Ana Sayfa YIL 14  SAYI 166-167  ŞABAN/RAMAZAN 1424  EKİM/KASIM 2003 E-Mail

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ   Derleyen/Mehmed SAKİN

Sünnet - Vahy İlişkisi Ve Peygamberliğin Vakıası -8-

Bahaddin YÜKSEL

Buraya kadar geldikten sonra, düşünüp baktığımızda, konuşmaya bile gereğin kalmayacağı şu hususu söyleyeyim: Burada bir kere içtihadın vakıası yok ki, Resul içtihat etti mi, etmedi mi onu tartışalım. Ama ayetin yanlış anlaşılıyor olması bizi bu noktaya itti.

6) Hz. Peygamberin Münafıklar üzerine cenaze namazı kılması, fakat daha sonra Allah (cc)’un bunu yasaklamasını da içtihadına delil getiriyorlar. Bu delilin biraz zorla olduğu ortadadır. Çünkü Allah (cc)’dan emir gelmedikçe, Resul bir şeyi helal veya haram yapamaz. Mesela, içkinin haram olduğu emri gelmeden Resul içkiyi haram edebilir miydi? Hayır. Oysa kendi de içmiyor ve sevmiyordu. Eğer Resul’un haram kılma yetkisi olsaydı, kendisinin tiksindiği, içenlerin iğrenç hallerini de gördüğü, fesadın kaynağı içkiyi haram ederdi. O (sav), içkinin üç merhalede haram kılınmasında, daha ilk merhalede haram kılınacağını anlasa bile, kesin haram olduğunu belirten vahiy gelmeden “artık bu size haramdı” diyemezdi. Zira buna yetkisi yoktu. Sonrada içki haram kılındı. Şimdi, Allah Resulü içkinin içilmesine ses çıkarmadı da, haram emri gelince o bir içtihat mı yapmış oldu? Elbette ki, hayır. Aynı şekilde Resulullah münafıklara, yasak emri gelmeden önce de cenaze namazlarını kılıyordu. Onların ağızlarında Müslüman olduklarını ilan etmesinin ötesinde, kalplerinde geçen gerçek duyguları bilmesi vahiy gelmedikçe mümkün değildi. Zahire göre hüküm veriyor ve “ben Müslüman’ım diyen kişinin ölümünden sonra cenaze namazını kılıyordu.

Zira ona cenaze namazlarını kılması emredilmiş, o da böyle bir şahadette bulunanın cenaze namazını kılıyordu. Fakat daha sonra Cenab-ı Allah bunu yasakladı. Taki böyle bir yasağı, Resulullah’ın uygulayabilmesi için müteallikini de Allah’ın bildirmesi gerekir. Yani Allah (cc), kalplerin duygularını bilmeyen Resulüne, bu bilgileri bildirmiş olması gerekir.

Demek ki, burada bir içtihat değil, adım adım Allah’ın hükmünü uygulama vardır. Yoksa daha önceden Allah’ın böyle bir yasağı vardı da Resul bunu çiğniyor muydu? Veya bu alanda Allah’ın hiçbir hükmü yoktu da, Resulullah bir hüküm mü koydu? Veya münafıkları biliyordu ama “onlara da bir cenaze namazı kılayım” diye düşündü de Allah mı yasakladı? Hayır! Çünkü birine kafir ve birine Müslüman demek katiyet ister. Münafık ise iman ettiğini söyleyen ve Müslümanlarla namaz kılan kimsedir. Allah’tan kalpler hakkında bir bilgi olmadan, hiç kimse bir taktirde bulunamaz. (kişinin kendisinin kafir olduğunu açıkça söylemesi ayrıdır.)

7) Burada yanlış anlaşılan bir ayeti zikretmeden geçemeyeceğim.

“Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ 21)

Önce şunu söyleyelim ki, buradaki “haram”, Şer’i olan, bilinen “haram” değildir. Zira Resulün kendi indinden (aklından) bir Şer’i hüküm belirleme yetkisi yoktur. Böyle olsaydı, Resulün koyduğu bu hükümden dolayı Allah (cc) bunu yasaklamazdı ama Resulünün bu kararından razı olmadığını belirtiyor. Üstelik “Allah’ın helal kıldığını...” diyerek o konuyla zaten belirli bir hükmün bulunduğunu belirtiyor. Resul ise, Allah’ın hükmü üzerine zıt bir hükmü ne belirleme gibi bir isyanı yapar, ne de böyle bir yetkisi vardır. (konuya mevzu olan balın, helal olmasının kuran da geçmesi gerekmez. Zira bu hükmü cenabı Allah, Resulüne, kuran dışın da verdiği vahiyle belirtmiştir.)

Zaten bu “haram” kelimesi Şer’i olsaydı, sadece kendisine değil, ümmetine haram olurdu.

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri sorguya çekeceğimiz gibi, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (A’raf 6)

Buna göre yukarıdaki ayetin manası: “Ey Peygamber, eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şey için, neden kendini men ediyorsun? (yemekten kendini alı koyuyorsun)” olacaktır. Zira Nebinin Şer’i manada bir hüküm koymaya yetkisi yoktur. O (sav), bir söz vermişti. Nitekim ayetin devamında verilen sözlerin çözülmesini meşru kıldığını bildiren Rabbimizin hitabı konuya açıklık getirmektedir.

