Ana Sayfa YIL 14  SAYI 164-165  C. AHİR/RECEP 1424  AĞUSTOS/EYLÜL 2003 E-Mail

DAVETİ YÜKLENECEK BİR CEMAATİN BULUNMASININ FARZİYETİ

BÖLÜM 1 

Ahmed K.

Şeran, bir cemaattan istenen şeyin ne olduğu sınırlandırılıp ortaya koyulduktan sonra, cemaati ilgilendiren marufu emretme, münkerden alıkoyma işi de sınırlandırılır. Biz burada şer’i hükümlerin bir kısmını ikame etmek için çalışan veya fakir fukaraya yardım etmek için bir araya gelen veya vaaz ve irşat işine yönelen, cami ve mescitler bina eden, Kur'an talimi yapan vb. kurum, kuruluş, dernek ve bir cemaattan söz etmiyoruz. Biz, görevi Müslümanların hayatında İslâm’ı uygulayacak olan Hilâfeti ikame etme metodu ile dini bir bütün olarak ikame etme işini omuzlarına alan bir cemaattan söz ediyoruz. Hilâfetin derdi, şeriatın emrettiği bütün marufları Müslümanların hayatında var etmek, şeriatın nehyettiği tüm münkerleri izale etmek, bir bütün olarak içerde İslâm’ı uygulamak ve dünyaya taşımaktır.

Gerçek şu ki; şeriat onun varlığıyla tahakkuk eden onun yokluğuyla hayatta etkinliği kalmayan çok büyük ve pek önemli işleri İslâm Devleti'ne yüklemiştir. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışan cemaat, içinde bulunduğu çalışmanın hükmünü ve önemini gerçekleştirmeye çalıştığı şeyin öneminden almaktadır ki, bu da İslâm Devleti'ni kurmaktır. İslâmi hayatı yeniden başlatmak için çalışan bir cemaatin günümüzde mevcut olmaması, Müslümanların, ikamesi ancak devletin mevcudiyetiyle mümkün olacak olan bütün farzları hafife aldıklarını ve oturmakla ne kadar büyük bir günah işlediklerini göstermektedir.

Unutulmamalıdır ki; İslâm Devleti'ni kurarak İslâmi hayatı yeniden başlatmak için çalışmayanlar; zani zina ettiğinde, hırsız çaldığında, yönetici zulmettiğinde, kadınlar giyinik çıplaklar şeklinde caddelerde dolaştıklarında, fesat çoğalıp cihat durduğunda, kafirler Müslümanlara hükmettiğinde, küfür yayılıp maruf zayıfladığında, işte bütün bu durumlarda günahkar olmaya devam ederler. Çünkü bütün bu başı boşluluklar ve münker hadiseler, Müslümanların Allah'ın kendilerine farz kıldığı, razı olduğu Raşid Hilâfeti ikame etmemeleri ve onu ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Öyle ki onunla işler yoluna girer, şeriat Müslümanların hayatına onunla tatbik edilir. Müslümanların nefislerine İslâm çekirdeği onunla ekilir, takva ve ihsan onunla biçilir. Soysuzlaşmış durumların değiştirilmesi ve tashihi cemaatin yapması gereken şer’i bir farzdır. Ümmeti, bulaştığı tembellik ve uyuşukluktan kurtararak onu geçmişteki izzet ve şerefine kavuşturup diğer milletler arasında birinci sınıf ve aynı zamanda hidayet bahşeden ümmet konumuna getirmek her cemaatin başta gelen vecibesidir.

Hangi sevap Müslümanları içinde bulundukları bu durumdan kurtarmaktan daha büyük olabilir? Hani Resul (sav) şöyle demişti:

“Allah'ın, seninle birini hidayete erdirmesi, sana kırmızı deve sürülerinden daha hayırlıdır.” (Buhari, Müslim)

Müslümanların topyekûn işlerinin düzeltilmesi ve helak olmaktan kurtarılmaları, ayrıca küfür ile olan mücadelesinde galip gelmesini sağlayacak cihatla, fetihle insanların bölük bölük dine girmesine sebep olacak bir çalışmanın ecri acaba ne kadar büyük olur! Resul (sav)'e, Allah yolunda cihat yapmaya muadil bir amelden sorulduğunda; “Hayır yok dedi. Sonra da: mücahitler cihada çıktıkları andan itibaren mescide kapanıp ara vermeden ibadete durabilir, mücahitler dönene kadar iftar yapmadan oruç tutabilir misin? dediğinde, buna kimin gücü yeter? denmiştir." (Buhari, Ahmed b. Hanbel) Allah katındaki mertebesi, kadri ve kıymeti işte böyle yüce olan cihat için aynı zamanda Resulullah (sav):

“Cihadın en faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.” (İbni Mace, Ahmed b. Hanbel)

“Şehitlerin efendisi Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama marufu emredip münkerden nehyettiğinden dolayı öldürülen adamdır.” (Hakim) dememiş midir?!

