Ana Sayfa YIL 14  SAYI 166-167  ŞABAN/RAMAZAN 1424  EKİM/KASIM 2003 E-Mail

DAVETİ YÜKLENECEK BİR CEMAATİN BULUNMASININ FARZİYETİ

BÖLÜM 2 

Ahmed K.

Metodu İhmal Edenlerin Durumu

 

"İslâm fikir ve metottan ibarettir" şeklindeki bir tasnifin gerekliliği, çağdaş Müslümanların tutumundan kaynaklanmaktadır. Zira onlar şu anda şer’i hükümlere bağlı kalmanın vacip olmadığını söyleyerek şer’i ahkamın çoğunu ihmal ediyorlar. Resulullah şunun ile amel ettiğinde onun durumu ve şartları uygundu diyerek davranışlarını delillendirmeye çalışıyorlar. “Bugün durumumuza ne uygun düşüyorsa onu alırız, ne uygun düşmüyorsa onu terk ederiz" diyorlar. Günümüzdeki duruma uygun düşmediği gerekçesiyle şeriatın öngördüğü cezaların değişmesini isteyen kimselerin varlığına rastlanmaktadır. Daha önce uygulanan sopa ile dövmek, recm etmek, el kesmek gibi cezaların, batılıların eğitici vasıfta görmediği orta çağ uygulamaları gibi katı ve sert hükümler olduğu gerekçesi ile uygulanamayacağını söylemektedirler. Bunlarla dinlerinin katı hükümlerle insanlara nasıl zulmettiğini hatırlatıp, onları İslâm’dan nefret etmeye yönlendiriyorlar. Onun için söz konusu hükümlerin yerine hapis cezasının verilmesinde bir sakınca olmadığını söylüyorlar. İslâm'ı yayacak ve cihadın yerini tutacak İslâm'a davet araçlarının bulunduğu gerekçesi ile cihattan vazgeçmenin gerektiğini söyleyen kimselere rastlanmaktadır. Asrımız, iletişim asrıdır. İslâmiyet’in zaten kesin delillere dayandığını, dolayısıyla basın-yayın ve televizyon gibi araçlarla İslâm’ın, gönüllere hitap etmeyen, kin ve nefret uyandıran keskin kılıçtan daha çok yayılabileceğini iddia etmeye başladılar. Yine bunun gibi teba durumunda olanlar açısından cizye almanın kulağa çirkin geldiğini hatta bununla da yetinmeyerek, Hilâfet nizamının, İslâm'ın muhakkak gerekli bir şartı olmadığını savunanlar da oldu. Yeni çıkan ve bidat olan hükümleri temize çıkaran fetvaları bulmaya koşup, İslâm’da yönetim nizamının Hilâfet sistemiyle sınırlandırılamayacağını iddia ettiler. Onlara göre önemli olan İslâm ahkamının tatbik edilmesiydi, İslâm ahkamını uygulayan nizamın şekli pek de önemli değildi. Değişik şekillerde bu olabilirdi.

Bu çeşit akıl yürütmeler, İslâm Devleti'ni ikame edecek çalışma metodu ile alakalı bir çok teori ve tezin ortaya çıkmasına neden oldu. Öyle ki Müslümanlar, yazarların telif ettikleri İslâmi eserlerle veya camiler yapmakla, hayır cemiyetleri kurmakla, tıpkı misyonerlik okulları gibi İslâmi okullar açmakla ve insanları güzel ahlâka sahip olmaya çağırmakla veya silahlı çete kurmakla ya da demokratik yollarla ve koalisyonlar kurarak yönetime ulaşmakla İslâmiyet’in tekrar hayata dönebileceğine inanmaya başladılar. Resulullah (sav)'in yönetime ulaşmada takip ettiği metodu ihmal ettiler.

Bugünün Müslümanları düşünce ile ilgili şer’i hükümleri kapalı ve müphem bir şekilde değerlendiriyorlar. Ardından da metotla ilintili şer’i hükümleri ihmal etme konusunda adeta yarışıyorlar. Müslümanların batı fikirlerinin tesirinde kalmaları, İslâm'ın hükümlerini açık ve teşrii bir şekilde ortaya koyacak tatbik keyfiyetlerini bilecek kadar İslâm’ı anlamada acze düşmeleri gibi ortaya çıkan bu vahim durumun başlıca sebepleridir.

