Şeran,
bir cemaattan istenen şeyin ne olduğu sınırlandırılıp ortaya
koyulduktan sonra, cemaati ilgilendiren marufu emretme, münkerden
alıkoyma işi de sınırlandırılır. Biz burada şer’i hükümlerin
bir kısmını ikame etmek için çalışan veya fakir fukaraya
yardım etmek için bir araya gelen veya vaaz ve irşat işine yönelen,
cami ve mescitler bina eden, Kur'an talimi yapan vb. kurum, kuruluş,
dernek ve bir cemaattan söz etmiyoruz. Biz, görevi Müslümanların
hayatında İslâm’ı uygulayacak olan Hilâfeti ikame etme metodu
ile dini bir bütün olarak ikame etme işini omuzlarına alan bir
cemaattan söz ediyoruz. Hilâfetin derdi, şeriatın emrettiği bütün
marufları Müslümanların hayatında var etmek, şeriatın
nehyettiği tüm münkerleri izale etmek, bir bütün olarak içerde
İslâm’ı uygulamak ve dünyaya taşımaktır.
Gerçek
şu ki; şeriat onun varlığıyla tahakkuk eden onun yokluğuyla
hayatta etkinliği kalmayan çok büyük ve pek önemli işleri İslâm
Devleti'ne yüklemiştir. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışan
cemaat, içinde bulunduğu çalışmanın hükmünü ve önemini
gerçekleştirmeye çalıştığı şeyin öneminden almaktadır ki,
bu da İslâm Devleti'ni kurmaktır. İslâmi hayatı yeniden
başlatmak için çalışan bir cemaatin günümüzde mevcut olmaması,
Müslümanların, ikamesi ancak devletin mevcudiyetiyle mümkün
olacak olan bütün farzları hafife aldıklarını ve oturmakla ne
kadar büyük bir günah işlediklerini göstermektedir.
Unutulmamalıdır
ki; İslâm Devleti'ni kurarak İslâmi hayatı yeniden başlatmak için
çalışmayanlar; zani zina ettiğinde, hırsız çaldığında, yönetici
zulmettiğinde, kadınlar giyinik çıplaklar şeklinde caddelerde
dolaştıklarında, fesat çoğalıp cihat durduğunda, kafirler Müslümanlara
hükmettiğinde, küfür yayılıp maruf zayıfladığında, işte bütün
bu durumlarda günahkar olmaya devam ederler. Çünkü bütün bu başı
boşluluklar ve münker hadiseler, Müslümanların Allah'ın
kendilerine farz kıldığı, razı olduğu Raşid Hilâfeti ikame
etmemeleri ve onu ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Öyle ki
onunla işler yoluna girer, şeriat Müslümanların hayatına
onunla tatbik edilir. Müslümanların nefislerine İslâm çekirdeği
onunla ekilir, takva ve ihsan onunla biçilir. Soysuzlaşmış
durumların değiştirilmesi ve tashihi cemaatin yapması gereken
şer’i bir farzdır. Ümmeti, bulaştığı tembellik ve
uyuşukluktan kurtararak onu geçmişteki izzet ve şerefine
kavuşturup diğer milletler arasında birinci sınıf ve aynı
zamanda hidayet bahşeden ümmet konumuna getirmek her cemaatin başta
gelen vecibesidir.
Hangi
sevap Müslümanları içinde bulundukları bu durumdan kurtarmaktan
daha büyük olabilir? Hani Resul (sav) şöyle demişti:
“Allah'ın,
seninle birini hidayete erdirmesi, sana kırmızı deve sürülerinden
daha hayırlıdır.”