O halde bu ayette söz konusu olan olay: Resulün kendisini bal şerbeti içmekten alı koyması, kendisini men etmesidir. Peki, Resul acaba kendisini bir yiyeceği yemekten men edemez mi? Dilerse yer, dilerse yiyemez mi? İşte cevap bu sorunun arkasında. Ama ayetin ifade tarzı yine insanları yanıltmış ve Resule bir azarlama var, zannedilmiştir. Oysa böyle bir durum yok. Olay tamamen Resulün, Allah indindeki yüceliğinden kaynaklanıyor.

Ayetteki meselenin, Resulün kendini bal şerbetinden alı koyması olduğunu hatırlattıktan sonra, sorumuzu tekrarlayalım: Acaba Resulullah, dilediği yiyeceğe karşı kendisini alı koymaya, men etmeye hakkı yok mudur? Ayette Allah’ın yasakladığı veya vurguladığı nokta bu mu?

Elbette ki hayır! Zira Hz. Peygamber Efendimiz, helal olduğu halde kendisini tavşan ve keler yemekten men etmiş ve alı koymuştu. Eğer Allah’u Teâla’nın yasakladığı nokta bu olsaydı, özellikle bunlara dair önce veya sonra bir ayet indirirdi. Oysa böyle bir durum yoktur. Çünkü ayetin ifade ettiği mana bu değildir. Resulullah tavşan ve keleri yemez ama, helal olduğunu, isteyenlerin yiyebileceğini söylüyor.

Yalnız burada önemli olan nokta, Hz. Peygamberin tavşan ve keleri sevmediği fakat buna rağmen bal şerbetini sevdiği, ondan hoşlandığı halde kendisini ondan, hanımlarını razı etmek için kendisini ondan men ediyor.

Ve işte sonuç ortaya çıkıyor: Cenabı Allah’ın burada vurguladığı nokta; “Ey Peygamber, sen benim indimde yüce makamlardasın. Senin nefsin dünyadaki herkese önceliklidir. Bütün yiyeceklerimden hak ederek yiyecek ve içecek birisi varsa o da sensin. Bütün güzellikler sana olsun ve hal böyleyken sen, şu hanımların için mi sana helal kıldığımı kendine yasaklıyorsun. Sana verdiği nimetlerinden faydalanmanı isteyen Rabbinin nimetini, istediğin ve hoşlandığın halde, eşlerinin rızası için mi terk ediyorsun? Oysa sen onları boşasan, ben sana onlardan daha hayırlısını veririm.”

“Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir.” (Tahrîm 5)

Haydi, Rabbin sana yeminini çözmeni meşru kıldı. Yeminini çöz ve Rabbinin sana verdiğinden helal ve afiyetle ye. Bu anlam içerisinde Allah (cc), hanımlarına yaptığı ikazı tekrarlayarak onlara, Resule itaatlarını ve ona karşı yardım ve kolaylıkta kusur etmemelerini istiyor.

“O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hud 112)

Diğer taraftan Resulün düşündüğü diğer bir husus vardı. Şöyle ki: Cenabı Allah daha önceden Resulüne, başka kadınlarla evlenmesini yasaklamış ve mevcut eşlerini başka hanımlarla değiştirmesini men etmişti.

“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal değildir. Allah her şeyi gözetler.” (Ahzâp 52)

Resulullah bunun bilincindeydi ve eşleriyle iyi geçinmeye çalışıyor ve onların arasında meydana gelen kıskançlığı anında seziyor ve kendi nefsinden taviz vererek durumu düzeltmeyi istiyordu. Ama Allah (cc) Resulünün bu tavizini kabul etmiyor ve hiçbir kimse için Rabbisinin nimetinden kendisini mahrum etmesini istememiş ve devamında, habibine karşı yaptıkları hata ve zor duruma düşürmelerinden ötürü onları azarlamaktadır. Ayette Resulün her hangi bir hata veya günahı veya Allah’ın bir azarlaması yoktur.

Gelelim hadisenin bir başka yönüne: Resul, insanlara Allah’ın nizamını açıklıyor ve onlara adabı muaşereti öğretiyordu. Bunlardan bir tanesini de eşler arasındaki taktik idi. İnsanlığa saadet kapısını aralayacak olan bir Resulün, evinde kendi eşleri arasında bir huzursuzluğun, Resulün vermiş olduğu mesaja aykırı bir durumun olması olacak şey değildi. İşte böyle bir ortama yol verecek herhangi bir hadiseyi daha işin başında önlemek isteyen Hz. Peygamber, durumu kendi nefsinden taviz vererek halletmek istemişti. Oysa onun makamı Allah indinde yüce idi. Onu, bütün insanlara tercih eden Allah (cc): “Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür” buyuruyor ve kendileri Peygamber için nefislerinden taviz verecekleri yere, Resulün kendi nefsinden taviz vermesine razı olmayan Allah (cc), Resulün eşlerine vurgulu bir tarzda ikaz ederken, Peygamberinin ona helal olarak verdiği nimetten kendisini men etmesini istemiyor. İşte buradaki vurgu Peygambere değil, hanımlarınadır.

