Ana Sayfa YIL 15  SAYI 169-170-171  ZİLKADE/ZİLHİCCE/MUHARREM 1425 / 2004 E-Mail

SİYASİ YORUM: AVRUPA BİRLİĞİ NEREYE?

Yazan: Şevki Süleyman Çeviren: Ömer Tarık Ziyad

İslam ümmeti, İslam Devleti’ni insanlığın tamamına taşıma vazifesiyle yükümlü kılınınca; ister istemez dünyada cereyan eden olaylardan bilinçli bir şekilde haberdar olması gerektiği zorunluluğunu idrak etmiştir. Bu çerçevede dünya halklarının ve devletlerinin problemleriyle ilgilenmiş, dünyada cereyan eden siyasetin takipçisi olmuş, dünya devletlerinin izledikleri politikaları gözlemleyerek uygulama şekillerini kontrolleri altında tutmuşlardır. Yine dünya devletlerinin birbirleriyle olan ilişkilerini muhafaza ederek, bunlara karşı takınılması gereken tavırları geliştirmişlerdir. İslam Devleti, yani Hilafet Devleti’ni kurmada İslam davetini taşımadaki üsluplarını bu çerçevede belirleyerek; bütün insanlığı, insana kulluktan bir olan Allah (cc)’ya kulluğa yöneltmişlerdir. Zira Allah (cc), “(Ey Muhammed) Biz seni bütün insanlığa müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”, “Seni sadece alemlere rahmet için gönderdik” diye beyan etmektedir. Dolayısıyla bu ayetlerden İslam risaletinin cihan şümul olduğunu anlamakta ve Müslümanların da bu çerçevede cihan siyasetinin takipçisi olması gerektiği yargısına varmaktayız.

Bu çerçevede Avrupa’da dikkat çekici bazı olaylara değinerek, Allah (cc)’nın inayetiyle bu olaylara açıklama getirmeye çalışacağız:

05/01/2004 tarihinde alınan bir kararla Avrupa Birliği’ne Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs, Malta, Slovakya ve Lativya olmak üzere on yedi ülkenin katılmasına ve Fransa, Almanya, Belçika ve Lüksemburg’un güdümünde de Avrupa Ortak Ordusu’nun oluşturulmasına ve Avrupa Birliği bünyesinde de bu ordunun etkin rol oynaması kararına varılmış ve yeni Avrupa Birliği anayasasının oluşturulması öngörülmüştür.

Herkesçe bilinmektedir ki, Almanya ve Fransa; Avrupa Birliği’nin dünya siyasetinde etkin rol oynayabilmesi için sürekli çaba sarf etmekte ve Amerika’nın hegemonyasından da sıkılmışlardır. Zira ABD hegemonyasının ötesinde geçtiğimiz yüzyılın yarısından itibaren de Avrupa’ya karşı aşağılanmayı başarmıştır. Zannederiz bu söylediklerimize, Bosna’da, Daiton antlaşmasında ve Kosova’da yaşananlar çok güzel örnek teşkil edebilir. Bunun üzerine Amerikan (eski) dışişleri bakanı Hanry Alfred Kissinger’a, gazetecinin biri Avrupa’nın dünya siyasetine katılmamasının sebebini sorunca, “Avrupa’nın telefon numarası kaçtır?” diye alay eden yanıtını göz önüne alırsak, artık bunun ötesinde ne söylersek nafiledir. İşte buna istinaden hareketle anlaşılıyor ki; Almanya ve Fransa, ABD dışişleri bakanı Kissinger ve onu takip edecek dışişleri bakanlarının bulabilecekleri telefon şebekesini oluşturma gayreti içerisindedirler. Burada hemen akla, Avrupa’nın aktif olarak dünya siyasetinde rol alıp alamayacağı sorusu gelmektedir. Acaba bu Avrupa için mümkün mü? Değil mi?

