Şüphesiz
herhangi bir toplumun yükselişini veya çöküşünü belirleyen,
söz konusu toplumun dinamiklerini oluşturan temel; dünya görüşüdür.
Şayet dünya görüşü somut, yüce değerler ise, o hadaret söz
konusu topluma kalkınmanın yollarını açarak gelişmesini
sağlayacaktır. Şayet toplumun dünya görüşü düzeysiz, düşük
ise toplum hiçbir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi
tanımayacak, tatmayacaktır.
Nitekim
insanoğlunun eğilimlerini, yaşam profillerini ve diğerleri ile
ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını
oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde hadaret;
hayat hakkındaki mefhumların bütünüdür. Örneğin batı
hadaretini meydana getiren, Batılı anlamda yaşamı yorumlayan
değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslâm hadareti de; İslâm’ın
yaşamı yorumlayan değerleridir şüphesiz.
Toplum
ve halkları kalkınmışlık düzeyine getiren, söz konusu
toplumun hayat hakkındaki düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler,
o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum,
taşıdığı düşüncesinin yüceliği, tutarlılığı ile yücelir.
Düşüncesinin düşüklüğü, tutarsızlığı ile de inişe geçer
veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun sahip
olduğu dünya görüşü; o toplumun zihniyetini oluşturan, kendi
içinde ve dışındaki diğer toplumlarla olan ilişkilerini belli
normlara göre düzenleyen ve problemlerini sistematize eden düşünce
yapısıdır. Böylelikle o düşünce yapısı ölçeğinde bir
hadaretin yükselişi veya inişi söz konusudur. O halde, yüce
olan veya diğer ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?
Yüksek
fikir nedir? Düşük fikir nedir?
Şüphesiz
yüksek düşünce; insana, eğilimlerine yaşamının her
aşamasına yönelik bir görüşü, karşılaştığı tüm
olaylarda kendisine bir tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir
parçasını gözardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik
birbiri ile içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda
tutarlı bir yaşam biçimini, belirli bir eğilim modelini ve çok
açık bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen
tutarlı, bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce
yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği çözümlerde
bir tutarsızlık, temel prensiplerinde bir çelişki söz konusu değildir.
Böylesi bir düşünce yapısı kendisini benimseyen ve sistemini
uygulamaya koyduğu beşer toplumu adım adım kalkınmaya doğru sürekli
gelişerek yol alan güçlü, tutarlı bir toplum haline dönüştürür.
Ancak
problem, söz konusu nitelikleri barındıran ve öylesine
bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan yüksek düşünceyi elde
etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi bir düşünceye nasıl
ulaşabilecekler?
Kuşkusuz
hissedilir vakıa ve tarih -aydın bir bakışa gereksinim duymadan-
böylesi bir düşüncenin ancak belirli bir fikri kaidenin varlığı
ile varolabileceğini gözler önüne sermiştir. Her bir binanın
temele ihtiyacı olduğu gibi, bir düşünce yapısının da bir
temel düşünceye ihtiyacı vardır. İşte bu, ancak evren, hayat
ve insana ilişkin geldiği ve varacağı yeri gösteren ve daha
sonra da yaşamının boyutları ve hayattaki gayesinin ne olduğunu
tanıtan akli bir akide olması ile fikri kaide niteliğini
kazanabilecektir. İşte bu akide üzerine söz konusu düşünce
yapısının bina edilebileceği bir zemin oluşmuş demektir. Yine,
bir toplum içerisindeki insanlar arası ilişkilerde baskın olan
duygu, sahip oldukları düşünce tarzının uyumluluğunu
sağlamasının yanında onların davranışlarını idare edecek
bir siyasi akidenin olması da o temel düşüncenin
özeliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile beraber
toplum, kendine has bir hadaret ve konum kazanmış olur. O toplumun
akidesi, fikri kaide olarak benimsediği ve kalkınma yolunda
gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur. İşte ideoloji diye
tanımlanan budur.
