Ana Sayfa YIL 14  SAYI 164-165  C. AHİR/RECEP 1424  AĞUSTOS/EYLÜL 2003 E-Mail

HİLÂFETİ KURMAK VE ALLAH'IN İNDİRDİĞİ İLE YÖNETMEK MÜSLÜMANLARIN HAYATİ DAVASIDIR.

Abdulkadîm ZELLUM

Şimdi, Müslümanlar öyle bir duruma düştüler ki, ondan daha ağır bela ve musibet tasavvur edilemez. Bu durumdan kurtulmalarında onlar için yegane şifa verici ilaç, kendi davalarının hayatî dava olup olmadığını idrak etmeleri ve davranışlarını, ölüm-kalım meselesi seviyesinde benimsemeleridir. Kaldı ki bu mesele, bütün hayatî meseleleri içine alan -ana- hayatî meseledir. Meselenin bu olduğu, Müslümanlarca açık bir şekilde idrak edilip, nefislerde kökleşen hakim kanaat haline gelmedikçe düşüşleri ve gerilemeleri devam edecek ve diğer ümmetler arasında hiçbir varlık da gösteremeyeceklerdir. Bu sebepten Müslümanların, hayatî davalarını anlayarak; sarsılmaz bir sebat ve tükenmez bir coşkunlukla bunların icabet ettirdiği ölüm-kalım davranışlarına sevk edecek şekilde bu hayatî davalarını kalplerinde, nefislerinde ve kamuoyunda yerleştirmeleri lazımdır. İşte Müslümanların şu anda içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için çare olarak bu esas ve bu mevzu etrafında bütün gayretlerini göstermeleri gerekir.

Müslümanların bugünkü vakıası, her Müslümanın hissettiği gibi, hiçbir beyan ve izaha muhtaç değildir. Memleketleri küfür nizamları ile yönetilmektedir. Onun için bu yerler kesinlikle ve tartışmasız “Dar-ül Küfür”dür. Şöyle ki, İslâm memleketleri bu günkü durumda; kırktan fazla devlete, emirliğe, şeyhliğe ve sultanlığa ayrılmış olduğundan, kafirlere karşı duracak bir vaziyette değildirler. Binaenaleyh, Müslüman memleketlerinden her birinin davası, varlığını “Dar-ül İslâm”a çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleşmeye çalışmaktır. Bu dava hayatî bir davadır. Hatta bütün hayatî davaları içine alan ana hayatî davadır. Bu mesele ile ilgili icraatlar ölüm-kalım icraatı olarak algılanmalıdır. Yalnız bu hayatî dava, yani İslâm memleketlerini “Dar-ül İslâm”a çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek meselesi, gerçekleşmesi için çalışılan bir hedeftir. Bunun gerçekleşmesi için takip edilecek yol, Hilâfet'i tekrar kurmaktır. Bugün Müslümanların üzerine borç olan en mühim mesele, İslâm memleketlerini Dar-ül İslâm'a çevirebilmek için Hilâfet'i yönetim sistemi olarak iş başına getirmektir. Sonra bu memleketleri Dar-ül İslâm’a çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleştirmektir.

Yalnız bugün Müslümanların karşılaştıkları husus iyi anlaşılmalıdır. Bugünkü vazife, İbn-i Ömer'in Nebî (sav)'den rivayet ettiği: “Kim, başında cemaati birleştiren bir imam yok iken ölürse onun ölümü cahiliye ölümü olur.” hadisine binaen, hayatî bir dava olmayan farz-ı kifaye üzerine bir Halife belirlemek değil, aksine Hilâfet'i yeniden kurmaktır. Yani Hilâfet nizamını bir yönetim sistemi olarak getirmektir. Bu halife seçimini gerektirmekle beraber halife seçiminden ayrı bir meseledir.

Hilâfet'i kurmak kesin olarak hayatî bir davadır. Bu, memleketlerimizi “Dar-ül Küfür”den “Dar-ül İslâm”a çevirerek küfür nizamlarını yıkmak suretiyle açık küfrü ortadan kaldırmak demektir. Böylece bu, hayatî bir davadır. Çünkü Resul (sav) şöyle demiştir: “Ancak, açık küfür görürsen.” Ve aynı hadiste: "Ey Allah'ın Resulü onlara karşı gelmeyelim mi?” denilince, dedi ki, “Sizlere namazı ikame ettikleri müddetçe hayır."

