Şüphesiz
insan, tabiatı, fıtratı gereği, erdemli, mutlu ve ferah dolu bir
yaşam arayışındadır. Bunun için sürekli, diğer tüm mahlukatın
üstünde bir düzeyde ulvi bir yaşamın oluşumu için gözle
görülür bir performans sarf eder.
İnsanlığın,
huzura ulaşma amacı ile söz konusu refah ve gelişimi elde etmek
için eskiden bu güne bir arayış içerisinde olduğu bilinen bir
olgudur. Bu bağlamda hukukçular, düşünürler ve filozoflar, bir
takım teoriler, inançlar ve ideolojiler geliştirmişlerdir.
İnsanlar da bu dogmatik yönelişlerin, teori ve felsefelerin
farklılığına rağmen teorisyenlerin ardı sıra gitmişlerdir.
Ancak; tüm bu teorilerin hepsi istenilen amacı ve insanlığın
beklentilerini gerçekleştirebildi mi? El-cevap (nihayı son)
HAYIR!
Bu
da, onların, "doğru kalkınma"ya götürecek,
dolayısı ile gerçek mutluluğu -temin edecek- yolu
kestirememelerinden kaynaklanmakta idi.
Eğer
insan "doğru kalkınma" ve dahası mutluğu
istiyorsa öncelikle düzeyli bir insanî eğilime sahip
olması gerekir. İnsanın kalkınmasını yada çöküşünü hazırlayan
yine insanın eğilimleridir şüphesiz. O halde! söz konusu eğilimleri
nelerdir?
Kuşkusuz
eğilim; insanın toplumunda ve yaşamında ortaya koyduğu
fonksiyonlarının/ amellerinin bütünüdür. İşte insanın
-eğilimlerinin- gerçek dayanağı insanın içerisinde barındırdığı
dinamik enerjidir.
İnsanı
aksiyonel hale getiren ve gözlemlediğimiz amelleri yapmaya
kendisini iten ondaki dinamik enerjidir. Bu dinamik enerji;
insanda varolan ve kendisine -insana- doyum ihtiyacı hissettiren
bir takım içgüdüler ve organik ihtiyaçların tümüdür. Bundan
dolayı insan; yemek, içmek, giyinmek, mülk sahibi olmak, nefsini
müdafaa etmek ve kutsama gibi veya insanın, doyumuna çalıştığını
gözlemlediğimiz benzeri diğer organik ihtiyaçları da vardır.
"Nefsani
arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara
ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı."
(Ali İmran 14)
Şüphesiz
insanoğlu, kendisini kuşatan bu evren içerisinde ve hizmetine
sunulan eşyada isteklerinin ve organik ihtiyaçlarının doyumunu
sağlayacak nesnel donanımın varolduğunu keşfetmiş ve hemen söz
konusu ihtiyaç ve isteklerini elde etmek için harekete geçmiştir.
İşte burada insan kendisini bir problemin eşiğinde bulmuştur:
Çevresindeki
bu nesnelerden faydalanmanın yolu nedir? Yani, içgüdü ve organik
ihtiyaçların doyumunu sağlamanın yolu/yordamı nedir? Tabii ki
bu nesnelerden faydalanmak veya insanın içgüdü ve organik
ihtiyaçlarını doyurması, hayvanlarda olduğu gibi -bilinçsizce
yapılan- bir refleks veya alelâde bir yönelişle olmayacaktır.
İnsanda bilinç vardır. Dolayısıyla faydalanacağı ve ihtiyaçlarını
gidereceği yolları ve seçenekleri önüne koyabilir.
İşte
insan, kendisini kuşatan eşyalardan faydalanma, içgüdü ve
organik ihtiyaçlarının doyumu noktasında belirli bir çizgiyi
seçtiğinde bir eğilimin seçeneğini yapmıştır. İşte eğilim
budur. Bu; insanın istemlerinin doyumunda dayandığı biçim, ve
ortaya koyduğu tüm aksiyon ve reaksiyonel tasarruflarının ölçeğinde
belirlediği birtakım ilkeler, karşılaştığı olaylar ve
pozisyonlar karşısında takındığı tutum, yaşamında
karşılaştığı problemlere yönelik çözüm yolları, tüm
bunlar insanda bir eğilimi oluşturur.