Herkesçe iyi bilinmektedir ki, dış siyasette birlik, dış çıkarlarda da birlikteliği gerektirir. Dış siyaset ise; siyasi bir devletin varlığıyla tamamen bağımlı olan bir olgudur. Zira Avrupa, dış siyasette birlikteliği sağladığı takdirde, birliğe ait olan ülkeler bu birleşmenin akabinde bazı otoriter pozisyonlarından vazgeçmek zorundadırlar. Bu ise Avrupa Birliği’nin karşılaşacağı ilk problemdir. Çünkü birlik içerisinde kendi varlığıyla öğünen ve birliğin içerisinde cereyan eden olaylara ret çeken, geleneksel ve bağımsız dış siyaset güden İngiltere gibi devletler bulunmaktadır. Diğer taraftan birliğe katılan ülkelerin hepsi de farklı sebeplerden dolayı birliğe iştirak etmişlerdir. Örneğin, yakın gelecekte birliğe üye olarak katılacak devletlerin neredeyse tamamı ekonomik çıkar sağlamak amacını gütmektedirler. Ayrıca bu devletlerin tamamı da Avrupa Birliği’ne ait olan devletlerle, ABD arasında anlaşmazlığın olduğunu ve ABD’nin Avrupa’nın etkin yaptırım gücüne sahip olmasını istemediğini bilmektedirler. ABD, Avrupa Birliği’nin doğuda etkin olmaması için kendisine maliyeti yüksekte olsa Avrupa Birliği’ne katılacak bu on ülkeyi NATO’ya üye olmaları için acele etmiş ve bu ülkelerle Avrupa Ortak Ordusu’nun rol oynamayacağı şekilde antlaşmalar imzalamıştır. İşte ABD’nin bütün bu çabaları ve Avrupa’yla ABD arasındaki güç yarışı, Almanya ve Fransa’nın kendilerine pahalı da olsa birlikteliklerini gündeme getirmiştir. Zira herkesçe bilinmektedir ki; Almanya Fransa’nın aksine, Doğu Avrupa’yla etkin olmasını istemekte, Fransa ise, Kuzey Afrika, Doğu ve Orta Avrupa’daki sömürgeci geleneğinden dolayı Avrupa Askeri Gücü’nün, Avrupa’nın dışında etkin olması gerektiği görüşünü ön plana çıkarmaktaydı.

Öyle ki, Irak’ın işgali sırasında yaşananlar, Avrupa Birliği için tehlike çanlarının çaldığını belirtmekteydi. Zira Almanya, İngiltere ve Fransa Avrupa Birliği’ne müracaat edilmeden savaştan yana olmuşlar ve bunları da Doğu Avrupa ülkeleri takip etmişlerdir. Bu ülkeler ABD’nin Irak’a karşı işgalini teyit eden antlaşmalar imzalamışlardır. Bu antlaşmalar ise, Avrupa Birliği’ne katılım antlaşması bendinin 11 nolu: “Birliğe ait ülkelerin, birlikteliğe ve Avrupa Birliği’nin etkinliğine muhalefet eden her türlü tutumdan kaçınmaları zorunludur.” Maddesine ters düşmektedir. Bu zorunluluğun da, Bernard O., “Büyük Avrupa İnşası Gerçeği” adlı makalesinde belirtmiş ve bu makaleyi de kısım kısım Alman Suddeutche gazetesi yayınlamıştır.

İlk olarak 1946 yılında İngiltere dışişleri bakanı Winston Churchill Birleşik Avrupa Devletleri fikrini önermiş, ondan az sonra da Carl Digol, iç işlerinde bağımsız ve milliyetçi Avrupa Birliği önerisinde bulunmuştur. Fakat bu birlik günümüzde birçok ülkeleri bünyesine katmış olmakla birçok ihtilafları da aleyhine yönlendirmiş, neredeyse birliğe ait ülkeler sayısınca görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.