(Buhari, Müslim)
Müslümanların
topyekûn işlerinin düzeltilmesi ve helak olmaktan kurtarılmaları,
ayrıca küfür ile olan mücadelesinde galip gelmesini sağlayacak
cihatla, fetihle insanların bölük bölük dine girmesine sebep
olacak bir çalışmanın ecri acaba ne kadar büyük olur! Resul (sav)'e, Allah yolunda cihat yapmaya muadil bir amelden sorulduğunda;
“Hayır yok dedi. Sonra da: mücahitler cihada çıktıkları
andan itibaren mescide kapanıp ara vermeden ibadete durabilir, mücahitler
dönene kadar iftar yapmadan oruç tutabilir misin? dediğinde, buna
kimin gücü yeter? denmiştir." (Buhari, Ahmed b. Hanbel)
Allah
katındaki mertebesi, kadri ve kıymeti işte böyle yüce olan
cihat için aynı zamanda Resulullah (sav):
“Cihadın
en faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.”
(İbni Mace, Ahmed b. Hanbel)
“Şehitlerin
efendisi Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama marufu emredip münkerden
nehyettiğinden dolayı öldürülen adamdır.” (Hakim)
dememiş
midir?!
Müslümanların
içinde bulundukları bu vahim durumu idrak ettikten sonra onları
yok olup gitmeye terk etmek caiz midir?
“Müslümanlar
bir vücut gibidir. Herhangi bir organ rahatsızlanıp şikayet ettiğinde,
bir vücudun diğer organları onu rahatlatmaya ve korumaya
koşarlar.”
(Müslim)
“Müslümanlar
bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdırlar.”
(Buhari,
Müslim)
Durum
ortadadır, ya büyük bir ecir ya da apaçık bir günah
Müslümanlar hakkında söz konusudur. İslâm'ın her farzı gibi
ikame edilmeyi bekleyen bu farz da onu işleyene ecir, onu terk
edene de günah verecektir.
Biz,
İslâm'a daveti yüklenen cemaattan kastımızın İslâm'ın bir
veya bir kaç cüzünü ikame etmeye davet eden cemaatler olmadığını
tekrar hatırlatmak istiyoruz. Bilakis biz Raşid Hilâfet metoduyla
İslâm’ı bir bütün olarak ikame etmeyi kendine hedef seçen
bir cemaati kastediyoruz.
Var
Olması İstenen Cemaatin Özellikleri:
Yukarıda
denildiği gibi Raşid Hilâfet metoduyla İslâmi hayatı yeniden
başlatacak fiili bir çalışma içinde olan bir cemaatin
mevcudiyetinin şer’i bir vecibe olduğu muhakkaktır. Zira;
“Sizden
hayra davet eden, marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat
bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al-i İmran 104) ayeti
kerimesi buna delalet etmektedir. Bu ayette Allah Sübhanehu ve
Teâla, hayra davet eden, marufu emredip münkere engel olan en az
bir cemaatin bulunmasını Müslümanlara bir farzı kifaye olarak
emretmektedir.
Ayette
geçen "bulunsun"
emri, İslâm'a davetin, marufun emredilmesi ve münkerin
nehyedilmesinin gereği olarak bir farziyeti ifade ediyor.
"sizden"
kelimesi bu farziyeti bazılarına münhasır kılmaktadır. Zira
iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak vecibesi, herkesin güç
yetiremediği ilim ve dirayet isteyen bir amel olması, bu vecibenin
bir farzı kifaye olduğunun şer’i karinesini teşkil etmektedir.
Ayrıca kelimesi
de burada Müslümanlardan bir cemaat manasında olup bütün
Müslümanlar manasında değildir. Burada emir, Müslümanlardan bu
işi yapacak bir cemaatin bulunmasına tekabül etmektedir. Zira
Kur'an'da Hz. Musa'dan söz edilirken;
“(Musa)
Medyen suyuna vardığında orada (davarlarını) sulayan bir
topluluk buldu…” (Kasas 23) ayetinde olduğu gibi kelimesi
bir cemaat, topluluk manasına da gelmektedir.