Müslümanların içinde bulundukları bu vahim durumu idrak ettikten sonra onları yok olup gitmeye terk etmek caiz midir?

“Müslümanlar bir vücut gibidir. Herhangi bir organ rahatsızlanıp şikayet ettiğinde, bir vücudun diğer organları onu rahatlatmaya ve korumaya koşarlar.” (Müslim)

“Müslümanlar bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdırlar.” (Buhari, Müslim)

Durum ortadadır, ya büyük bir ecir ya da apaçık bir günah Müslümanlar hakkında söz konusudur. İslâm'ın her farzı gibi ikame edilmeyi bekleyen bu farz da onu işleyene ecir, onu terk edene de günah verecektir.

Biz, İslâm'a daveti yüklenen cemaattan kastımızın İslâm'ın bir veya bir kaç cüzünü ikame etmeye davet eden cemaatler olmadığını tekrar hatırlatmak istiyoruz. Bilakis biz Raşid Hilâfet metoduyla İslâm’ı bir bütün olarak ikame etmeyi kendine hedef seçen bir cemaati kastediyoruz.

 

Var Olması İstenen Cemaatin Özellikleri:

 

Yukarıda denildiği gibi Raşid Hilâfet metoduyla İslâmi hayatı yeniden başlatacak fiili bir çalışma içinde olan bir cemaatin mevcudiyetinin şer’i bir vecibe olduğu muhakkaktır. Zira;

“Sizden hayra davet eden, marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al-i İmran 104) ayeti kerimesi buna delalet etmektedir. Bu ayette Allah Sübhanehu ve Teâla, hayra davet eden, marufu emredip münkere engel olan en az bir cemaatin bulunmasını Müslümanlara bir farzı kifaye olarak emretmektedir.

Ayette geçen "bulunsun" emri, İslâm'a davetin, marufun emredilmesi ve münkerin nehyedilmesinin gereği olarak bir farziyeti ifade ediyor.

"sizden" kelimesi bu farziyeti bazılarına münhasır kılmaktadır. Zira iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak vecibesi, herkesin güç yetiremediği ilim ve dirayet isteyen bir amel olması, bu vecibenin bir farzı kifaye olduğunun şer’i karinesini teşkil etmektedir. Ayrıca kelimesi de burada Müslümanlardan bir cemaat manasında olup bütün Müslümanlar manasında değildir. Burada emir, Müslümanlardan bu işi yapacak bir cemaatin bulunmasına tekabül etmektedir. Zira Kur'an'da Hz. Musa'dan söz edilirken;

“(Musa) Medyen suyuna vardığında orada (davarlarını) sulayan bir topluluk buldu…” (Kasas 23) ayetinde olduğu gibi kelimesi bir cemaat, topluluk manasına da gelmektedir.

Ayette, herhangi bir cemaatin bulunması istenmemektedir. Ayet Müslümanlara, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek, münkerden alıkoymak özelliğine sahip olan en az bir cemaatin bulunmasını emretmektedir. Söz konusu edilen davet, emir ve nehiy herkesi kuşattığı gibi yönetici konumunda olanları da kapsar. Çünkü yönetici, tüm marufun ve münkerin başıdır. O tebaasının işlerini ya İslâm’la, şer’i ahkamla yönetir ya da ondan sapar. İşte bu noktada sözünü ettiğimiz cemaatin siyasi niteliğe sahip olması gerekmektedir. Çünkü onun işi yöneticilerledir. Yani yönetici mevcut olmadığında şeriatın emrettiği hal üzere onu naspetmek, eğer mevcut ise kusur gösterdiğinde onu muhasebe ederek hakka yöneltmek ve hak üzere devamını sağlamak, onu şeriat ahkamıyla sınırlandırmak siyasi evsafa sahip bir cemaatin işi olmaktadır. Bu farzın edasının yöneticilerle irtibatını kurup önemini gösteren hadislerden bir kaçı şöyledir:

“Canımı elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, ya marufu emreder münkerden alıkoyarsınız, ya da Allah kendi katından size bir azap gönderir de ona dua edersiniz fakat dualarınız kabul olmaz.” (Tirmiz, Ahmed b. Hanbel)

“Cihadın en faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.” (İbni Mace, Nesei)

“Şehitlerin efendisi Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama marufu emredip münkerden nehiy ettiğinden dolayı öldürülen kişidir.” (Hakim)

“Dualarınızın kabul edilmediği bir zaman gelmeden önce, marufu emredip münkerden alıkoyun.” (İbni Mace)

Ayrıca Resul (sav);

“Din nasihattir” dedi. Biz, “Kim için?” dedik. “Aziz ve Celil olan Allah için, Rasulü için, Müslüman imamları için ve bütün Müslümanlar için” dedi.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)

İşte marufu emredecek, münkerden alıkoyacak bir cemaatin yapacağı işin niteliği budur. Yöneticileri denetlemek, şeriata göre onları naspetmek de bu cemaatin yapması gereken işlerdendir. Yöneticilerle bağlantısı olan bu iş, siyasi bir çalışmadır. İşte yukarıda geçen ayet, İslâm esasına göre cemaatlerin veya partilerin kurulmasını Müslümanlara emretmektedir.

Tıpkı bunun gibi, şer’i ahkamın büyük bir kısmının halifenin mevcudiyetine bağlı bulunması bakımından onu naspetmek şer’i bir vecibe olmaktadır. Sonuç olarak Raşid Hilâfet'in mevcut kılınması için çalışan siyasi niteliklere sahip bir cemaatin varlığı da şer’i bir vecibedir. Bütün bunlar şu kaideye binaendir:

“Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.”

Diğer taraftan, (Al-i İmran 104) Ayeti Medine’de inen ayetlerdendir. İslâmi esaslar üzerine kaim olan siyasi bir cemaate delalet ederek söz konusu cemaatin göreceği işi ve çeşidini ortaya koymaktadır ki o da İslâm'a davet, marufu emretmek, münkerden alıkoymak ameliyesidir. Zira;

kelimelerinin başında bulunan elif lâm takısı kelimeyi marife yapan bir takıdır. Bu takı tahakkukunu istediği şeyin cinsini ifade eder. Birer lafız olmaları bakımından o tanıma giren her şeyi kapsamaktadırlar. Ancak yerine getirilmesi bakımından bazen çoğu bazen de azı gerçekleşir. Diğer taraftan muhatap olduğu herkese şamildir. Bunlar fert, cemaat veya yönetici olabilirler. İfade edilecek miktarın azlığına, çokluğuna gelince; şeriat, edası için bir cemaatin varlığını farz kılması bakımından buna bir ölçü koymuştur. Bu ölçü isteğe göre, itibarı veya müphem bir şekilde sınırlandırılmamıştır. Bilakis öyle açık ve belirgin bir ölçü koymuştur ki, bu nispetin altına düştüğünde bu açığı kapatacak ve telafi edecek bir çalışmayı vacip kılmıştır. Söz konusu cemaatin, ihmal edilen kısmı telafi edene kadar çalışması gerekir. Bu emir Allah'ın emrettiği herhangi bir emir gibi keyfiyeti, niteliği ve miktarı şer’i ahkamla kayıtlıdır. Akla, heva ve hevese, şartlara ve maslahatlara bağlı değildir.

 

İslâmi Esaslar Üzerine Kurulu Siyasi Parti ve Partilerin Var Olmasının Farziyeti:

Gerçek şu ki, ayet ancak ve ancak siyasi partilerin mevcudiyetinin farziyetine delalet etmekte ve bu cemaatlerin yapması gereken işi de açıkça ortaya koymaktadır. Uğrunda çalışılması gereken marufların ve ortadan kaldırılması gereken münkerlerin neler olduğu, içerisinde yaşanan ortama göre şer’i hükümler tarafından belirlenir. Söz konusu ayette gösterildiği şekilde teşekkül etmiş bir cemaat yöneticiyi muhasebe etmeye kalkıştığında onun işi karşı karşıya kaldığı vakıa olacaktır. Cemaat, yöneticinin amellerini gözetleyecek, kusur ettiğinde onu hakka döndürmek ve hak üzere devamını sağlamak için onu denetleyecek, ümmette siyasi uyanıklığın bulunmasına ve yöneticiyle birlikte İslâm'ın dış aleme taşınmasına çalışacaktır. Ancak bütün bunlar halifenin mevcut bulunduğu durumlar içindir. Halife ve Hilâfet'in mevcut olmadığı bir vakıa ile karşı karşıya kalan adı geçen vasıflardaki cemaate gelince, yine ayeti kerimede geçtiği şekliyle kendisine taalluk eden işi yapması gerekmektedir. Şeriat, cemaattan istenen gayeyi ve bu gayenin eda keyfiyetini ve metodunu, bu görevi yerine getirirken taşıması gereken fikirleri de göstermiştir.