İşte
şimdi eğilimi tanıdıktan sonra konunun özüne gelecek olursak doğru
kalkınmaya, ardından saadete ulaştıran düzeyli eğilim
nedir? Bu sorunun cevabı aşağıda sıralanmaktadır.
Eğer
düzeyli bir eğilimin ne olduğuna vakıf olmak istiyorsak
öncelikle doğru düşüncenin ne olduğuna vakıf olmamız
gerekmektedir. Nitekim, insanın eğilimleri ile mefhumları -düşünceleri-
arasında sıkı bir bağ vardır. O, tüm yaşamında
eğilimlerini, kendisini kuşatan varlıklar/eşyalar hakkındaki düşüncelerine
paralel olarak şekillendirmektedir. İfade ettiğimiz gibi insanın
eğilimlerini, çevresini kuşatan nesnel varlık ve diğer
insanlarla olan ilişkileri oluşturmaktadır. İşte burada
insanın nesnel varlıklara ilişkin alacağı pozisyonu belirleyen
faktör yine o varlık hakkındaki temel düşüncesidir.
Kendisinde belirli bir şahsa karşı kızgınlık mefhumu/düşüncesi
olan bir bireyin eğilimleri, sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik
olan eğilimlerinin tam tersi şeklinde seyredecektir. Hiç tanımadığı
ve kendisi hakkında da hiç bir mefhum -düşüncesi- olmadığı
şahsa karşı eğilimleri ise daha bir başka şekilde olacaktır.
Bundan dolayıdır ki, insanın eğilimlerini yüceltmek belirli bir
düzeye çıkartmak istiyorsak, öncelikle onda doğru mefhumları,
hayat hakkındaki düşüncelerini oluşturmak durumundayız.
“Muhakkak
Allah, bir toplum, kendi içindekilerini değiştirinceye kadar o
toplumu değiştirmez." (Rad 11)
Ancak
şu da var ki, varlık hakkındaki mefhumların oluşumu ancak
belirli bir dünya görüşüne dayandığı, yani, insana bu dünya
hayatında, varoluşunun anlamı ve gayesini açıklayabilen, vurgu
yapabilen bir dünya görüşünün bakış açısından
doğduğunda mümkün olabilir. Şayet o insan, bu dünya hayatında
varoluşunun anlamını ve gayesini, üzerine yüklediği yükümlülükleri
hayattaki vizyonunun çerçevesini çizebiliyorsa, o birey, bu bağlamda
eşyaya sabit bir bakış açısı ile bakacak ve bu bakış açısını
nefsi ile bütünleştirerek eğilimlerini de buna paralel olarak
şekillendirecektir.
Dünya
hayatı hakkındaki düşünce ise ancak evren, insan, hayat, ve
dünya hayatı öncesi ve sonrası hakkında ve de -insan, hayat ve
evrenin- bu dünya hayatı öncesi ve sonrası ile ilgisi
noktasında bir düşüncenin oluşumundan sonra mümkün olabilir.
Bu da insan, hayat ve evrenin arkasındaki perdenin aralanıp,
hakkında kapsamlı bir düşüncenin verilmesi ile olacaktır.
Çünkü bu, hayat hakkındaki tüm düşüncelerin dayandığı temel
fikri kaidedir.
Böylelikle
insanoğlu, bu hayatın, peş peşe olan bir zincirin halkası
olduğunun, bütünden bir parça olduğunun bilincine varır.
Bundan dolayı da varlık hakkında kapsamlı bir düşüncenin
verilmesi, insanın varoluşundan beri zihnini kurcalayan ve
çözmediği sürece devamlı bir iç bunalımı yaratacağı büyük
düğümün çözülmesine bağlıdır. Bu büyük düğüm/ problem
çözüldüğünde diğer problemler/düğümler çözülecektir.