Ayette,
herhangi bir cemaatin bulunması istenmemektedir. Ayet Müslümanlara,
görevi hayra davet etmek, marufu emretmek, münkerden alıkoymak
özelliğine sahip olan en az bir cemaatin bulunmasını
emretmektedir. Söz konusu edilen davet, emir ve nehiy herkesi kuşattığı
gibi yönetici konumunda olanları da kapsar. Çünkü yönetici,
tüm marufun ve münkerin başıdır. O tebaasının işlerini ya
İslâm’la, şer’i ahkamla yönetir ya da ondan sapar. İşte bu
noktada sözünü ettiğimiz cemaatin siyasi niteliğe sahip olması
gerekmektedir. Çünkü onun işi yöneticilerledir. Yani yönetici
mevcut olmadığında şeriatın emrettiği hal üzere onu
naspetmek, eğer mevcut ise kusur gösterdiğinde onu muhasebe
ederek hakka yöneltmek ve hak üzere devamını sağlamak, onu
şeriat ahkamıyla sınırlandırmak siyasi evsafa sahip bir
cemaatin işi olmaktadır. Bu farzın edasının yöneticilerle
irtibatını kurup önemini gösteren hadislerden bir kaçı şöyledir:
“Canımı
elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, ya marufu emreder
münkerden alıkoyarsınız, ya da Allah kendi katından size bir
azap gönderir de ona dua edersiniz fakat dualarınız kabul olmaz.”
(Tirmiz, Ahmed b. Hanbel)
“Cihadın
en faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.”
(İbni Mace, Nesei)
“Şehitlerin
efendisi Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama marufu emredip münkerden
nehiy ettiğinden dolayı öldürülen kişidir.”
(Hakim)
“Dualarınızın
kabul edilmediği bir zaman gelmeden önce, marufu emredip
münkerden alıkoyun.”
(İbni Mace)
Ayrıca
Resul (sav);
“Din
nasihattir” dedi. Biz, “Kim için?” dedik. “Aziz
ve Celil olan Allah için, Rasulü için, Müslüman
imamları için ve bütün Müslümanlar için” dedi.”
(Müslim, Ahmed b. Hanbel)
İşte
marufu emredecek, münkerden alıkoyacak bir cemaatin yapacağı
işin niteliği budur. Yöneticileri denetlemek, şeriata göre
onları naspetmek de bu cemaatin yapması gereken işlerdendir. Yöneticilerle
bağlantısı olan bu iş, siyasi bir çalışmadır. İşte
yukarıda geçen ayet, İslâm esasına göre cemaatlerin veya
partilerin kurulmasını Müslümanlara emretmektedir.
Tıpkı
bunun gibi, şer’i ahkamın büyük bir kısmının halifenin
mevcudiyetine bağlı bulunması bakımından onu naspetmek şer’i
bir vecibe olmaktadır. Sonuç olarak Raşid Hilâfet'in mevcut kılınması
için çalışan siyasi niteliklere sahip bir cemaatin varlığı da
şer’i bir vecibedir. Bütün bunlar şu kaideye binaendir:
“Vacibin
ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.”
Diğer
taraftan, (Al-i İmran 104) Ayeti Medine’de inen
ayetlerdendir. İslâmi esaslar üzerine kaim olan siyasi bir
cemaate delalet ederek söz konusu cemaatin göreceği işi ve çeşidini
ortaya koymaktadır ki o da İslâm'a davet, marufu emretmek,
münkerden alıkoymak ameliyesidir. Zira;
kelimelerinin
başında bulunan
elif lâm takısı kelimeyi marife yapan bir takıdır. Bu takı
tahakkukunu istediği şeyin cinsini ifade eder. Birer lafız
olmaları bakımından o tanıma giren her şeyi kapsamaktadırlar.
Ancak yerine getirilmesi bakımından bazen çoğu bazen de azı gerçekleşir.