İdeoloji;
kendisinden sistemin türediği akli bir akidedir. Ortaçağ Avrupa’sı
toplumunun arayış içerisinde olduğu da buydu. Yani ortaçağ
toplumları kendilerini kalkındıracak bir temel düşünceye sahip
değillerdi. Avrupa toplumunun bir dininin ve akidesinin
(Hıristiyanlık) olduğu doğrudur. Ancak Hıristiyanlık düşüncesi
siyasi bir akide olmayıp din adamları ve papazlarından aldıkları
salt vicdana dönük, vicdana ait bir inanç biçimi idi. Uygarlık
Hikayesi; Will Durant Dahası Hıristiyanlık düşüncesi, ortaçağ
skolastik inancı; bir toplumda kalkınma ve gelişmişliği
sağlayacak bir özelliğe sahip olmadığı gibi, bu akideden
devlet, toplum ve hayatı karakterize edecek sistem de çıkmamaktadır.
Aksine sadece bireyin yaratıcı ile olan ilişkisini belirleyen ve
bir takım insani, ahlakî ve manevi değerlerin oluşturduğu salt
ruhani bir akidedir. Nitekim, ne kadar İncil sayfalarını
çevirirsek çevirelim, ne yönetimle, ne ekonomi ile ne de ceza
hukuku v.b. ile ilgili yasal düzenlemelerle karşılaşmayız. Her
ne kadar din adamları ve krallar, din ve ilahi yetki adına hükmetmiş
olsalar da bu, onların insanların idaresinde dine -İncil’e-
dayandıkları anlamına gelmiyor. Aksine kendilerinden menkul ve
hiçbir şekilde Hıristiyanlıkla ilişiği olmayan kanun ve
-feodal diye tanımlanan- en ağır sistemleri uyguladılar. Durant,
feodal sistemden bahsederken diyor ki; "Feodalist yönetim
sisteminde gelenek ve yasalar işlevleri açısından aynılık arz
ediyordu. Nitekim yargıçlar ve medeni hukukun yürütülmesi, ile
yükümlü olanlar genelde cahil bilinçsiz kişilerdi. Cezâi ve
hukuki bir problem doğduğunda, gençlik döneminde benzeri bir
problemle karşılaşmış olan toplumun yaşça en büyüğüne danışılırdı.
İşte bundan dolayı toplum bizzat kendisi kanunun ana kaynağı
olmuştu." Uygarlık Hikayesi; Will Durant
Kısaca,
ortaçağ dönemi Avrupa’sının tanık olduğu çöküntünün
gerçekte kaynağı, o dönemde, Avrupa’da egemen olan düzeysiz
kültürdür elbette.
Orta
çağda Avrupa insanının durumu ne idiyse, cahiliye dönemi
Araplarının durumu da aynıydı. Aralarındaki ilişkileri
sistematize ederek toplumunun dayanaklarını kuvvetlendirecek olan
siyasi akli akideden yoksundular. Aksine geleneksel taklidi bir
akideye sahiptiler. Tabii ki bu, onların düşüncelerine ve
toplumsal aktivitelerine temel oluşturabilecek nitelikte değildi.
Dolayısı ile o toplum düzeysiz bir toplumdu. Öyle ki, kabile ve
aşiretlerin birbirinden nefret ettiği sadece ve sadece asabiyet
uğruna savaşların hiç ardı arkası kesilmediği savaşçı
toplumlar haline getiren kabilecilik anlayışı egemendi. Bundan
dolayı cahiliye toplumu olarak bilinmekteydi.
Ancak,
Arap yarımadası toplumları olağanüstü çökmüşlüğüne rağmen
ortaçağın başlarında inkılabi bir dönüşümle çöküşün o
karanlıklarından bir anda kalkınmışlığın zirvesine yerleşmiş
ve hatta yeni çağın girmesine değin asırlar boyu böyle
süregelmiş iken, uzun yıllar, hatta yeni çağın girmesine değin
Avrupa toplumlarına musallat olan çöküntü devam etmekteydi.
Nitekim 15. asrın sonlarına doğru başlayan kalkınma hareketleri
ta 18. asrın sonlarına doğru meyvelerini vermişti. Her ne olursa
olsun biz burada, zaman açısından doğuş ve neticeleri süratle
verme noktasında her iki hadaret arasındaki farklılıktan
dikkatleri alarak başka bir soruyu yöneltmek istiyoruz.
Her
iki toplumda da kalkınmaya etki eden ve çökmüşlük durumundan
kalkınmışlık düzeyine taşıyan etkenler nelerdir?
Kuşkusuz
bu sorunun yanıtı, kalkınmanın felsefesinde düğümlenmektedir.