Herhalde Carl Digol’un ortya attığı fikirle şu andaki Fransız hükümetinin üstlendiği görüşle aynı paraleldedir. Ayrıca Fransızlar kültürlerine ve yaşam tarzlarına son derece bağlıdırlar. Fakat dünya siyasetinin karmaşıklığına atılma konusunda da zayıf olduklarından dolayı birlik olmaya yönelirler. Bu yaklaşımla olaylara bakacak olursak, özellikle Almanya ve Fransa’nın bu hususta birbirleriyle görüş birliğinde oldukları rahatlıkla gözlenir. Nitekim, Alman dışişleri bakanı Joschka Fischer’in Mayıs 2000’de Berlin Hambold üniversitesinde verdiği konferanstaki şu görüşleri bunu kanıtlamaktadır: Fischer belirttiğine göre; milliyetçi Avrupa Birliği’nde yaşamayı istiyor. Ayrıca ısrarla da birlikle üye ülkeler arasına kanuni sınırlamalarla üye ülkelerin fonksiyonlarının belirlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Fakat Fischer’in şunu iyi bilmesi gerekir ki; Avrupa Birliği’ne katılımlar bir takım beklentiler ve hedeflere göre olacak ve olmuştur. Bu çerçevede Avrupa Birliği üyelerinin sayısı 25’e çıkınca, üye devletlerden her biri kendi hedef ve beklentilerini gerçekleştirmek, kendi hedef ve beklentilerine göre birliğe yön vermek isteyeceklerdir. Dolayısıyla problemler daha da artacak, para, gümrük birliği ve iç pazar serbestiyeti antlaşmaları ilk olarak gündeme geldiği sırada yaşanan problemlere benzer zorluklar yaşanacaktır.

1993 yılında ise, Mastricht antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma da üç sütundan oluşmaktadır.

Birinci sütun: Ekonomik birlik (Bu konuda çok tartışmalar yaşanmıştır.)

İkinci sütun: Polis, güvenlik ve yargı hususunda yardımlaşma.

Üçüncü sütun: Ortak dış siyasetin oluşturulması. (Bu konuda da henüz bir ilerleme sağlanamamış, henüz herhangi bir belirti de yoktur.) Bunun en güzel örneği Irak’ın işgali esnasında yaşanmıştır. Bunu sebepleri oldukça fazladır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Avrupa Birliği’ne üye devletlerin ortak çıkar ve görüş birliğinin olmayışıdır. Bu nedenle çıkar ve görüş birliğini zorunlu kılacak bir anayasanın oluşturulması gerektiği ön plana çıkmış ve bu çerçevede üye ülkelerin rollerini belirleyecek ve sınırlayacak, üye ülkeler ve birlik arasında koordinasyonu sağlayacak Avrupa anayasası projesi ortaya konmuştur. Bu proje üye ülkelerden çoğunun özellikle Almanya ve Fransa’nın desteğiyle, Polonya Avusturya ve İspanya’nın çekimserliğiyle destek bulmuştur. Herhalde bu projenin ortaya konması birlik yolunda ortak hedeflerin belirlenmesi, birlik çerçevesinde belirlenen kurallara uyulması zorunlu olarak uyulması ve Irak’ın işgali meselesinde olduğu gibi bu kuralların delinmemesi yolunda atılan ilk ciddi adımdır.

Ayrıca anlaşılıyor ki, Avrupa Irak’ın işgalinde çok ders almıştır. Bunu da Gerhard Schöder’in: “Avrupa’nın dış siyasetinde köklü değişimler olmadığı sürece; Avrupalılar Amerikalıların yaptıklarına seyirci kalacaklardır.” Sözünden anlamaktayız. Buna ilaveten Fischer: “Irak darbesi belki de yeni bir fırsatın başlangıcıdır.” Diye eklemede bulunmuştur.