Diğer taraftan muhatap olduğu herkese şamildir. Bunlar fert,
cemaat veya yönetici olabilirler. İfade edilecek miktarın
azlığına, çokluğuna gelince; şeriat, edası için bir cemaatin
varlığını farz kılması bakımından buna bir ölçü koymuştur.
Bu ölçü isteğe göre, itibarı veya müphem bir şekilde
sınırlandırılmamıştır. Bilakis öyle açık ve belirgin bir
ölçü koymuştur ki, bu nispetin altına düştüğünde bu açığı
kapatacak ve telafi edecek bir çalışmayı vacip kılmıştır. Söz
konusu cemaatin, ihmal edilen kısmı telafi edene kadar çalışması
gerekir. Bu emir Allah'ın emrettiği herhangi bir emir gibi
keyfiyeti, niteliği ve miktarı şer’i ahkamla kayıtlıdır.
Akla, heva ve hevese, şartlara ve maslahatlara bağlı değildir.
İslâmi
Esaslar Üzerine Kurulu Siyasi Parti ve Partilerin Var Olmasının
Farziyeti:
Gerçek
şu ki, ayet ancak ve ancak siyasi partilerin mevcudiyetinin
farziyetine delalet etmekte ve bu cemaatlerin yapması gereken işi
de açıkça ortaya koymaktadır. Uğrunda çalışılması gereken
marufların ve ortadan kaldırılması gereken münkerlerin neler
olduğu, içerisinde yaşanan ortama göre şer’i hükümler tarafından
belirlenir. Söz konusu ayette gösterildiği şekilde teşekkül
etmiş bir cemaat yöneticiyi muhasebe etmeye kalkıştığında
onun işi karşı karşıya kaldığı vakıa olacaktır. Cemaat, yöneticinin
amellerini gözetleyecek, kusur ettiğinde onu hakka döndürmek ve
hak üzere devamını sağlamak için onu denetleyecek, ümmette
siyasi uyanıklığın bulunmasına ve yöneticiyle birlikte İslâm'ın
dış aleme taşınmasına çalışacaktır. Ancak bütün bunlar
halifenin mevcut bulunduğu durumlar içindir. Halife ve Hilâfet'in
mevcut olmadığı bir vakıa ile karşı karşıya kalan adı geçen
vasıflardaki cemaate gelince, yine ayeti kerimede geçtiği
şekliyle kendisine taalluk eden işi yapması gerekmektedir.
Şeriat, cemaattan istenen gayeyi ve bu gayenin eda keyfiyetini ve
metodunu, bu görevi yerine getirirken taşıması gereken fikirleri
de göstermiştir.
Farz
olan husus, İslâm Devleti olsa da olmasa da siyasi bir cemaatin
mevcudiyetidir. Ancak bu cemaatin gayesi ve işi karşı karşıya
kaldığı vakıayla bağlantılı olacaktır.
Bugün
bizler, Müslümanları Allah'ın hükmüyle yönetecek bir
halifenin mevcut olmadığı bir ortamda yaşamaktayız. Diğer
taraftan Müslümanların içerisinde yaşadıkları yer, Dâru’l
küfürdür. İçinde yaşadığımız cemiyette sosyal münasebetler
ve nizamlar İslâm dışı esaslara göre yürütülmektedir.
İşte bütün bunlar sonuçta içinde bulunduğumuz toplumu İslâm
dışı bir toplum kılmaktadır. Öyleyse Dâru’l küfrü, Dâru’l
İslâm’a, İslâm dışı toplumu İslâmi topluma çevirecek bir
çalışmayı kendine esas alan, kendini bu işe adayan siyasi bir
cemaatin bulunması gereklidir. Allah'ın indirdiği hükümlerle
hükmetmeye tekrar dönülsün, yani İslâmi hayata yeniden başlansın.
Böylece İslâm’ı aleme taşıma ve yayma farziyeti ikame
edilsin. İşte bütün bunlar Hilâfeti tahakkuk ettirmeye çalışan
bir cemaatin gayeleridir.