Farz olan husus, İslâm Devleti olsa da olmasa da siyasi bir cemaatin mevcudiyetidir. Ancak bu cemaatin gayesi ve işi karşı karşıya kaldığı vakıayla bağlantılı olacaktır.

Bugün bizler, Müslümanları Allah'ın hükmüyle yönetecek bir halifenin mevcut olmadığı bir ortamda yaşamaktayız. Diğer taraftan Müslümanların içerisinde yaşadıkları yer, Dâru’l küfürdür. İçinde yaşadığımız cemiyette sosyal münasebetler ve nizamlar İslâm dışı esaslara göre yürütülmektedir. İşte bütün bunlar sonuçta içinde bulunduğumuz toplumu İslâm dışı bir toplum kılmaktadır. Öyleyse Dâru’l küfrü, Dâru’l İslâm’a, İslâm dışı toplumu İslâmi topluma çevirecek bir çalışmayı kendine esas alan, kendini bu işe adayan siyasi bir cemaatin bulunması gereklidir. Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeye tekrar dönülsün, yani İslâmi hayata yeniden başlansın. Böylece İslâm’ı aleme taşıma ve yayma farziyeti ikame edilsin. İşte bütün bunlar Hilâfeti tahakkuk ettirmeye çalışan bir cemaatin gayeleridir.

 

Siyasi Cemaat ve Partiler Nasıl Kurulur:

Söz konusu cemaatin takip edeceği ve onu şeriatça tespit edilen gayesine götürecek şer’i metot nedir?

Bu cemaati gayesine ulaştıracak olan ve benimsemesi gereken şer’i hükümler nelerdir?

Daveti taşıması esnasında cemaat için gerekli şer’i hükümlerden cemaatin anlayışına hükmedecek şer’i usuller ve kurallar nelerdir? Daveti, esasına uygun ve gereği gibi yapmak için, sözü edilen cemaatin anlayışına yön verecek ve gerekli şer’i ahkama bağlı kalacağı esaslar ve usuller nelerdir?

Şer'i hükme nasıl ulaşılacak ve ona karşı tutum ne olacak? Şer'i hükmün kaynakları nelerdir? Bir meselede Allah'ın birden çok farklı hükmü olur mu? İhtilaflı şer’i hükümlerle karşılaştığı zaman tavrı ne olacak?

Akla karşı tutum ve tavır ne olacak? Akide ve şer’i hükmün alınmasında aklın fonksiyonu ne olacaktır?

Olaylar karşısında nasıl tavır takınacak? Olaylar düşüncesinin kaynağını mı yoksa konusunu mu oluşturacak?

Maslahat karşısında nasıl davranacak? Maslahat akıl tarafından mı yoksa şeriat tarafından mı belirlenecek?

Bütün bunlardan sonra ne zaman adı geçen cemaatin düşünme metodunu, çalışma metodunu ve gayesini ortaya koyarsak, cemaate düşen görevin, ikame etmesi vacip olan şeyin ne olduğunu o zaman anlayacağız. Yine ancak o zaman İslâm’a muhalif bir işe girdiğinde veya saptığında onu anlar ve nasihatle ya da güç kullanarak hakka döndürmemiz mümkün olacaktır.