Özellikle de Almaya ve Fransa Irak işgalinden çok güzel dersler almışlar ve bu derslerin en önemlileri de aşağıda belirttiğimiz gibidir:

1. Avrupa dış siyasetle kendi arasında sözde birlik sağlamazsa asla uluslar arası siyasetle müdahalede bulunamaz.

2. Gerektiği anda siyasi müdahale askeri müdahaleye dönüştürülemezse sözlü müdahale tek başına yeterli değildir.

Uluslararası siyasete etki etmenin yolu; sözde birlikten, sözde birliğin yolu, çıkar ve bakış açıları birliğinden, bakış açıları birliğinin yolu ortak bir anayasanın mevcudiyetinden geçer. Şu var ki, eğer sözde birlik askeri güçle takviye edilmezse tek başına asla yeterli değildir. Ancak bu yolla Avrupa ABD’nin NATO yoluyla oluşturduğu askeri hegemonyasından kurtulabilir. Bunu da 20/09/2003 tarihinde Berlin’de Almanya, Belçika ve Lüksemburg’un teklif olarak sunduğu Chirac, Blair ve Schöder’in de desteklemiş olduğu Avrupa Ortak Askeri Gücü’nü oluşturmakla gerçekleştirebilir. Öyle ki, bu planla alakalı olarak ABD’nin NATO nezdinde ki elçisi Nicholas Burns’in: “Böylesi bir oluşum NATO için tehlikelidir.” Açıklamasına neden olmuştur.

İlk şunu belirtmekte yarar var ki; Avrupa Birliği dış temsilcisinin bulunması etki sahibi olduğu anlamını taşımaz. Çünkü bu kişi dış siyaset işleriyle uğraşıyor anlamında değildir. Bundan dolayıdır ki, son olarak Avrupa Birliği’ne ait dışişleri bakanı fikri ortaya atıldı. Ve bu bakanın topluluğun tamamını temsil etmesiyle Avrupa düşüncesinin kalbini oluşturacağı açıklaması yapıldı. Fransa ve Almanya’nın bu fikri ortaya atmalarından dolayı da bu iki devlet Avrupa Birliği’nin neşet etmesinden günümüze kadar Avrupa Birliği’nin olgunlaşması sürecinde motor rolü oynamışlar ve birliğe katılımı sağlamak için de kapıyı sürekli açık bırakmışlardır.

İkinci olarak şunu belirtmekte fayda var: Askeri müdahale ancak müşterek Avrupa Askeri İdare Kadrosu oluşturulursa mümkündür.

Bu arada İngiltere’nin gerek askeri gerekse istihbarat alanında sahip olduğu imkan ve yetenekleri de gözden kaçırmamak gerekir. Herhalde bu sebeplerdendir ki, Chirac ve Schöder 20/09/2003 tarihinde Berlin’de, Blair’le bir araya gelerek konu hakkında görüşme yaptılar. Fakat Blair Avrupa Ortak Askeri Gücü’nün oluşturulmasının önemine binaen açıklamalarda bulunsa da geçtiğimiz 2003 Ekim ayında bu açıklamalardan çark ettiğini beyan eden Brüksel’de: “Eninde sonunda, herkes Avrupa Güvenliği’nin son derece önemli olduğunu biliyor, İngiltere içinde bu konunun önemli olması kadar Avrupa’yla ilişkilerinin olması ehemmiyetlidir. Aynı zamanda İngiltere, bu iki ilişki arasında herhangi bir çelişki görmemektedir. Avrupa’nın askeri müdahalesi, ABD’nin askeri müdahalesi söz konusu olmazsa gündeme gelebilir.” Şeklindeki ifadeleri sarf etti. Ve bu açıklamasına şunu ekledi: “Biz güçlü bir Avrupa savunma kuruluşuna muhtacız ama bu kuruluş asla NATO savunmasına tehlike arz edemez.” Bunun akabinde Fransa cumhurbaşkanı Chirac, Blair’in şu sözlerine cevaben; “Bir arpa boyu yol aldık.” Açıklamasını yaptı.

Yukarıda Blair’in bu açıklamalarından İngiltere siyasetinin çehresi ortaya çıkmakta ve Blair asla bu projeyi ret etmemekle birlikte beyanatlarında Avrupa ve ABD’yle ilişkilerini orantılı bir düzeyde yürüteceği anlaşılmaktadır.

Ayrıca İtalya başbakanı Silvio Berlusconi, Avrupa Ortak Askeri Gücü projesine atfen kabul etmediğini şu cümlelerle belirtmiştir: “Elli yıl boyunca NATO savunmamızın temelini oluşturmuştur. Böyle de kalması gerekir.”

