Buraya
kadar geldikten sonra, düşünüp baktığımızda, konuşmaya bile
gereğin kalmayacağı şu hususu söyleyeyim: Burada bir kere
içtihadın vakıası yok ki, Resul içtihat etti mi, etmedi mi onu
tartışalım. Ama ayetin yanlış anlaşılıyor olması bizi bu
noktaya itti.
6)
Hz. Peygamberin Münafıklar üzerine cenaze namazı kılması,
fakat daha sonra Allah (cc)’un bunu yasaklamasını da içtihadına
delil getiriyorlar. Bu delilin biraz zorla olduğu ortadadır.
Çünkü Allah (cc)’dan emir gelmedikçe, Resul bir şeyi helal
veya haram yapamaz. Mesela, içkinin haram olduğu emri gelmeden
Resul içkiyi haram edebilir miydi? Hayır. Oysa kendi de içmiyor
ve sevmiyordu. Eğer Resul’un haram kılma yetkisi olsaydı,
kendisinin tiksindiği, içenlerin iğrenç hallerini de gördüğü,
fesadın kaynağı içkiyi haram ederdi. O (sav), içkinin üç
merhalede haram kılınmasında, daha ilk merhalede haram
kılınacağını anlasa bile, kesin haram olduğunu belirten vahiy
gelmeden “artık bu size haramdı” diyemezdi. Zira buna yetkisi
yoktu. Sonrada içki haram kılındı. Şimdi, Allah Resulü
içkinin içilmesine ses çıkarmadı da, haram emri gelince o bir içtihat
mı yapmış oldu? Elbette ki, hayır. Aynı şekilde Resulullah münafıklara,
yasak emri gelmeden önce de cenaze namazlarını kılıyordu.
Onların ağızlarında Müslüman olduklarını ilan etmesinin
ötesinde, kalplerinde geçen gerçek duyguları bilmesi vahiy
gelmedikçe mümkün değildi. Zahire göre hüküm veriyor ve “ben
Müslüman’ım diyen kişinin ölümünden sonra cenaze namazını
kılıyordu.
Zira
ona cenaze namazlarını kılması emredilmiş, o da böyle bir
şahadette bulunanın cenaze namazını kılıyordu. Fakat daha
sonra Cenab-ı Allah bunu yasakladı. Taki böyle bir yasağı,
Resulullah’ın uygulayabilmesi için müteallikini de Allah’ın
bildirmesi gerekir. Yani Allah (cc), kalplerin duygularını
bilmeyen Resulüne, bu bilgileri bildirmiş olması gerekir.
Demek
ki, burada bir içtihat değil, adım adım Allah’ın hükmünü
uygulama vardır. Yoksa daha önceden Allah’ın böyle bir yasağı
vardı da Resul bunu çiğniyor muydu? Veya bu alanda Allah’ın hiçbir
hükmü yoktu da, Resulullah bir hüküm mü koydu? Veya münafıkları
biliyordu ama “onlara da bir cenaze namazı kılayım” diye düşündü
de Allah mı yasakladı? Hayır! Çünkü birine kafir ve birine
Müslüman demek katiyet ister. Münafık ise iman ettiğini söyleyen
ve Müslümanlarla namaz kılan kimsedir. Allah’tan kalpler
hakkında bir bilgi olmadan, hiç kimse bir taktirde bulunamaz. (kişinin
kendisinin kafir olduğunu açıkça söylemesi ayrıdır.)
7)
Burada yanlış anlaşılan bir ayeti zikretmeden geçemeyeceğim.
