasulüne götürün…"
(Nisa 59)
İşte
bu ayet, bütün meseleleri Allah'ın ve Rasulünün hükümlerine
götürmeyi Allah'a ve kıyamet gününe imanın işaret, göstergesi
saymıştır.
Bunun
için Müslümanların fakihleri ve müçtehitleri Dar-ül İslâm'ı
şöyle tarif etmişlerdir: "İçinde İslâm ahkâmının
(İslâm hükümlerinin) uygulandığı ve emniyeti Müslümanların
emniyeti altında olan yerdir." İslâm hükümlerinin
uygulaması durdurulup, küfür hükümleri uygulanırsa o
memleketin bütün ahalisi (Türkiye gibi) Müslüman da olsa, o yer
Dar-ül Küfre çevrilmiş olur.
Rasulullah
(sav), Allahu Teala'nın kendisine indirdiği İslâmiyet'i aynen
hayatın her alanında uygulamıştı. Ondan sonra gelen Müslümanlar
da Raşit Hâlifeler döneminde İslâm'ı aynen uyguladılar. Yine
bütün asırlar boyunca, Müslümanların idarecileri tarafından
da uygulanmıştı. Fakat bazı dönemlerde kötü tatbikler meydana
geliyordu. Bu bozukluklar özellikle iktidar ve maliye işlerinde
oluyordu. Bu kötü tatbiklerin meydana gelmesine rağmen İslâm dışında
başka bir şeyin tatbiki söz konusu olmuyordu. Osmanlı devletinin
İslâm hilâfet sancağını alışından son günlerine kadar
(inhitat [yıkılma] asrının sonları) başka bir düzen ortaya atılmadı.
Osmanlı devleti zaafa uğradıktan sonra, İslâm hüküm ve
nizamları hakkında ve hayat vakıalarını o hüküm ve nizamların
tanzim etmesi hakkında şüpheler ortaya çıkartılmaya çalışıldı.
Avrupa kendi ekonomik ve teknolojik kalkınmasını gerçekleştirdikten
sonra Müslümanların içinden bazı kişileri etkiledi. Sömürgeci
kafir batı devletleri böylesi kişileri de kullanarak, kendi batı
hadaretine (kültürüne), fikir ve nizamlarına davet etmeye
başladılar. Aralıksız devam ettirilen yoğun ve aldatmaya yönelik
müjdeleyici hamlelerin, propagandaların nihayetinde Hilâfet
devleti yok edildikten sonra; kafir batı devletleri, İslâm
hüküm ve nizamlarını uygulamadan kaldırmak ve yerine kendi hüküm
ve nizamlarını koymak için birçok imkanlar, fırsatlar
kazandılar, buldular. Kafir batı devletleri, böyle ortamlarda
kendi hadaretlerinden (kültürlerinden) kaynaklanan fikir ve
mefhumlarını (değer ölçülerini) Müslümanlar arasında
yerleştirmek için fırsatlarını kullandılar. Gayeleri; İslâmiyet'in
fikri, kültürü, düzeni ve hükümleri tamamen Müslümanlardan
uzak kalsın, İslâm hayata ve iktidara dönmesin ve Hilâfet
tekrar vücuda gelmesin ki; böylelikle kendileri Müslümanların
memleketlerine hakim olsun, servetlerini ve bütün zenginliklerini
soymada ve yağmalamada emin olsunlar. İslâm toprakları, kafir
batı devletlerinin fabrikaları için hammadde kaynakları ve
ürettikleri her şey için tüketici pazarlar haline çevrilip bu
halde devam etsin. İslâm topraklarını stratejik bölgeler haline
getirip, kafir batı memleketleri ve devletleri için birer ileri
savunma hattı olsun.
Daha
önce de bahsettiğimiz gibi, İslâm hayattan ayrılamayacağı
gibi, hayatın bütün müşküllerini tedavi etmek, hayatı tanzim
etmek için gelmiştir. Devleti kendisinden bir parça olarak saymıştır.