Şüphesiz her iki toplumda da ideoloji mesabesinde siyasi akli bir
akide varolmuş ve o toplumu adım adım ileriye götüren hadaret,
kapsamlı bir ideoloji üzerine bina edilmiştir.
Arap
yarımadasında bir ideoloji olarak boy gösteren İslâm dini;
insan, hayat ve evren ve bunların yaşam öncesi ve sonrası ve
yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile olan ilişkileri
hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli bir akide üzerine
bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için yaşamında en uygun
sistemler çıkmış, bu sistemler inanç boyutunda belirttikleri ve
ibadet (namaz, oruç, haç v.b.) boyutu ile yükümlü tuttukları
ile insan ve yaratıcısı arasını, yiyecek, giyecek ve ahlakî bağlamında
belirlediği kuralları ile de bireyin kendi nefsi ile olan
ilişkisini, devlet ve topluma ilişkin getirdiği sistemleri ile de
diğer insanlarla olan ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur.
Bu akideden, Hilâfet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi,
devletin mali kaynakları, harcama ve dağıtım normlarını
belirleyen ekonomi sistemi, yine kadın erkek ilişkilerini
belirleyen ve ailevi sorunlara çözümler sunan içtimai sistemi ve
ceza hukuku gibi sistemleri çıkmıştır. İşte bu akide; LAİLAHE
İLLALLAH MUHAMMEDUN RASULULLAH akidesidir. İslâm akidesinden
söz konusu sitemlerin çıkışı ise, bütünü ile Allah (cc)’dan
elçisi Muhammed (sav)'e vahiy olarak inen Kur’an ve Sünnet’ten
istinbat edilerek ortaya konmuştur.
İşte
bu akide, köklü İslâm hadaretinin üzerine bina edildiği fikri
kaide olmuştur. Böylece Arap yarımadasında gerçekleşen
kalkınma büyük bir coğrafyayı kapsayacak tarzda, doğuda Çin’e
batıda Atlas Okyanusu’na kadar tarihin bir benzerini daha
kaydetmediği hızlı bir yayılma gerçekleştirmiştir. Durant,
Hilâfet gölgesindeki İslâm coğrafyasını vasıflandırırken;
“Şüphesiz halifeler insanlara çok büyük standartlarda
çabalarının karşılığını temin etmiş ve yaşamlarını
garanti altına almışlardır. Onların uzanmaları için tüm fırsatları
önlerine getirmişler, kendi dönemlerinden sonra bir benzerine
hiç de rastlanmayacak olan bolluk ve genişliği 6 asır boyu
yaygınlaştırmışlardır. Hadaret düzleminde en tutarlı düzeyi
beş asırdır batı Asya’ya kazandıran tekniğin felsefe
edebiyat ve bilimin zirveyi yakalaması ilmin yaygınlaşması hep o
dönemde (halifeler döneminde) onların çabaları ve desteği
sayesinde olmuştur” diyor. Uygarlık Hikayesi; Will Durant
Ama
Avrupa’da ise, bir tarafı din adamlarının diğer bir tarafı da
krallar ve filozofların işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar
ve kıyasıya mücadeleler yeni bir düşünceyi, dinin hayattan ayrılması
anlamına gelen yada Laiklik diye tanımlanan temel düşünce
üzerine kurulu Liberalizm görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce,
modern batı hadaretinin üzerine bina edildiği, dayanağı ve de
siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insanın dinine hiçbir
kayıtlama getirmeyen, onu son derece özgür bırakan kapitalist
sistem doğmuştur. İşte Batının günümüze değin kalkınmışlığını
sağlayan ve bu çerçevede toplumları asimile etme ve entegre etme
politikasını dayandırdığı temel dünya görüşü (ideolojisi)
budur.
İşte
kalkınmanın gerçek tanımı budur. O, toplumun hadaretinin
dayanağı, sistemlerinin çıktığı temeli ve toplumun düşüncelerinin
kaidesi olmaya namzet akli siyasi bir akidede temsil edilen fikri
gelişmişliktir. Kuşkusuz öz ifadesi ile; bir toplumda
ideolojinin varlığı o toplumun kalkınmasının sebebidir.