“Yoksa
onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı
var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm
verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ
21)
Önce
şunu söyleyelim ki, buradaki “haram”, Şer’i olan, bilinen
“haram” değildir. Zira Resulün kendi indinden (aklından) bir
Şer’i hüküm belirleme yetkisi yoktur. Böyle olsaydı, Resulün
koyduğu bu hükümden dolayı Allah (cc) bunu yasaklamazdı ama
Resulünün bu kararından razı olmadığını belirtiyor. Üstelik
“Allah’ın helal kıldığını...” diyerek o konuyla zaten
belirli bir hükmün bulunduğunu belirtiyor. Resul ise, Allah’ın
hükmü üzerine zıt bir hükmü ne belirleme gibi bir isyanı
yapar, ne de böyle bir yetkisi vardır. (konuya mevzu olan balın,
helal olmasının kuran da geçmesi gerekmez. Zira bu hükmü cenabı
Allah, Resulüne, kuran dışın da verdiği vahiyle belirtmiştir.)
Zaten
bu “haram” kelimesi Şer’i olsaydı, sadece kendisine değil,
ümmetine haram olurdu.
“Elbette
kendilerine peygamber gönderilen kimseleri sorguya çekeceğimiz
gibi, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (A’raf
6)
Buna
göre yukarıdaki ayetin manası: “Ey Peygamber, eşlerinin
rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şey için,
neden kendini men ediyorsun? (yemekten kendini alı koyuyorsun)”
olacaktır. Zira Nebinin Şer’i manada bir hüküm koymaya yetkisi
yoktur. O (sav), bir söz vermişti. Nitekim ayetin devamında
verilen sözlerin çözülmesini meşru kıldığını bildiren
Rabbimizin hitabı konuya açıklık getirmektedir.
O
halde bu ayette söz konusu olan olay: Resulün kendisini bal
şerbeti içmekten alı koyması, kendisini men etmesidir. Peki,
Resul acaba kendisini bir yiyeceği yemekten men edemez mi? Dilerse
yer, dilerse yiyemez mi? İşte cevap bu sorunun arkasında. Ama
ayetin ifade tarzı yine insanları yanıltmış ve Resule bir
azarlama var, zannedilmiştir. Oysa böyle bir durum yok. Olay
tamamen Resulün, Allah indindeki yüceliğinden kaynaklanıyor.
Ayetteki
meselenin, Resulün kendini bal şerbetinden alı koyması olduğunu
hatırlattıktan sonra, sorumuzu tekrarlayalım: Acaba Resulullah,
dilediği yiyeceğe karşı kendisini alı koymaya, men etmeye
hakkı yok mudur? Ayette Allah’ın yasakladığı veya
vurguladığı nokta bu mu?
Elbette
ki hayır! Zira Hz. Peygamber Efendimiz, helal olduğu halde
kendisini tavşan ve keler yemekten men etmiş ve alı koymuştu.
Eğer Allah’u Teâla’nın yasakladığı nokta bu olsaydı,
özellikle bunlara dair önce veya sonra bir ayet indirirdi. Oysa
böyle bir durum yoktur. Çünkü ayetin ifade ettiği mana bu
değildir. Resulullah tavşan ve keleri yemez ama, helal olduğunu,
isteyenlerin yiyebileceğini söylüyor.
Yalnız
burada önemli olan nokta, Hz. Peygamberin tavşan ve keleri
sevmediği fakat buna rağmen bal şerbetini sevdiği, ondan
hoşlandığı halde kendisini ondan, hanımlarını razı etmek için
kendisini ondan men ediyor.
Ve
işte sonuç ortaya çıkıyor: Cenabı Allah’ın burada
vurguladığı nokta; “Ey Peygamber, sen benim indimde yüce
makamlardasın. Senin nefsin dünyadaki herkese önceliklidir.
Bütün yiyeceklerimden hak ederek yiyecek ve içecek birisi varsa o
da sensin. Bütün güzellikler sana olsun ve hal böyleyken sen,
şu hanımların için mi sana helal kıldığımı kendine
yasaklıyorsun. Sana verdiği nimetlerinden faydalanmanı isteyen
Rabbinin nimetini, istediğin ve hoşlandığın halde, eşlerinin
rızası için mi terk ediyorsun? Oysa sen onları boşasan, ben
sana onlardan daha hayırlısını veririm.”