Demek oluyor ki, "fikir ve metot" konusu, İslâm’ı bir bütün olarak yürürlüğe koyacak olan Müslümanların ihmal edemeyeceği çok önemli şer’i bir ahkam durumundadır. İslâm’ı uygulama metodunun ihmal edilmesi, İslâm’ın önemli bir kısmından vazgeçilmesi demektir ki, bunu yapan kimse günahkar sayılır ve Allah tarafından hesaba çekilmesini gerektirir.

Bizim "İslâm, fikir ve metottan ibarettir" şeklindeki yaklaşımımız, konuyu daha iyi açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve tatbikatını kolaylaştırmak içindir. Kaldı ki, Müslümanlar geçmişte "İslâm, akide ve nizamlardan müteşekkildir" şeklinde buna benzer tasniflerin yanı sıra "İçtimai nizam", "iktisat nizamı", "yiyeceklere ait hükümler", "giyeceklere ait hükümler", "ibadetler" ve "Ahlâkla ilgili hükümler" şeklinde tasnifler yapmışlardır. Bu hükümlerin tamamı, Resulullah (sav) zamanında vardı. Ancak fukuha, Müslümanların konuları daha kolay anlamaları ve uygulamaları için bölümlere ve bablara ayırmayı faydalı bulmuşlardır.

Ayrıca söz konusu tasnif, Müslümanların İslâm'ın gerekli ve sabit hükümlerinin değişebileceğine veya onlardan vazgeçilebileceğine dair kanaatlerinin bertaraf edilmesi bakımından da önemlidir. Böyle bir anlayış bu mevzua eğilmemizi gerekli kılmıştır.

Gerçek şu ki; her ne kadar bir takım fetvalar giydirilse de, şeriatın suçlara öngördüğü cezaların yerini çağdaş cezalar, "Hilâfet" sisteminin yerini "cumhuriyet", İslâm kanunlarının yerini Batı kanunları, Resul (sav)'in yönetimi elde etmek için takip ettiği metodun yerini akıl yürütülerek elde edilecek fikirler ve hükümler tutamaz.

Bunun içindir ki, İslâm Devleti’ni kurmanın hükmü şer’i bir hüküm olunca onu kurma metodu da şer’i olacaktır. Bu demektir ki, şeriat bu iş için tafsili deliller koymuş ve onlara bağlanmayı emretmiş, ondan zerre kadar dışarı çıkmayı caiz görmemiştir. Bu durumla alakalı hükümlerin, hüküm ve icra metodu açısından diğer şer’i hükümlerden farkı yoktur.

Fıkıh kitaplarına bakan herkes, fakihlerin ceza hükümleri, cihat, imaret ve metotla alakalı diğer hükümleri bir takım değişmez bablar ve fasıllar halinde vazettiklerini görür. Ne var ki, bunların dışında İslâm Devleti'nin kurulması ile alakalı keyfiyeti gösterecek metodu da ortaya koymadıkları görülür. Zira bu onları ilgilendirmiyordu. Çünkü değişik asırlar boyunca Müslümanlar böyle bir mevzua ihtiyaç duymadılar. Kaldı ki, İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı böyle bir gün asla gelmemişti. Günümüz Müslümanları, onun kurulma keyfiyetini gösterecek metodu şer’i delillerden istinbat etmek için var gücüyle çalışmalıdırlar. Bunu yaparken aklın tesirinde kalınarak şartlara, heva ve hevese mahkum bir tarzda değil, şer’i delillerden istinbat edilmelidir.

Diğer taraftan metot şer’i olunca naslara bağlı kalınmanın ve Resulü esas almanın gerekliliği açıktır. Ne zaman naslara bağlanılır ve Resul esas alınırsa, muhasebe ve nasihat imkanı bulunur, sorumlular muhasebe ve nasihate tabi tutulurlar. Kaldı ki, muhasebe edecek kitlenin bazı üyeleri de bunu gerektirecek duruma gelebilir. Bütün bu hususlarda iş, akla veya bazı şahıslara veya hayat tecrübesine bırakılmaz. Amel edilecek metodun tecrübeyle belirlenmeye çalışılması doğru değildir. Bilakis sadece şeriata boyun eğilir.