Bir cemaatin takip etmesi gereken şer’i metot konusunu ele almadan önce, dikkatlerden kaçmaması gereken bazı şeyleri hatırlatmamız gerekmektedir. Şeriat, insanın yapmaya kalkıştığı ve sözünü ettiği küçük büyük, hayır olsun şer olsun, dünyaya veya Ahirete ait olsun hiç bir fiilin veya işin hükmünü beyan etmekten geri durmamıştır. Muhakkak ki hükmünü beyan etmiştir. Hiç şüphesiz Allah Sübhanehu Teâla, kişinin oturması, kalkması, konuşması, oruç tutması, namaz kılması, evlenmesi veya başkalarıyla münasebeti, evine veya camiye girmesi veya çıkmasından, elbisesini giyip çıkarmasına kadar hangi amelde bulunursa bulunsun, her davranışının ikame keyfiyetini muhakkak surette beyan etmiştir. Yerine getirilmesi veya kaçınılması gerekli bir amel olsun, mendub, müstahab, hoş karşılanmayan mekruh bir davranış olsun veyahut da mübah olsun, her halükarda hükmünü beyan etmiştir. Zaten adı geçen hükümler -farz, haram, mendub (müstahab), mekruh, mübah- insanın bütün amellerini kapsayan, Müslüman’ın dikkate alması gereken hükümlerdir. Fiiller konusunda getirdiğimiz bu açıklama, eşya için de geçerlidir. Ancak eşyalar hakkında; "şer’i bir delille haram kılınmadıkça tüm eşyalar mübahtır" kaidesi geçerlidir. Demek oluyor ki eşya olsun, eylem olsun Allah'ın hüküm indirmediği hiç bir husus yoktur. Bu anlayış iki şer’i kaide üzerinde cereyan eder:

“Fiillerde asıl olan şer’i hükme bağlanmaktır.” İfadesi birinci kaideyi teşkil etmektedir. İkinci kaide ise,

“Haram olduğuna dair delil varid olmadıkça eşyada asıl olan mubahlıktır.” şeklindedir.

İslâm’da Fikir de Metot da Mevcuttur.

 

İSLÂM’DA FİKİR VE METOD

 

Bizi Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye götürecek bir metodu aradığımıza göre, Müslümanların Allah'tan münzel bir nur, hidayet ve basiret olmak üzere takip edecekleri söz konusu metodun şer’i delillerden araştırılarak çıkarılması gerekmektedir. Zira Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır:

“De ki; İşte benim yolum budur. Ben ve bana tabi olanlar bir basiret üzere Allah'a davet ediyoruz.” (Yusuf 108)

Burada şöyle denilmez: Şeriat, bir şeyin hükmünü açıklar fakat hayata geçirilme işi aklın münasip gördüğü şartlar ve maslahatların gerektirdiği hal üzere cereyan eder. Yani, 'Allah, İslâm Devleti'ni kurmayı emretmiş, onun kurulması için çalışmayı farz kılmış, fakat onun metodunu Müslümanlara bırakmıştır' şeklinde bir ifade kullanılamaz. Şeriat hükmünü açıklamadığı herhangi bir husus bırakmadığına göre böyle bir şeyin söylenmesi de mümkün değildir.

Böyle denilmez. Zira bu şeriat hükümlerinin tabiatına muhaliftir. Hiç bir şer’i hüküm yoktur ki herhangi bir sorunun hal çaresini ele alsın, ona uygulanacak şer’i hükmü ona bağlı olarak tam tamına uygun şekilde beyan etsin de bu hükmün infaz ve icra keyfiyetini, hayatın gerçeklerine mutabık olarak ortaya koymuş olmasın.

Kaldı ki İslâmi fikirler tenfiz metodundan yoksun olsalardı o zaman bu fikirler hayallerde, zihinlerde veya kitaplarda dolaşan fikirler durumuna düşerlerdi.

Allah Sübhanehu ve Teala insan hayatının bütün sorunlarını çözen hükümleri indirmiş ve Şari olarak onu beyan etmiştir. İslâm akidesi ve ondan fışkıran nizamla insanın her türlü içgüdüsünü ve uzvi ihtiyaçlarını tamı tamına doyuma kavuşturur. Evet İslâm beliğ, açık seçik bir dindir. Böyle olmakla yetinmemiş, hayatın gerçeklerine mutabık olan hal çarelerinin infaz ve tenfiz keyfiyetlerini bildiren hükümler de inzal buyurmuştur ki, İslâm soyut va'z ve irşat veya hayal ve felsefi fikirler olarak kalmasın. Bunun içindir ki, Resul (sav) sadece tebliğci olmamış, aynı zamanda tebliğ ettiği hükümleri icra ve infaz eden yönetici de olmuştur. Bu bakımdan Resul, Allah'ın ibadete müstahak olan tek varlık olduğunu açıklamakla yetinmemiş, bilakis yalnız O'na ibadet edilecek ortamı hazırlamıştır. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışmak üzere sahabeleri Allah'a davet ederek onları örgütlemiştir. Bu iman üzere hareket eden varlığı oluşturduğunda İslâm’ı uygulamaya, İslâm akidesinin ve nizamının dışına çıkan herkesi cezalandırmaya çalışmıştır. İslâm’ı yaymaya çalışmak da cihada davet yöntemiyle olacaktır. Anlaşılan o ki, İslâm Devleti'ni kurmanın, onun kurulması için çalışmanın hükmü ve cezalar, cihat, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münkeri ilgilendiren hükümlerin tamamını, şeriatın; akideyi ve sistemi korumak, İslâm akidesinin ve nizamının evrensel olması için yaymaya çalışmak amacıyla şeriat tarafından konulan amele dönük şer’i hükümlerdir.