Çünkü bunlar temel probleme nispetle bütünden bir parçadırlar/detaylardır.
İnsanoğlu
bu çözümü elde ettiğinde herhangi bir akideye yönelik belirli
eğilimleri olur ve hayat sistemleri bağlamındaki tüm düşüncenin
dayandırıldığı temel düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir
deyişle ideolojiye sahip olmuş olur.
İdeoloji,
insanlığın terminolojisinde; tüm fikirlerin üzerine bina edildiği
temel düşüncedir. Dolayısı ile kendisinden yaşama ilişkin tüm
düşüncelerin türemediği bir düşünceye ideoloji tanımı
getirilmesi doğru değildir. Bu bağlamda temel düşünce;
kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı bir düşüncedir.
Bu da insan, hayat, ve evreni kuşatan kapsamlı bir düşünce
örgüsüdür. Çünkü, bu düşünce yaşamında temel dinamiğini
oluşturmaktadır.
Şüphesiz
insanlığın kalkınmasına kefil olan da bu ideolojidir.
Tabi ki bu ideolojinin insanlığı kalkındırabilmesi için, insanın
temel sorununu yine insanın fıtratına uyan, aklını ikna edici
ve kalbine güven verici tarzda çözüme ulaştırması gerekir. Bu
çözümü sağlayabilirse, bu ideoloji insanlığı
kalkındırmanın garantisini verebilir.
İdeoloji,
bir şahsın zihninde doğacaktır. Bu, ya Allah’ın ona
vahyetmesi, onu insanlığa bir mesaj olarak ulaştırma emri ile görevlendirmesi
ya da bir dehanın zihninde dogmatik bir belirginlikle ortaya çıkacaktır.
Ancak Allah'ın vahyi ile bir insanın zihninde canlanan ideoloji en
doğru olan ideolojidir elbette. Çünkü O, insanı, hayatı ve
evreni var eden Yaratıcıdandır (O da Allah'u Teala'dır). Bu
doğruluğu kesin olan ideolojidir. Bir dehânın zihninde dogmatik
olarak beliren bir ideoloji ise, batıl ideolojidir. Çünkü o,
varlığı bütünüyle kuşatmaktan aciz olan kısır bir aklın türetmesi
ve yine insanların belirli bir sistem koyma noktasındaki
anlayışlarının çelişkiye, çok çeşitli yönlülüğe,
yaşadığı çevrenin etkisinde kalmaya her an açık ve müsait
olduğundandır. Bu da insanlığı huzursuzluğa götürecek olan
çelişkili sistemlerin üretilmesi anlamına gelmektedir. İşte
bundan dolayı bir şahsın zihninde doğan ideoloji, sistemleri ile
bütünüyle batıldır.
“Siz
Rabbinizden size indirilene uyun. Onun dışında dostlara uymayın.”
(Araf 3)
İşte
burada, dünyada yalnız İslâm’ın tek doğru ideoloji olduğu
gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ulu olan Allah’ın risalet
zincirini onunla kapadığı, Nebisi Muhammed (r)’e vahyettiği
İslâm; insanın temel sorunlarını çözmeye yönelmiş ve gerçekten
fıtrata uygun, akla kanaat yükleyen ve kalbi de güven (itminân)
ile dolduracak bir biçimde çözmüştür.