Doğrusu her kim İslâm Devleti'ni kurmak için çalışıyorsa, bunun şer’i metodunu ve tafsili delillerini soruşturmak mecburiyetindedir. Bu deliller çerçevesinde insanlarla tartışmalı ve insanları ona çağırmalıdır. Öyleyse İslâm Devleti'ni kurmak için çalışırken kişinin bağlanacağı şer’i hükümler nelerdir?

Şer'i metodun ne olduğunu bilmek için derin ve ince bir kavrayışla günümüzde Müslümanların yaşadıkları ortamı idrak etmek gerekmektedir ki bütün tali çözümlerin bağlı bulunduğu esas sebebe parmak basılsın ve bizi köklü çözüme götürsün. Ne zaman olaylar anlaşılıp esas sebep tanımlanabilirse, tahakkuku istenen şer’i gayenin de çerçevesini çizmeye imkan doğar. Bu, nasın gerçekleşmesi istenen şer’i olaylara tatbiki demektir. Bu sayede cemaat veya parti, bağlı kalacağı şer’i ahkamı tanımış olacaktır. Böylece Resulullah'ın yaşadığı döneme gidilerek, Resul (sav)'in o zamanki amellerinden şer’i ahkam çıkarılır.

 

Fikri Taarruzlar, Metotla İlgili Hükümlerin Kaybına Neden Oldu

 

Mevcut durumdan anlıyoruz ki kâfir batının, Müslümanları İslâm’ı doğru ve sahih bir şekilde kavramaktan alıkoymak için yaptıkları fikir bazındaki taarruzlar, Müslümanları saptırmaya yetmiştir. Sonuçta Müslümanları, İslâm’ı eğip bükerek, Batının dini hayattan ayıran akidesinden çıkan fikir ve kaidelerle uzlaştırdılar. Böyle olunca batılıların bir adım daha atıp Hilâfeti yıkarak onu kırk dört devletten fazla parçalara bölüp onlara istiklalini kazanmış birer müstakil devlet görüntüsünü vererek, İslâm’ı Müslümanların hayatından uzaklaştırdılar. Ardından her birinin başına kendine tabi olmuş birer yönetici tayin ettiler. Öyle ki onun görevi, ümmeti bu halinden kurtaracak herhangi bir çalışma varsa ona mani olsun ve dış güç lehine ülkenin gelir kaynaklarına bekçilik yapsın. Ayrıca fikirlerini etkin bir şekilde yayıp soyumuzdan fikren kendilerine tabi olacak olan bir nesil yetiştirmek için eğitim ve öğretim metotları vazedip icraata koydular. Bütün bu ve benzeri durumlar, kâfirlere İslâm'ı sürekli bir şekilde Müslümanların hayatlarından uzaklaştıracak imkanı verdi.

Bu atılımlar Müslümanları hak ve batılı karıştırır bir duruma soktu. Fikirleri batılı fikirlerden etkilenmiş, hayatları batılıların hayat tarzlarına göre şekillenmiş, faydacı bir zihniyetle onların gözlükleriyle hayata bakar duruma gelmişlerdir. İlkeleri ruhani, vatancı veya kavmiyetçi ilkelerle karıştı. Neticede Müslüman kavimler arasında birlik ve beraberliğin teminatı olan bağlar koptu. Müslümanlar küfür nizamlarına boyun eğdiler ve İslâm Devleti'nin olmamasında bir beis görmediler. Böylece İslâmiyet bir takım ferdi ve şahsi meseleler ile ilgili şer’i hükümlerle sınırlandırıldı. Diğer bir ifadeyle, dini hayattan ayırma açısından Müslümanların hayatı tıpkı batılıların hayatı gibi oldu. Müslümanlar adeta yere çakıldılar ve asla ayağa kalkmaya yeltenmediler.

Bütün bunların bir neticesi olarak, hiç kimseye müsamaha tanımayan Allah'ın Sünneti tahakkuk etti. Müslümanlar dar geçimli bir hayatla, fakirlikle, zulümle, haramlarla, din ve dünya işlerinde cehaletle, kötü ahlâk, bozuk sosyal münasebetlerle karşı karşıya kaldılar.