“Eğer
o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren,
inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan,
dul ve bâkire eşler verebilir.” (Tahrîm 5)
Haydi,
Rabbin sana yeminini çözmeni meşru kıldı. Yeminini çöz ve
Rabbinin sana verdiğinden helal ve afiyetle ye. Bu anlam içerisinde
Allah (cc), hanımlarına yaptığı ikazı tekrarlayarak onlara,
Resule itaatlarını ve ona karşı yardım ve kolaylıkta kusur
etmemelerini istiyor.
“O
halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi
dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı
çok iyi görendir.” (Hud 112)
Diğer
taraftan Resulün düşündüğü diğer bir husus vardı. Şöyle
ki: Cenabı Allah daha önceden Resulüne, başka kadınlarla
evlenmesini yasaklamış ve mevcut eşlerini başka hanımlarla
değiştirmesini men etmişti.
“Bundan
sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan
cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine
başka hanımlar alman sana helal değildir. Allah her şeyi gözetler.”
(Ahzâp 52)
Resulullah
bunun bilincindeydi ve eşleriyle iyi geçinmeye çalışıyor ve
onların arasında meydana gelen kıskançlığı anında seziyor ve
kendi nefsinden taviz vererek durumu düzeltmeyi istiyordu. Ama
Allah (cc) Resulünün bu tavizini kabul etmiyor ve hiçbir kimse
için Rabbisinin nimetinden kendisini mahrum etmesini istememiş ve
devamında, habibine karşı yaptıkları hata ve zor duruma düşürmelerinden
ötürü onları azarlamaktadır. Ayette Resulün her hangi bir hata
veya günahı veya Allah’ın bir azarlaması yoktur.
Gelelim
hadisenin bir başka yönüne: Resul, insanlara Allah’ın
nizamını açıklıyor ve onlara adabı muaşereti öğretiyordu.
Bunlardan bir tanesini de eşler arasındaki taktik idi.
İnsanlığa saadet kapısını aralayacak olan bir Resulün, evinde
kendi eşleri arasında bir huzursuzluğun, Resulün vermiş olduğu
mesaja aykırı bir durumun olması olacak şey değildi. İşte böyle
bir ortama yol verecek herhangi bir hadiseyi daha işin başında
önlemek isteyen Hz. Peygamber, durumu kendi nefsinden taviz vererek
halletmek istemişti. Oysa onun makamı Allah indinde yüce idi.
Onu, bütün insanlara tercih eden Allah (cc): “Peygamber,
müminlere kendi canlarından üstündür” buyuruyor ve
kendileri Peygamber için nefislerinden taviz verecekleri yere,
Resulün kendi nefsinden taviz vermesine razı olmayan Allah (cc),
Resulün eşlerine vurgulu bir tarzda ikaz ederken, Peygamberinin
ona helal olarak verdiği nimetten kendisini men etmesini istemiyor.
İşte buradaki vurgu Peygambere değil, hanımlarınadır.
Resulün
içtihadı için en çok öne sürülen bu hususları açıkladıktan
sonra bazı önemsiz ve hatta sahih kaynaklara da dayanmayan ve
içtihatla bir ilgisi olmayan meselelere girmeyi ve sayfaları
kabartmayı istemiyoruz. “Feteway Resul” isimli kitapların
meseleyi baştan yanlış anladıklarını söylemeye gerek yoktur.
Selefin, bir kurtuluş simidi olarak sarıldıkları ve “İsmet-i
Resul” ‘ü ancak muhafaza edebildikleri (et-Tibyan Fi Ahkâmil
Kuran, İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 104) içtihadı
gelenekselleştirilip üzerinde temeller kurulması ve “İçtahad
Resul” diye kitaplar yazmanın, hele hele bunu ispatlamak için
Resule Allah’ın dininde söz söyleme yetkisi verme tavizinin ve
hatasının hiçbir makul tarafı yoktur.Bazı kitaplarda,
yazarlarının vakıayı hiç incelemeden bir gelenekmiş gibi,
olmadık şeylere “içtihat” diye kitaplar yazma hatasına düştüklerini
görüyoruz. Bu gibi düşüncelerin, Peygamberliğin vakıasına
ait yanlış anlayış ve değerlendirmelerin bir sonucu olduğu
kanısındayız. Diyorum ki, Resulullah içtihat etmemiş ve din
adına söylediği bir şey Allah’ın kendisine bir vahyidir. Bu yüzden
Resulün din adına söylediği her şeyin kabulü dindedir ve
mümin için seçim hakkı bitmiştir. Oysa içtihat seçim hakkını
bitirmez, bilakis seçim hakları, tercih haklarını artırır.