Resulün içtihadı için en çok öne sürülen bu hususları açıkladıktan sonra bazı önemsiz ve hatta sahih kaynaklara da dayanmayan ve içtihatla bir ilgisi olmayan meselelere girmeyi ve sayfaları kabartmayı istemiyoruz. “Feteway Resul” isimli kitapların meseleyi baştan yanlış anladıklarını söylemeye gerek yoktur. Selefin, bir kurtuluş simidi olarak sarıldıkları ve “İsmet-i Resul” ‘ü ancak muhafaza edebildikleri (et-Tibyan Fi Ahkâmil Kuran, İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 104) içtihadı gelenekselleştirilip üzerinde temeller kurulması ve “İçtahad Resul” diye kitaplar yazmanın, hele hele bunu ispatlamak için Resule Allah’ın dininde söz söyleme yetkisi verme tavizinin ve hatasının hiçbir makul tarafı yoktur.Bazı kitaplarda, yazarlarının vakıayı hiç incelemeden bir gelenekmiş gibi, olmadık şeylere “içtihat” diye kitaplar yazma hatasına düştüklerini görüyoruz. Bu gibi düşüncelerin, Peygamberliğin vakıasına ait yanlış anlayış ve değerlendirmelerin bir sonucu olduğu kanısındayız. Diyorum ki, Resulullah içtihat etmemiş ve din adına söylediği bir şey Allah’ın kendisine bir vahyidir. Bu yüzden Resulün din adına söylediği her şeyin kabulü dindedir ve mümin için seçim hakkı bitmiştir. Oysa içtihat seçim hakkını bitirmez, bilakis seçim hakları, tercih haklarını artırır.

“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâp 36)

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)

 

SONUÇ

 

İslam ilimleriyle iştigal eden müsteşriklerin ortaya atmış oldukları bir takım fikirler, Müslüman ilim dünyasını telaşa düşürürken, kendi bünyesinde meydana gelen ihtilaf, safların ikiye ayrılıyor oluşunun ayak seslerini de beraberinde getirdiğini hissettirmektedir.

İslam tarihi içerisinde hiçbir sapmanın görülmediği sünnet-vahiy ilişkisi, savaş meydanlarındaki başarısızlığıyla düşünmeye başlayan Batıyı hedefe ulaştırmak için ele alınması gerekli bir konuydu. Kuran’ı yaşanmaz bir kitap haline getirmenin yolu sünnetin bağrına vurulacak hançere bağlıydı. Düşüncelerini uygulamaya koyan Batı, bugün Müslümanların yaşadığı her yerde bir yapılanma zemini de oluşturmuş bulunmaktadır. İslam kültüründen uzak kalmış bir nesle, masum görünüşlü zehirleri yedirmek, pek zor olmayacaktı. Artık Müslüman evlatlarının aynı fikirleri İslam adına feryat ediyor görmek, bir Müslüman olarak bizi üzüyor.

Klasik sünnet müdafaasının yetersiz kalıyor olması, bizi yeni bir metoda sürükledi. Sünnetin vahye bakışını ifade eden Kuran ayetlerinin keskin virajlarında, gücümüzün yettiği kadar, asırlardır söylenen aynı hakikati haykırdık.

Bütün bu yazdıklarımız, aslında “Resul, Allah’ın dininde bir ortak değil, görevi sadece duyurmak olan bir elçi/kuldur” cümlesinin genişletilmiş bir izahından başka bir şey değildir.

Böyle bir Resulün, ilah edinilmemesi mazeretiyle yola çıkanların, bizzat kendilerinin Resulü nasıl ilah edindiklerini hayretle görüyoruz. Fakat yolunu şaşıran bu kimselerin saçtığı dehşet karşısında büyüyen yararın öldürücü bir hal almaması için, İslam alimlerinin bir an önce konuya eğilmeleri gerekmektedir. Mütevazı çalışmamızın, elbette son sözü söyleme gibi bir iddiası yoktur.

Sünnet vahiydir. Teşride Kurandan bir farkı yoktur. Sünnetin delil olması ayrı şeydir, bir nesilden diğerine aktarılması olan rivayetin delil olması ayrı şeydir. “Hz. Peygambere şöyle bir Kuran nazil oldu” diyen rivayet, ne kadar dikkate alınması gerekiyorsa “Resulullah şöyle dedi” diyen bir rivayet de o derecede dikkate alınması gerekir.

Sünnet, üç nesilde muteber olup muhafaza edilmiştir. Resulün dönemini aydınlattığı gibi hiçbir devri ve dönemi aydınlatamayan tarih, şahadet ediyor ki, sünnet muhafaza edilmiştir. Ve yine şahadet ediyor ki, O Resul (sav) “Bana Kuran ve O’nun benzeri verildi” demiştir.

 

- S O N -

YIL 14  SAYI 166-167  ŞABAN/RAMAZAN 1424  EKİM/KASIM 2003

Yukarı