Siyasi
Cemaat ve Partiler Nasıl Kurulur:
Söz
konusu cemaatin takip edeceği ve onu şeriatça tespit edilen
gayesine götürecek şer’i metot nedir?
Bu
cemaati gayesine ulaştıracak olan ve benimsemesi gereken şer’i
hükümler nelerdir?
Daveti
taşıması esnasında cemaat için gerekli şer’i hükümlerden
cemaatin anlayışına hükmedecek şer’i usuller ve kurallar
nelerdir? Daveti, esasına uygun ve gereği gibi yapmak için,
sözü edilen cemaatin anlayışına yön verecek ve gerekli şer’i
ahkama bağlı kalacağı esaslar ve usuller nelerdir?
Şer'i
hükme nasıl ulaşılacak ve ona karşı tutum ne olacak? Şer'i hükmün
kaynakları nelerdir? Bir meselede Allah'ın birden çok farklı hükmü
olur mu? İhtilaflı şer’i hükümlerle karşılaştığı zaman
tavrı ne olacak?
Akla
karşı tutum ve tavır ne olacak? Akide ve şer’i hükmün alınmasında
aklın fonksiyonu ne olacaktır?
Olaylar
karşısında nasıl tavır takınacak? Olaylar düşüncesinin
kaynağını mı yoksa konusunu mu oluşturacak?
Maslahat
karşısında nasıl davranacak? Maslahat akıl tarafından mı
yoksa şeriat tarafından mı belirlenecek?
Bütün
bunlardan sonra ne zaman adı geçen cemaatin düşünme metodunu,
çalışma metodunu ve gayesini ortaya koyarsak, cemaate düşen görevin,
ikame etmesi vacip olan şeyin ne olduğunu o zaman anlayacağız.
Yine ancak o zaman İslâm’a muhalif bir işe girdiğinde veya
saptığında onu anlar ve nasihatle ya da güç kullanarak hakka
döndürmemiz mümkün olacaktır.
Bir
cemaatin takip etmesi gereken şer’i metot konusunu ele almadan
önce, dikkatlerden kaçmaması gereken bazı şeyleri hatırlatmamız
gerekmektedir. Şeriat, insanın yapmaya kalkıştığı ve sözünü
ettiği küçük büyük, hayır olsun şer olsun, dünyaya veya
Ahirete ait olsun hiç bir fiilin veya işin hükmünü beyan
etmekten geri durmamıştır. Muhakkak ki hükmünü beyan etmiştir.
Hiç şüphesiz Allah Sübhanehu Teâla, kişinin oturması,
kalkması, konuşması, oruç tutması, namaz kılması, evlenmesi
veya başkalarıyla münasebeti, evine veya camiye girmesi veya çıkmasından,
elbisesini giyip çıkarmasına kadar hangi amelde bulunursa
bulunsun, her davranışının ikame keyfiyetini muhakkak
surette beyan etmiştir. Yerine getirilmesi veya kaçınılması
gerekli bir amel olsun, mendub, müstahab, hoş karşılanmayan
mekruh bir davranış olsun veyahut da mübah olsun, her halükarda
hükmünü beyan etmiştir. Zaten adı geçen hükümler -farz,
haram, mendub (müstahab), mekruh, mübah- insanın bütün
amellerini kapsayan, Müslüman’ın dikkate alması gereken hükümlerdir.
Fiiller konusunda getirdiğimiz bu açıklama, eşya için de
geçerlidir. Ancak eşyalar hakkında; "şer’i bir delille
haram kılınmadıkça tüm eşyalar mübahtır" kaidesi geçerlidir.
Demek oluyor ki eşya olsun, eylem olsun Allah'ın hüküm indirmediği
hiç bir husus yoktur. Bu anlayış iki şer’i kaide üzerinde
cereyan eder:
“Fiillerde
asıl olan şer’i hükme bağlanmaktır.” İfadesi
birinci kaideyi teşkil etmektedir. İkinci kaide ise,
“Haram
olduğuna dair delil varid olmadıkça eşyada asıl olan
mubahlıktır.” şeklindedir.