Çünkü devlet, kendi nizamı ve hükümlerinin uygulanması için
kabul ettiği ve farz kıldığı bir metottur. Yine İslâm'ın
bakış açısı ve olayları, vakıaları, nizam ve fikirleri
ölçmek için kullandığı yolu; helal ve haramdır. Bu aynı anda
itici ve hareket verici bir faktördür. Allah'u Teala İslâm
hükümlerine göre değil de, tağut ve küfür hükümlerine göre
muhakeme olmayı isteyenleri, şu şekilde teşhir etti:
"…Tağuta
muhakeme olunmak istiyorlar. Fakat onlara onu inkar etmeleri ve
reddetmeleri emredildi. Şeytan onları uzak delalete düşürmek
istemektedir." (Nisa 60)
Şüphesiz
ki, İslâmiyet'in hayat vakıasına ve iktidara geri dönmesi,
devletin resmi dininin İslâm olduğunu belirten bir maddenin
anayasaya koyulması veya İslâmiyet'in anayasa ve kanunlar için
bir kaynak olduğunu ifade eden bir maddenin bulunmasıyla da mümkün
olmaz. Çünkü böyle bir madde koymak şekli ve değersiz bir şey
olduğu gibi, idarecilerin Müslümanları aldatmak için başvurdukları
bir yoldur.
Şüphesiz
ki, İslâm'ın yeniden iktidara ve hayat vakıasına dönmesi ancak
ve ancak İslâm akidesini anayasa ve diğer kanunlar için bir esas
olarak kılmakla ve varolan bütün iktidar şekillerini iptal edip
İslâm'daki iktidar şekli olan halifelik veya imamlığı tekrar
iade etmek, mevcut olan bütün anayasa ve kanunları ortadan
kaldırıp onların yerine Allah'ın kitabı ve Rasulünün
sünnetinden ve onların göstermiş olduğu şer'î kıyas ve icmâadan
alınan ve İslâm akidesine göre tesis edilen anayasa ve kanunlar
koymakla gerçekleşir.
Allah'u
Teala, hayatımızın her işinde İslâmiyet'i uygulamamızı farz
kıldığı gibi, İslâmiyet'in bakış açısıyla da, kayıtlı
olmamızı farz kılıyor. Yine bütün vakıa, olay, nizam ve
fikirlere bakarken helal ve harama bakmamızı farz kıldığı
gibi, onu ölçü olarak kullanmamızı da farz kıldı. Nitekim bu
helal ve haram ölçüsü Hilâfeti iade etmeyi ve Allah'ın hükmünü
yeryüzüne tekrar geri getirmek için çalışmamızı farz
kıldı. Bu nedenle üzerimizden günahı kaldıralım.
İdarecilerin direnişleri, vahşice işkence çektirmeleri ve
zulümleri bizleri dehşete düşürmesin. Azimlerimizi kırmasın.
İslâmiyet'i yeniden hayata iade etmek için yapacağımız çalışmada
mallarımız, çocuklarımız, eşlerimiz, aşiretimiz, ticaret ve mülkümüz
bizi engellemesin. Zira bunların hepsi fanîdir ve bütün bunlar
Allah'ın nezdinde bizim için mazeretler değildir. Öyle ise
Allah'ın emrine icabet edelim ki, başarılı olup zilletten izzete
çıkarak dünyada ve ahirette Allah'ın azabından emin olarak
O'nun sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşalım.
Müslümanların
hem Allah'ın indindeki mesuliyetlerinden kurtulmaları, hem de dünyadaki
şu zilletten kurtularak izzete kavuşmaları ve böylelikle dünya
ve ahirette kurtulanlardan, ebedi saadete kavuşanlardan olmaları için,
İslâm nizamını yeniden hayata hakim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle
hükmedecek olan hilâfet devletinin kurulması için ihlasla çalışmaları,
mücadele etmeleri, Allah (cc)'ın şu ayetine dikkatlerini vermeleri
olmazsa olmaz şartlardandır:
"De
ki, babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan
Rasulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın
emrinin (dünyada belaların ve ahirette azabın) gelmesini
bekleyin. Allah fasık kavmi (Allah'tan ve Rasulünün ve onun
yolunda cihat etmekten başka şeyler tercih eden yoldan çıkmış,
sapmış kavmi) hidayete erdirmez." (Tevbe 24)
|