Fakat 17/10/2003 tarihinde Brüksel’deki toplantıda birliğe ait ülkeler NATO’yla yarışma gibi bir pozisyona girmemek şartıyla birliğin savunma, güvenlik ve askeri siyasetini güçlendirmesi kararı alındı. Bu toplantıya İtalyan başbakanı Silvio Berlusconi başkanlık ediyordu. Ve toplantı akabinde “Birliğe üye olan 25 ülke Avrupa savunma siyasetinin oluşturulmasına ve bunun da NATO’yla yarış etmemesi şartıyla kabul edildiğini beyan ediyorum.” Diye açıklamada bulundu.

Bu arada oluşu itibariyle dünya imparatorluğu sevdası içinde olan İngiltere’yi unutmamak gerekir. Zira İngiltere kendisinin Avrupa’nın içerisinde sınırlanmış şekilde kalmanın ötesinde daha büyük role sahip olduğunun kanısındadır. Şu da aşikardır ki, İngiltere Avrupa ülkesi olmadan önce bir dünya devletidir. Fakat uluslar arası şartların oluşturduğu konsensüs içerinde İngiltere Avrupa Ortak Pazarı’na girerek Alman ve Fransız kervanına katılmak zorunda kalmıştır. Zannederim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Churchill’ın şu sözleri İngiltere siyasetini özetlemektedir: “İngiltere’nin kendi imparatorluğuyla olan ilişkisi, İngiltere’nin ABD’yle olan ilişkisi, İngiltere’nin Avrupa’yla olan ilişkisi.”

Her ne kadar uluslar arası konumlar ve roller değişse de çekinmeden söyleyebiliriz ki, hala İngiltere’nin siyaseti bu üç yörüngede dönmektedir.

Zira İngiltere sürekli ABD’ye bir açıdan bakmakta ve ABD’yi kendi çıkarı gereği kızdırmamakta ve uluslar arası ABD’yi yalnız bırakmamak amacıyla ABD’nin kervanına katılmamaktadır. Avrupa’yla olan ilişkilerini ise sürekli iyileştirme çabasında ve Avrupa Ortak Pazarı’nın sergilediği çıkarlardan azami ölçüde faydalanmak ve Avrupa Birliği siyasetine müdahale ederek, bu siyaseti kendi dünya siyasetiyle bütünleştirerek dünya siyasetinde etkin rol oynamayı amaçlamaktadır.

10/11/2003 tarihinde G. W. Bush’un İngiltere’yi ziyareti üzerine Blair’in yaptığı açıklamalar bu duruma çok güzel izahat getirmektedir. Zira Blair: “İngiltere siyaseti iki sütun üzerinde yürümekte, sütunun birinde ABD, diğerinde ise Avrupa Birliği yer almakta. Dolayısıyla İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri ABD’yle ilişkileri dondurmak yerine sürdürmeleri gerekmektedir. Eğer ki, Avrupa bir talihsizlik üzere ABD’yle düşmanca tutum içine girerlerse, işte o zaman tehlike çanları çalar.” Diye vurguda bulunmuş ve sözlerini: “Zannederim Bush İngiltere’yi en uygun zamanda ziyaret etmektedir.” Diye tamamlamıştır.

Eğer ki, Bush’un İngiltere ziyaretinde ele alınan konuları belirtmek gerekirse kendi beyanatlarından hareket ederek aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

1. Irak konusu ve Sünni stratejisi.

2. Ortadoğu konusu ve yol haritası.

3. Çelik endüstrisi konusu.

4. Guantanamo’daki İngiliz esirlerin geleceği.

5. Irak’ın yeniden imarında çalışacak İngiltere şirketleri konusu.

6. Son ve en önemli konu da; Avrupa ve ABD ilişkileri ve bu ilişkileri karşılıklı geliştirme stratejisi.

Zira İngiltere bu son maddede en büyük rolü oynamak istemektedir. Çünkü Blair’in de dediği gibi İngiltere siyaseti Avrupa ve ABD sütunları üzerine inşa edilmiştir.