İslâm’da
Fikir de Metot da Mevcuttur.
İSLÂM’DA
FİKİR VE METOD
Bizi
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye götürecek bir metodu aradığımıza
göre, Müslümanların Allah'tan münzel bir nur, hidayet ve
basiret olmak üzere takip edecekleri söz konusu metodun şer’i
delillerden araştırılarak çıkarılması gerekmektedir. Zira
Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır:
“De
ki; İşte benim yolum budur. Ben ve bana tabi olanlar bir basiret
üzere Allah'a davet ediyoruz.” (Yusuf 108)
Burada
şöyle denilmez: Şeriat, bir şeyin hükmünü açıklar fakat
hayata geçirilme işi aklın münasip gördüğü şartlar ve maslahatların
gerektirdiği hal üzere cereyan eder. Yani, 'Allah, İslâm
Devleti'ni kurmayı emretmiş, onun kurulması için çalışmayı
farz kılmış, fakat onun metodunu Müslümanlara bırakmıştır'
şeklinde bir ifade kullanılamaz. Şeriat hükmünü açıklamadığı
herhangi bir husus bırakmadığına göre böyle bir şeyin söylenmesi
de mümkün değildir.
Böyle
denilmez. Zira bu şeriat hükümlerinin tabiatına muhaliftir. Hiç
bir şer’i hüküm yoktur ki herhangi bir sorunun hal çaresini
ele alsın, ona uygulanacak şer’i hükmü ona bağlı olarak tam
tamına uygun şekilde beyan etsin de bu hükmün infaz ve icra
keyfiyetini, hayatın gerçeklerine mutabık olarak ortaya koymuş
olmasın.
Kaldı
ki İslâmi fikirler tenfiz metodundan yoksun olsalardı o zaman bu
fikirler hayallerde, zihinlerde veya kitaplarda dolaşan fikirler
durumuna düşerlerdi.
Allah
Sübhanehu ve Teala insan hayatının bütün sorunlarını çözen
hükümleri indirmiş ve Şari olarak onu beyan etmiştir. İslâm
akidesi ve ondan fışkıran nizamla insanın her türlü
içgüdüsünü ve uzvi ihtiyaçlarını tamı tamına doyuma
kavuşturur. Evet İslâm beliğ, açık seçik bir dindir. Böyle
olmakla yetinmemiş, hayatın gerçeklerine mutabık olan hal
çarelerinin infaz ve tenfiz keyfiyetlerini bildiren hükümler de
inzal buyurmuştur ki, İslâm soyut va'z ve irşat veya hayal ve
felsefi fikirler olarak kalmasın. Bunun içindir ki, Resul (sav) sadece tebliğci olmamış, aynı zamanda tebliğ ettiği hükümleri
icra ve infaz eden yönetici de olmuştur. Bu bakımdan Resul,
Allah'ın ibadete müstahak olan tek varlık olduğunu açıklamakla
yetinmemiş, bilakis yalnız O'na ibadet edilecek ortamı
hazırlamıştır. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışmak
üzere sahabeleri Allah'a davet ederek onları örgütlemiştir. Bu
iman üzere hareket eden varlığı oluşturduğunda İslâm’ı
uygulamaya, İslâm akidesinin ve nizamının dışına çıkan
herkesi cezalandırmaya çalışmıştır. İslâm’ı yaymaya çalışmak
da cihada davet yöntemiyle olacaktır. Anlaşılan o ki, İslâm
Devleti'ni kurmanın, onun kurulması için çalışmanın hükmü
ve cezalar, cihat, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münkeri
ilgilendiren hükümlerin tamamını, şeriatın; akideyi ve sistemi
korumak, İslâm akidesinin ve nizamının evrensel olması için
yaymaya çalışmak amacıyla şeriat tarafından konulan amele dönük
şer’i hükümlerdir.