DOĞRU
KALKINMA VE YANLIŞ
KALKINMA
Her
ne kadar batı düşünürleri, tarihçiler ve filozofların birçoğu,
kalkınma sebepleri ve analizi üzerinde araştırma yapıyor
olsalar da, bizlerin, onları bu çerçevede izlemesi doğru
olmayacaktır. Nitekim tarih bizlere birçok kalkınma modelleri
sunmuştur. Birinin diğerinden farklı olduğunu göstermiştir. Şüphesiz
her bir kalkınma düşüncesi bir diğerinden temelden
ayrışmakta, öz itibari ile farklılık arz etmektedir. O halde
insanın soyut olarak kalkınmayı incelemesi pek de yeterli
olmayacaktır. Bilakis araştırılması gereken insanı huzura ve
mutluluğa ulaştıran kalkınmadır. Diğer bir deyişle madem ki,
kalkınmanın doğru ve yanlışlığı söz konusudur, o halde bu,
insanoğlunun doğru olanı izlemesi gibi yükümlülüğünün olduğu
anlamına geliyor.
Şayet
ideoloji; akidesi ve sistemi ile kalkınmanın sırrı ise, bunun
anlamı doğru kalkınmanın kaynağı da tartışmasız doğru
ideolojidir. Doğru ideoloji ise; insan aklına kanaat getiren,
insan fıtratına uygun ve kalbine itminan kazandıran doğru bir
akide üzerine bina edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibari
ile hayat, evren ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı
verecektir. İşte tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda
uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasının garantörü
olan böylesi bir ideolojidir.
Ya
yanlış akide üzerine bina edilmiş bir ideoloji!
Şüphesiz
uygulanması, pratiği mümkün olmayan bir ideolojidir. Böylesi
bir ideoloji ancak bir takım problemleri ve bunalımları bünyesinde
barındıran konjonktür şartlarının bunalımlı sürecinden
geçen toplumlarda bir tepki olarak doğduğundan çoğu kez
uygulanabilirliği yoktur. Tıpkı Liberalizm düşüncesi gibi.
Tabii ki toplumlar, akıllarına ters düştüğü ve fıtratları
ile çeliştiğini anladıktan sonra söz konusu ideolojinin
uygulanabilir olmadığını çok geçmeden fark edecekler ve yine
geçmişte bir zaman diliminde kendilerinin yanlış
kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin gölgesinde
arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek Komünist
ideolojidir.
Bozukluğunun
kronikliği dolayısı ile toplumunda 70 sene gibi kısa bir zaman
dilimine sığamayan kalkınmayı sağlamıştır. Sebebi ise; “hiçbir
ilah yoktur, hayat ise maddeden (materyalden) ibarettir"
demesi ile tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan yaratıcının
varlığını inkar ettiğinde insanın fıtratı ve aklı ile çatışması
olmuştur. Çünkü insan fıtratı idareyi elinde bulunduran bir
yaratıcıya ibadet etmeye eğilir. Bu kendisinde acizlik ve noksanlık
ortaya çıktığında ve her şeyi tüm güzelliği ile yaratan
hikmet sahibi bir yaratıcıyı gösteren işaretleri gözlemlediğinde
insan aklı elbette, bu evrenin hayat ve insanın tümünün bir
yaratıcı tarafından var edildiğine ikna olur ve onu benimser.
Ayrıca bu Komünist akideden çok kaba (acımasız Sosyalist)
sistem çıkmıştır. İnsanın tüm beceri ve fonksiyonlarını göz
ardı eden Sosyalist düşünce, insanlığın ömrünün belirli
bir kesitini işgal etmiştir.
Avrupa’da
ortaçağ koşullarının ortaya çıkardığı Liberal Kapitalist
ideoloji ise aynı şekilde yanlış bir ideolojidir. Çünkü
akidesi, dinin hayattan ayrılması inancını temsil eden, ruhani
hiçbir yönü olmayan bir düşüncedir. Kesin kes kanıksamasalar
da insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığını itiraf
etmelerine rağmen onu yaratıcısından ayırmış ve "kuşkusuz
yaratıcı seni bu yerkürede yarattı, sonra da istediğin gibi
işlerini idare etmen üzere seni serbest bıraktı"
demiştir. Behcetü’l Mağfire;ikinci bölüm Böylelikle de
kendisinin aciz ve sınırlı olduğunu gören, işlerini ve
yaşamının tüm yönlerini idare edecek bir yaratıcıya muhtaç
olan insan fıtratı ile çelişmiştir.