Bu vakıa, cemaatlerin, hastalığın temel sebepleri ile görüntüleri arasında ayırım yapmalarına mani oldu. Bunu fark edemeyenler fakirlik, kötü ahlâk ve cehaletin, hastalığının tek sebebi olduğu sonucuna vardılar. Müslümanlara çıkıp bu geçici ve arızi hastalıklarla mücadele etmelerini söylediler. Kaldı ki, bunlar mücadele edilmesi gereken esas hastalık değildi. Hali hazırdaki vakıayı ince, derin ve dakik bir şekilde araştıran kimse, İslâm’ı Müslümanların hayatından silip süpüren esas meselenin İslâm Devleti'nin ortadan kalkması ve küfür yönetiminin onlara hükmetmesi olduğunu anlayacaktır. Fakirlik de, cehalet de, zulüm de onun yokluğundan kaynaklanmaktadır. İslâmiyet’ in tekrar hayata hakim olması, Müslümanların bugün içinde yaşadıkları küfür diyarlarından birinin Dâru’l İslâm’a çevrilmesinin lüzumunu idrak etmelerine bağlıdır. Öyle ki, o ortaya çıkacak Dâru’l İslâm’da bütün teba, İslâm’ın bütün hükümlerine ister istemez boyun eğecektir. Kaldı ki mevcut şartları, şiar edindiği İslâmi hükümlerle hükmedip muhakeme olundukları kısacası, İslâm’ın bir bütün olarak hayatiyet kazandığı bir toplumla bir sosyal hayatla değiştirmek bir vecibedir.

Böylece varılacak gaye apaçık ortaya çıkmıştır. O da Dâru’l İslâm’ın kurulmasıdır. Yönetim nizamının ve bütün nizamlarının akidesinden fışkırdığı İslâm Devleti ikame edilmelidir ki, Müslümanlar onun koruması altında Allah'ın emirleri ve nehiylerinin gerektirdiği İslâmi hayatı yaşayabilsinler.

Onu ikame edecek cemaat veya hizip gayesini sınırlandırdıktan sonra onu gayesine ulaştıracak şer’i metodu ve bağlı kalacağı şer’i amelleri tespit konusuna geçebilir. Bunu bilmek Dâru’l küfür olması açısından Resul (sav)'in Mekke döneminde yaşadığı hayata müracaat edilmesini gerektirir. Zira Resulullah (sav)'in oradaki daveti ortaya çıkış davetidir. Söz konusu cemaat göreceği işlerin metodunu ve merhalelerini ondan iktibas edecektir.

 

Günümüzde Takip Edilecek Metot, Resul (sav)'in Takip Ettiği Metodun Ta Kendisidir

 

Bu görevi üstlenen cemaat, Resulullah (sav)’i Medine'de İslâm Devleti'ne götüren çalışmasını iyiden iyiye araştırıp öğrenmelidir. Evet takip edilecek metot, adım adım Resulullah (sav)'den alınır. Davetin hükümleri bu dönemden çıkarılır. Bütün zorluklara rağmen sabırla bu metot aşılır. Davetçilerin takip edecekleri yol, kimsenin ondan bağımsız kalamayacağı bir gerçekliktir. Hani Varaka b. Nevfel Resul (sav)'e vahiy inmeye başladığında şöyle demişti: "Onu yalanlayacaklar ve ona eziyet edecekler. Onu Mekke'den çıkarıp onunla savaşacaklar." Bunun üzerine Resul (sav) şöyle dedi:

“Onlar beni Mekke'den sürecekler mi!?” Varaka ona; “Senden önce gönderilmiş bir Resul yoktur ki kavmi onu bulunduğu yerden çıkarmasın.” dedi. Allah’u Teala şöyle buyurdu:

“(Ey Muhammed) senden önce de Resuller yalanlandı. Fakat yalanlandıklarına ve eziyetlerine bizden bir yardım (zafer) gelene kadar sabrettiler. Allah'ın sözlerinde (Sünnetinde) bir değişiklik olmaz. Şüphesiz Resullerin (bu konudaki haberleri) sana gelmiştir.” (En’am 34)

Çalışma metodu Resul (sav)'in metodunun bizzat aynısıdır. Zira o, Dâru’l Küfür olduğu halde Mekke'de yaşıyor, maksatlı bir şekilde Medine'de İslâm Devleti'ni kurmaya götüren bir çalışmayı sergiliyordu. İslâm Devleti'nin kurulmuş olması açısından Mekke'den Medine'ye hicret aslında Dâru’l Küfürden Dâru’l İslâm'a bir intikal hareketidir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Resul (sav)'in zamanında olduğu gibi İslâm'a davetin, Mekke ve Medine diye iki merhalede mi cereyan etmesi gerekiyor?