Şayet
akide ve nizama ait hükümlerin yayılma, icra ve himaye
keyfiyetini gösteren şer’i hükümler olmasaydı, İslâm
hareketsiz ve donuk kalacak, yayılıp bize ulaşmayacaktı. Aksine
soyut vaaz ve irşattan ibaret olan "zina etme, komşunun
namusuna göz dikme" sözünde olduğu gibi pratik hayatta
herhangi bir etkisi olmayan Hıristiyanlık dini gibi bir din
olurdu. Eğer İslâm bir takım güzel fikirlere sahip olup
onları icraata dökme keyfiyetini gösteren metot hükümlerine
sahip olmasaydı, Eflatun'un hayali cumhuriyeti gibi kitapların
sayfaları arasında kalan diğer tarihi fikirler gibi bir fikir
olarak kalacaktı. Sosyal hayata somut bir şekilde yön veren bir
fikir olmayacaktı.
Zina
haram olunca, bu haram ilişkinin gerçekleşmesine mani olacak
ilgili başka bir şer’i hüküm de vardır ki zina günahının
bir cezası olarak İslâm Devleti onu tatbik eder. Şeriat zinanın
hükmünü Allah’u Teala’nın;
"Zinaya
yaklaşmayın. Şüphesiz ki zina kötü bir şeydir ve kötü
yoldur" (İsra 32) ayetinden alınmaktadır. Allah’u
Teala zina eden kimseye uygulanacak cezayı da açıklayarak şöyle
demiştir:
“Zina
eden kadın ve erkeğe yüzer değnek vurun.” (Nur 2)
Ayrıca
kim tarafından infaz edileceğini göstermiş ve Resulullah (sav)'in
şu sözü ile açıklamıştır:
“Mümkün
olduğu kadar hadleri Müslümanlardan savın. Müslüman için bir
çıkış yolu belirdi mi onu salıverin. Hakimin bir hata sonucu
affetmesi onu cezalandırmasından daha hayırlıdır.”
(Tirmizi)
Namaz
da böyledir. Şeriat onun farz olduğunu beyan edip onu terk edenin
hükmünü, verilecek cezanın tenfiz keyfiyetini belirterek tatbik
etme görevini İslâm Devleti'ne yüklemiştir. İşte İslâm'ın
bütün emirleri böyledir. Hükmünü beyan ettiği her hükmün
icra keyfiyetini de diğer bir şer’i hükümle açıklayarak,
infaz ve icraya imamı (halife) yetkili kılmıştır.
Araştırıp
incelediğimizde İslâmiyet’in her şeyin esası olan bir
akideden, onun teferruatı olan inanç ve esaslardan, bunlara bağlı
olan hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, marufu ve münkeri,
helâlı ve haramı, ibadetleri, muamelatı, yenilecek ve giyilecek
şeyleri ve ahlâkı tanzim eden şer’i hükümlerden ve
fikirlerden müteşekkil olduğunu göreceğiz. Bunların tamamı
sadece İslâm toplumunda değil, tüm insanlık aleminde bulunması
istenmektedir. Ancak İslâm'ın kurmaya davet ettiği cemiyet, bu
yapılanmaya seçkin bir suret kazandırıyor. Bu inançları, düşünceleri
ve hükümleri "İslâmi Düşünceler" şeklinde
isimlendirmemiz güzel ve yerinde bir isimlendirmedir.
İslâm
fikrinin gerçekleştirmeye, yaymaya ve muhafaza etmeye çalıştığı,
ukubet, cihat, hilafet, İslâm Devleti'ni kurmak için daveti
yüklenme keyfiyeti, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker gibi
mükemmel şer’i hükümleri tek kelimeyle "İslâm Metodu
ile İlgili Hükümler" şeklinde isimlendirmemiz de güzel
ve doğru bir isimlendirmedir.
|