“Allah
ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek
ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve
Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur.” (Ahzâp 36)
“Hayır,
Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş
olmazlar.” (Nisa 65)
SONUÇ
İslam
ilimleriyle iştigal eden müsteşriklerin ortaya atmış oldukları
bir takım fikirler, Müslüman ilim dünyasını telaşa düşürürken,
kendi bünyesinde meydana gelen ihtilaf, safların ikiye ayrılıyor
oluşunun ayak seslerini de beraberinde getirdiğini
hissettirmektedir.
İslam
tarihi içerisinde hiçbir sapmanın görülmediği sünnet-vahiy
ilişkisi, savaş meydanlarındaki başarısızlığıyla düşünmeye
başlayan Batıyı hedefe ulaştırmak için ele alınması gerekli
bir konuydu. Kuran’ı yaşanmaz bir kitap haline getirmenin yolu sünnetin
bağrına vurulacak hançere bağlıydı. Düşüncelerini
uygulamaya koyan Batı, bugün Müslümanların yaşadığı her
yerde bir yapılanma zemini de oluşturmuş bulunmaktadır. İslam kültüründen
uzak kalmış bir nesle, masum görünüşlü zehirleri yedirmek,
pek zor olmayacaktı. Artık Müslüman evlatlarının aynı
fikirleri İslam adına feryat ediyor görmek, bir Müslüman olarak
bizi üzüyor.
Klasik
sünnet müdafaasının yetersiz kalıyor olması, bizi yeni bir
metoda sürükledi. Sünnetin vahye bakışını ifade eden Kuran
ayetlerinin keskin virajlarında, gücümüzün yettiği kadar,
asırlardır söylenen aynı hakikati haykırdık.
Bütün
bu yazdıklarımız, aslında “Resul, Allah’ın dininde bir
ortak değil, görevi sadece duyurmak olan bir elçi/kuldur”
cümlesinin genişletilmiş bir izahından başka bir şey
değildir.
Böyle
bir Resulün, ilah edinilmemesi mazeretiyle yola çıkanların,
bizzat kendilerinin Resulü nasıl ilah edindiklerini hayretle görüyoruz.
Fakat yolunu şaşıran bu kimselerin saçtığı dehşet
karşısında büyüyen yararın öldürücü bir hal almaması için,
İslam alimlerinin bir an önce konuya eğilmeleri gerekmektedir. Mütevazı
çalışmamızın, elbette son sözü söyleme gibi bir iddiası
yoktur.
Sünnet
vahiydir. Teşride Kurandan bir farkı yoktur. Sünnetin delil olması
ayrı şeydir, bir nesilden diğerine aktarılması olan rivayetin
delil olması ayrı şeydir. “Hz. Peygambere şöyle bir Kuran
nazil oldu” diyen rivayet, ne kadar dikkate alınması gerekiyorsa
“Resulullah şöyle dedi” diyen bir rivayet de o derecede
dikkate alınması gerekir.
Sünnet,
üç nesilde muteber olup muhafaza edilmiştir. Resulün dönemini
aydınlattığı gibi hiçbir devri ve dönemi aydınlatamayan
tarih, şahadet ediyor ki, sünnet muhafaza edilmiştir. Ve yine
şahadet ediyor ki, O Resul (sav) “Bana Kuran ve O’nun
benzeri verildi” demiştir.
- S O N -
|