Şayet akide ve nizama ait hükümlerin yayılma, icra ve himaye keyfiyetini gösteren şer’i hükümler olmasaydı, İslâm hareketsiz ve donuk kalacak, yayılıp bize ulaşmayacaktı. Aksine soyut vaaz ve irşattan ibaret olan "zina etme, komşunun namusuna göz dikme" sözünde olduğu gibi pratik hayatta herhangi bir etkisi olmayan Hıristiyanlık dini gibi bir din olurdu. Eğer İslâm bir takım güzel fikirlere sahip olup onları icraata dökme keyfiyetini gösteren metot hükümlerine sahip olmasaydı, Eflatun'un hayali cumhuriyeti gibi kitapların sayfaları arasında kalan diğer tarihi fikirler gibi bir fikir olarak kalacaktı. Sosyal hayata somut bir şekilde yön veren bir fikir olmayacaktı.

Zina haram olunca, bu haram ilişkinin gerçekleşmesine mani olacak ilgili başka bir şer’i hüküm de vardır ki zina günahının bir cezası olarak İslâm Devleti onu tatbik eder. Şeriat zinanın hükmünü Allah’u Teala’nın;

"Zinaya yaklaşmayın. Şüphesiz ki zina kötü bir şeydir ve kötü yoldur" (İsra 32) ayetinden alınmaktadır. Allah’u Teala zina eden kimseye uygulanacak cezayı da açıklayarak şöyle demiştir:

“Zina eden kadın ve erkeğe yüzer değnek vurun.” (Nur 2)

Ayrıca kim tarafından infaz edileceğini göstermiş ve Resulullah (sav)'in şu sözü ile açıklamıştır:

“Mümkün olduğu kadar hadleri Müslümanlardan savın. Müslüman için bir çıkış yolu belirdi mi onu salıverin. Hakimin bir hata sonucu affetmesi onu cezalandırmasından daha hayırlıdır.” (Tirmizi)

Namaz da böyledir. Şeriat onun farz olduğunu beyan edip onu terk edenin hükmünü, verilecek cezanın tenfiz keyfiyetini belirterek tatbik etme görevini İslâm Devleti'ne yüklemiştir. İşte İslâm'ın bütün emirleri böyledir. Hükmünü beyan ettiği her hükmün icra keyfiyetini de diğer bir şer’i hükümle açıklayarak, infaz ve icraya imamı (halife) yetkili kılmıştır.

Araştırıp incelediğimizde İslâmiyet’in her şeyin esası olan bir akideden, onun teferruatı olan inanç ve esaslardan, bunlara bağlı olan hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, marufu ve münkeri, helâlı ve haramı, ibadetleri, muamelatı, yenilecek ve giyilecek şeyleri ve ahlâkı tanzim eden şer’i hükümlerden ve fikirlerden müteşekkil olduğunu göreceğiz. Bunların tamamı sadece İslâm toplumunda değil, tüm insanlık aleminde bulunması istenmektedir. Ancak İslâm'ın kurmaya davet ettiği cemiyet, bu yapılanmaya seçkin bir suret kazandırıyor. Bu inançları, düşünceleri ve hükümleri "İslâmi Düşünceler" şeklinde isimlendirmemiz güzel ve yerinde bir isimlendirmedir.

İslâm fikrinin gerçekleştirmeye, yaymaya ve muhafaza etmeye çalıştığı, ukubet, cihat, hilafet, İslâm Devleti'ni kurmak için daveti yüklenme keyfiyeti, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker gibi mükemmel şer’i hükümleri tek kelimeyle "İslâm Metodu ile İlgili Hükümler" şeklinde isimlendirmemiz de güzel ve doğru bir isimlendirmedir.

YIL 14  SAYI 164-165  C. AHİR/RECEP 1424  AĞUSTOS/EYLÜL 2003

Yukarı