Şüphesiz
İslâm; insanın, hayatın ve evrenin ötesinde onu yaratan bir
yaratıcının -Allah'ın- olduğunu vurgulamaktadır. Bundan
ötürü -İslâm’ın- temel düşüncesi (paradigması) Allah (cc)’nun
varlığı inancıdır. Aynı şekilde bu inanç, Peygamber (r)'in
peygamberliği ve getirdiği risaletle, Kur’an-ı Kerim’in
Allah'ın bir kelimesi olduğu ve Allah Rasülü’nün Rabbinden
getirdiğinin tümüne olan inançla birlikte bütünlük arzetmesi
gerekmektedir. Bundan dolayı İslâm inancı; bu hayatın
inanılması gereken bir öncülünün, Allahu Teâla’nın ve bu
hayatın bir ötesinin, kıyamet gününün varlığını
vurgulamaktadır. Bu bağlamda insan dünya hayatında bütünüyle
Allah'ın emir ve nehiyleri ile kayıtlı olduğunu
belirtirken/deklare ederken; kendisini dünya öncesi ile de, -Allah’tan
gelen- buyruklara ve yasaklara tabi olup olmadığı noktasındaki
sorgulaması ile kayıtlı kılarak dünya sonrası ile olan
ilişkisini ifade etmiştir. İşte bundan dolayı Müslümanlar
herhangi bir eğilim göstereceği vakit Allah'la olan
ilişkilerinin bilincinde olmaları ve amellerini Allah’ın buyruk
ve yasaklarını göz önünde bulundurarak belirlemeleri
gerekmektedir.
İnsanın
tüm fonksiyonlarını Allah'ın buyruk ve yasakları paralelinde yönlendirmesi
için, İslâm akidesini dünya görüşünün temel dayanağı
olarak telakki etmesi gerekmektedir. Allah, şeriatını hayatın tüm
alanlarını kuşatan, insan bireyinin tüm eğilimlerini ve
eylemlerini sistematize ederek tüm problemlerini çözecek bir
nitelikte belirlemiş; kulların fiillerinden her bir fiilin şer’i
hükmünü beyan etmiştir. Ve kulların fiillerinden herhangi bir
fiil, şu beş şer’î hükümlerden herhangi birinin kapsamı
alanına girmektedir. Vacip, haram, mendup, mekruh ve mubah,
Allahu Teâla buyurdu ki:
“Biz
sana Kitabı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik." (Nahl
89)
Söz
konusu şer’î hükümlerin kapsamından hayat sistemleri
oluşmuştur. İslâm; ibadet, ahlak, yiyecek ve giyecekle ilgili
hükümlere ilaveten kendi bünyesinde belirlediği yönetim,
ekonomik, içtimai ve eğitim sistemleri ile iç siyaseti; aynı
şekilde cihad hükümleri, anlaşmalar, savaşlar, barışlar v.b.
ile ilgili hükümler ile de dış siyasetini kendine has ama
hayatın tüm alanlarını devleti, hayatı ve toplumu düzenleyen
sistemler olarak vazetmiştir. Aziz ve yüce olan Allah (cc) buyurdular ki:
“Bugün
Ben dininizi ve üzerinize olan nimetimi tamamladım. Ve size din
olarak İslâm’ı seçtim." (Maide 3)
Bundan
dolayı İslâm, beşeriyetin doğru kalkınması ve
onun gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane garantörü
olabilecek biricik ideolojidir. Tarih bütün açıklığı
ile bu büyük gerçeğe en iyi tanıktır. İslâm’ın gerçek
şekli ile tatbik olduğu dönemlere tanıklık eden asırlar,
insanoğlunun tanıdığı en büyük kalkınma devresine tanıklık
eden asırlardır. İşte bugünde beşeriyet, başta Müslümanlar
olmak üzere; insanoğlunun erdemli yaşamı yakalaması ve onun
mutluluğa ulaşmasını istiyor ise, İslâm’ın, toplum ve
devlet planında tatbiki ile hayata yeniden dönüşünü sağlamaları
gerekmektedir. O zaman -beşeriyet- zulmün ve karanlıkların çıkmazlarından
adaletin ve aydınlığın genişliğine çıkacaktır. Yüce Allah (cc)
ne güzel söylemiştir:
“Allah
iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostu ise tağutlardır. Onlar da onları (kâfirleri)
aydınlıktan karanlıklara götürürler." (Bakara 257)
|