Bunun cevabı; Resul (sav) zamanında davet ameliyesi aşağıda görüleceği üzere iki merhalede yürütülmüştür.

1. Merhale: Gerçek şu ki, Mekke döneminde Resul (sav)'e inen ayetlerden az bir miktarı ahkamla ilgili olsa da çoğu akide ile ilgilidir. Müslümanlar, inmiş olan ayetlerden daha fazlası ile mükellef değildiler. Resul (sav) de açık ve net olarak, hikmetle, güzel öğütle davet etmekle, silah kullanmaya kalkışmamakla ve karşılaşabilecekleri eza ve cefaya sabretmekle emir olunmuştu.

2. Merhale: Medine döneminde Resul (sav)'e akide ile ilgili diğer ayetler ve ahkama ait hükümlerin tamamı indi. Resul (sav) İslâm ahkamıyla hükmetmekle emir olunmuştu. Meselâ; cezaların tatbiki, cihadın ilan edilmesi, ülkelerin fethedilmesi ve ümmetin işlerinin takibi v.b. hükümleri uygulamakla memurdur. Bu dönemde Müslümanlar bir bütün olarak İslâm'dan sorumludurlar.

Unutmayalım ki, bugün biz Mekke'de olsun Medine'de olsun inmiş her hükümden yani bütün İslâm'dan sorumluyuz. Müslüman hangi hükme karşı kusur gösterirse onunla muhasebe edilecektir. Meselâ; evlenme, boşanma, alış-veriş, cihat, oruç, hac, uyarı, toprak ve mülk edinme v.b. konulara ait bütün hükümlerden kısacası Medine'de de olsa inmiş olan bütün hükümlerden her Müslüman sorumludur. Fakat icra ve infazı halifenin mevcudiyetine bağlı olan, fertlerin ikameye güç yetiremediği bazı hükümler vardır. Kısacası cezalar veya İslâm’ı yaymanın en başta gelen yolu olan cihat, devlete ait mülkiyet hükümleri ya da Hilâfet ile alakalı hükümler sayılabilir. Ayrıca halifenin mevcudiyetine bağlı olmayan ve Müslüman’ın gereğini her halükarda yerine getirmesi lazım gelen hükümler de vardır ki bunların, Mekke'de veya Medine'de inmiş olmasına bakılmaksızın herhangi birinde kusur gösterildi mi onunla hesaba çekilecektir. Hatta Müslüman bulunduğu yerde ferde müteallik ahkamı ikame edemiyorsa oradan hicret etmesi vacip olur. Zira Allah’u Teala şöyle buyurdu:

“Nefsine zulmedenlerin canlarını aldığında melekler onlara, siz ne işte idiniz, derler. Onlar, biz yeryüzünde zayıf bırakılmışlardan idik, derler. Melekler de, Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya, derler. Onların sığınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Ancak erkek, kadın ve çocuklardan göçe ve yolculuğa güç yetiremeyenler müstesna. Umulur ki Allah onları affeder, Allah çok affeden bağışlayandır.” (Nisa 97-99)

Görüldüğü gibi günümüzdeki durumumuzu Mekke, Medine diye dönemlere ayırmak asla doğru değildir. Ancak Resul (sav)'i İslâm Devleti'ni kurmaya götüren Mekke'deki İslâm'a davette izlediği metodu onun amellerinden çıkararak kendimize esas olarak alırız. Bu kısım Dâru’l İslâm’ı ikame ameliyesiyle alakalıdır. Diğerleri Müslümanlardan ikamesi istenen ferdi hükümlerdir ki, Müslüman Dâru’l İslâm'da da Dâru’l küfürde de olsa onları ikame ile mükelleftir.

YIL 14  SAYI 166-167  ŞABAN/RAMAZAN 1424  EKİM/KASIM 2003

Yukarı