Bundan dolayı Müslümanları, hayatî davalarının gerçekleşmesine götüren yol, yine hayatî bir davadır. Çünkü Sürmef'den alınan şer'î delil, bunun hayatî dava olduğuna dalâlet ediyor. Bundan dolayı bu konu ile ilgili davranışların ölüm-kalım davranışları olması zaruridir.

Yalnız, küfrün hükümlerinin kabus gibi çökmesinden ve Müslümanların yönetimlerini; kafirlerin, münafıkların ve mürtetlerin ele almalarından itibaren onlar, daimî olarak küfür sultasından ve onun sahiplerinin ve yardımcılarının tahakkümünden kurtulmaya gayret sarf ediyorlar. Yalnız onlar, mücadele ettikleri bu meselenin hayatî bir dava olduğunu, uğrunda ölüm-kalım mücadelesi lazım geldiğini idrak edemediler. Müslüman topluluğundan bu idrakin kalkması, ümmet olmaları itibariyle hayati davalarla uygun mücadelede, normal kabul edilmesi gereken fakirlik, yıkım ve ölüm dışında; işkencelere, zindanlara ve eziyetlere katlanmak için gereken yeteneği bile kaldırdı. Bunun için bu teşebbüsler, kesin başarısızlıklara uğradılar. Uğrunda mücadele edilen davaya, doğru bir adım dahi atamadılar.

Müslümanlar bu davalarının hayati bir dava olduğunu anlamaları için uzun uzadıya tefekkür ve araştırmaya muhtaç değildirler. Bu dava, gözleri görenlere ilk andan beri gayet açık olduğu gibi daima da açıktır. Kafirler aklen ve adeten, İslâmiyet'in siyasî hayata/yönetime dönmesine asla müsaade etmezler. Ve bu davayı gerçekleştirmek isteyenlere karşı koymak için ellerinde zerre kadar imkan varsa bunu kullanmaktan asla geri durmazlar. Bu mevzuda mürtet ve münafıklar da kafirlerden geri kalmazlar. Onlar, Allah'ın haramlarını, Allah’ın hadleriyle korumak ve O’nun hükümlerini yürürlüğe koymak için yönetimi ellerinden almak isteyen müminlere karşı, ellerinden gelen kuvveti kullanmaktan geri kalmayacaklardır.

Buna binaen meseleyi/davayı uğrunda ölünmesi icap eden bir dava olarak görmedikçe, Müslümanlar bu davanın gerçekleşmesi için ne kadar gayret sarf etseler de semere vermeyeceği muhakkaktır. Müslümanlar, mücadelenin tabiatını kavrayamadıkları ve bu husustaki Allah'ın hükmünün hakikatini idrak edemedikleri için davalarını hayatî davalar seviyesine çıkmayan basit davalar seviyesinde algıladılar. Ve bu uğurdaki gayretleri ölüm-kalım seviyesinde olmadığından kendilerini kurtarmak için boşuna çalışıp durdular. Hakikatte ise küfür sistemini kaldırıp yerine İslâmî sistemi yerleştirmek gibi varlığı hayatî olan davalar bu seviyeye ulaşsın veya ulaşmasın onun hayatiyetini nazarı itibare alarak ölüm-kalım mücadelesi yapmadıkça, kuvvetleri de kadar olursa olsun ve ne kadar gayret sarf ederlerse etsinler, hiçbir kimse bu gayeyi gerçekleştiremeyecektir. Bunun için Müslümanlar fert ve toplum olarak küfürle aralarındaki mücadelede mutlaka ölüm-kalım seviyesinde mücadele etmelerinin gerekli olduğunu açık bir şekilde bilmelidirler. Zira onların davalarının tabiatı, bu çeşit icraatı gerektiriyor. Şeriat, Kitap ve Sünnet’te böyle emretmektedir.