Eğer
söz konusu akide -ki ideolojinin dayandığı temel düşüncedir-
bozuk, yanlış ise o akideden çıkacak olan sistemlerin yanlış,
üzerine bina edilen hadaretinin çarpık olması da gayet doğal
bir sonuçtur.
İSLAM
ise, insan fıtratına uygun, akla kanaat verici bir ideolojidir. Bu
da, Allah-u Teala’nın elçisi Muhammed (sav)'e vahyettiği
akidenin, insan, hayat ve evrenin tümü ile Allah’ın yaratığı
olduğunu vurgulaması ile insan, hayat, evren ve bu dünya hayatının
öncesi -Allah- ve sonrası -kıyamet günü- ile ilgili kapsamlı
ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve İslâm, insanın
yaratıcısı ile olan ilişkisini, onun buyruklarına bağlı
kalması, yasaklarından ise kaçınması ve yaşamını Muhammed (sav)'e indirdiği sistem paralelinde sürdürmesi gibi bir
yükümlülükle açıklamıştır. Eğer onun emirlerine bağlı
kalırsa cennetini müjdeleyerek, şayet emirlerine karşı aksi yöne
yönelir isyan ve taşkınlık ederse cehennem ile ürküterek insanın
daha yeryüzünde yaşarken kıyamet ve sonrası ile bağını
kurmuştur. Yüce Rabbimiz bizlere insanoğlunun yeryüzüne indiği
andan hesap gününe değin geçirdiği serüveni şu şekilde
anlatıyor:
“Oradan
hep beraber inin. Eğer benden size bir yol gösteren gelirse bilin
ki, benim yol göstericime tabi olanlara korku yoktur. Onlar mahzun
da olmayacaklar, dedik. Küfredip ayetlerimizi yalanlayanlar (yok
mu?) Onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”
(Bakara 38-39)
Böylelikle
İslâm akidesi Kur’an’ın; “Gökleri ve yeri yaratan
Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim 10)
şeklinde hitap ettiği; insan aklına kanaat getirici, idare edici
bir yaratıcıya ibadete kendisini içten içe çeken fıtratına da
uygun bir akidedir. Kuran-ı Kerim bunu;
“O
halde yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına
çevir ki, O, insanları onun üzerine yaratmıştır. (O da
İslâm’dır) Allah’ın yaratılışını değiştirmek olur
şey değildir. İşte doğru din budur. Lâkin insanlardan çoğu
bilmezler.” (Rum 30) sözleri ile ifade etmiştir.
İşte
böylece bu akide ruhi yönü olan bir akidedir aynı zamanda. O
halde İslâm’da madde ve ruh veya ruhaniyet arasında bir çatışma
söz konusu değildir. Eğer ruh; yüce Allah’la olan ilişkinin
idraki ise, kuşkusuz İslâm; insanın tüm aktivitelerini Allah’ın
emir ve yasakları ölçeğinde düzenlemesini vurguladığında
madde ile ruhun ilişiğini kurmuştur. O, tüm eğilimlerinde
Allah'la ilişkisinin bilincinde olacak, hem dünyanın imârını
hem de Allah’ın rızasını bir arada toplayacaktır. Bunun
yanında bu akideden devlet toplum ve yaşama ilişkin sistemlerin
çıkması ile de bu akide aynı zamanda siyasi bir akidedir.
Böylece
tarihsel süreç içerisinde yer alan kalkınma fenomenini anlamış
oluyoruz. Bu yaklaşım bizlere İslâmi kalkınmanın diğer tüm
kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu gibi gerçekçi
bir yorumu yapmamızı sağlayacaktır. Bu bağlamda İslâm
hadareti ile Avrupa ortaçağ hadareti arasında bir mukayesenin
yapılması yanlıştır. Çünkü herkesin kabullendiği gibi ortaçağ
Avrupası dönemleri kalkınmışlık dönemleri değildi. Aksine
bir çöküşün yaşandığı dönemler olmuştur. İslâmi kalkınma
ile diğer kalkınma modelleri arasında bir karşılaştırma
yapılacaksa bu, İslâm hadaretinin kalkınma modeli ile günümüz
dünyasına hükmeden modern batı hadaretinin kalkınma modeli
arasında yapılsın.
|