Resul (sav), davamızı sınırlandırmamızı ve hayati davalar uğrunda, ölüm-kalım mücadelesi etmemizi öğretti. O (sav), Allah'tan kendisine İslâm elçiliği gelmesine müteakip daveti, fikrî mücadele ile tebliğ etmeğe başlayınca davasını İslâm'ın izhariyle sınırlandırdı ve bunun için ölüm-kalım mücadelesi verdi. Resul (sav)'den rivayet edildiğine göre Amcası Ebu Talip, Kureyş’in isteğini kendisine anlattığı sırada ona, yani Muhammed (sav)'e, şöyle dedi: "Sen kendine ve bana bak. Ve bana kalkamayacağım bir yük yükleme.” Resul (sav) buna cevaben şöyle dedi:

"Ey amcam. Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi, soluma da ayı koysalar, yine vallahi vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak yahut da ben bu uğurda öleceğim.”

Yine devleti kurup kılıçla cihat etmeye başlayınca, davasının, İslâm’ı üstün çıkarmak/hakim kılmak olduğunu açıkça beyan etti. Bu gayeyi gerçekleştirmek için ölüm-kalım mücadelesi yaptı. Resul (sav)'den rivayet edildiğine göre; Hudeybiye vakasının cereyan ettiği Umre'ye giderken Mekke'ye iki konaklık mesafede olan Asfan denilen yere varınca, Ben-i Ka'b'dan bir adamla karşılaştı. Ondan Kureyş hakkında malumat istedi. O adam cevaben: "Kureyş senin hareketini duydu. Kaplan derileri giyerek Zî Tava denilen yerde karargah kurdular. Seni, Mekke'ye sokmamak için Allah'a and içiyorlar. Halid bin Velid'i ise, süvarilerinin başında Kura El Gamîm denilen yere kadar gönderdiler." dedi. Bunun üzerine Resul (sav) şöyle dedi:

"Yazık Kureyş'e, harp onları mahvetti. Ne olurdu benimle diğer Arapları baş başa bıraksalar. Eğer Araplar bana galip gelirse zaten istedikleri olur. Eğer ben galip gelirsem rahatça İslâm'a girerler ve girmezlerse kuvvetli oldukları müddetçe savaşırlar. Kureyş ne zannediyor?... Allah'a and olsun ki, Allah İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya şu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin uğrunda cihat edeceğim."

Ve bundan sonra yoluna devam ederek Hudeybiye'ye kadar vardı.

Bu her iki halde de; yani İslâm'a davetin, fikrî mücadele ve kılıç ile cihat yaparak yüklenilmesi halinde Resul (sav), davasının İslâm’ı zafere ulaştırmak olduğunu ve bu davanın hayati bir dava olduğunu sınırlandırdı. Her iki halde Ölüm-kalım seviyesinde mücadele etti. Birinci halde, “Allah, İslâm’ı muzaffer edinceye veya bu uğurda ölünceye kadar bu davayı bırakmam" dedi. İkincisinde ise, “Allah, İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya bu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar mücadeleyi bırakmayacağını" söyledi. Eğer Resul (sav), bu davayı hayatî bir dava saymasaydı ve davranışları ölüm-kalım seviyesinde olmasa idi, gerek fikrî mücadele safhasında, gerekse kılıçla mücadele safhasında, İslâm muzaffer olmazdı.

Müslümanların, bugün içinde bulundukları vakıa da aynıdır. Küfür nizamları, onların üzerine tahakküm etmiş durumdadır. Yine üzerlerinde kafirlerin ve münafıkların baskısı hakimdir. Eğer bu davalarının hayatiyetini düşünmezler ve bu uğurda ölüm-kalım mücadelesi yapmazlarsa, çalışmalarından hiçbir semere elde edemezler. Ve bir adım dahi ilerleyemezler.

Bundan dolayı, İslâm memleketlerine tahakküm eden bu küfür ortamı içindeki her Müslüman, memleketlerini “Dar-ül İslâm”a çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek maksadıyla Hilâfet’i kurmak için çalışmaya, İslâm'ı muzaffer kılmak için bütün dünyaya İslâm davetini taşımaya ve sadık bir insan, aydın ve hakiki bir anlayışla Resul (sav)'in;

"Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi, soluma da ayı koysalar, vallahi yine vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak yahut da ben bu uğurda öleceğim."

Ve Resul (sav)’in; "Allah'a and olsun ki; Allah, İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya şu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin uğrunda cihad edeceğim" sözlerini hatırlatmaya ve idrak etmeye davet ediyoruz.

YIL 14  SAYI 164-165  C. AHİR/RECEP 1424  AĞUSTOS/EYLÜL 2003

Yukarı