Blair ise Amerika’ya karşı, Almanya ve Fransa’nın dayattığı; Ortak Savunma Paktı’ndan dolayı içine düştüğü ikilemin içerisinden çıkabilmesi için bir çözüm bulmak zorundadır. Görülüyor ki, Blair bu sorunun içinden çıkarak, ABD’yi dolaysıyla da Bush’u ikna etmeyi başarmış ve Avrupa savunmasını NATO’ya karşı bir savunma olmayıp, NATO’yu tamamlayıcı ve destekleyici olacağı ve İngiltere bu hususta yegane takipsidir diye teminat vermiştir. ABD dışişleri de zaten Fransa ve Belçika’yla yaptığı telefon görüşmelerinde bu güvenceyi alma girişiminde bulunmuştur ki, İngiltere’nin bu teminatına hemen razı olmuştur.

Zira Blair, Avrupa Savunma Projesi’ne katılması için Bush’a katılma gerekçelerini saydığı, Bush hemen razı olmuş, hiç de zorlanmamıştı. Bu gerçekler şunlardır:

I. Fransa cumhurbaşkanı Chirac’ın ısrarla Avrupa savunmasının NATO’dan ayrı, bağımsız olmasını istemesi.

II. Avrupa Savunma Ortaklığı asla NATO’nun önemini azaltmayacak, üstelik ABD’nin işine yarayacaktır diye Bush’a teminat vermesi.

Çünkü Avrupalı askeri uzmanların da belirttiği gibi Avrupa silah modernizasyonuna ihtiyaç duymakta ve buna da en son NATO genel sekreteri George Robertson: “Avrupa Ordusu, kağıttan ibaret olan bir ordudur.” Sözleriyle değinmiştir. Avrupa ordusu genel olarak soğuk savaş sırasında Sovyetler Birliği ve Doğu bloğu ülkelerden gelecek tehlikelere karşı denk savunmasına önem vermiş, uzak bölgelere ağır silah nakliyatını gerçekleştirebilecekleri yeteneklere sahip olmamışlardır. Bunu en güzel örneğini iki yıl önce Avrupalı ülkeler, Afganistan’daki ISAF adlı uluslar arası güce katılmak için asker ve malzeme sevkıyatını yapmak istediğinde görmüştük. Zira kendi arayışlarıyla bunu başaramamış eski doğu ülkelerinden Antonov gibi nakliye uçaklarını kiralamak zorunda kalmıştır. Öyle ki, Ukrayna’dan kiraladığı ve Afganistan’dan ülkelerine dönen İspanyol askerlerini taşıyan uçak Türkiye’ye düşerek onlarca askerin ölmesine neden olmuştu.

ABD’nin NATO nezdinde ki büyükelçisi, Belçika’nın başkenti Brüksel yakınlarındaki Mons’ta bulunan NATO karargâhında gazetecilerle yaptığı söyleşide ABD’nin endişelerinin ne kadar derin olduğunu daha fazla gizleyemeyerek şöyle demişti: “Az da olsa bazı Avrupalı komutanlar Avrupa savunmasının gelecekte ABD’nin düzeyinde olması gerektiğini söylüyorlar. Bu hatadır.” Hemen bu sözlerin akabinde şunları eklemekte gecikmedi: “Ülkesinin Avrupa Savunma Birliği’nden rahatsız olmadığını, NATO’nun zayıf olduğu alanlarda Avrupa Savunma Birliği’ne katkıda bulunmak şartıyla böylesi bir oluşumu destekleriz.” Ve son olarak büyükelçi: “Fakat görüyoruz ki, biz hangi noktalarda zayıfsak Avrupa daha çok o noktalarda güçlenmek istiyor. Özellikle de son derece modern teknolojiyi elde etmek amacıyla yatırımlarda bulunuyor. Örneğin Almanya, hava yoluyla askeri malzemelerin taşınması işlemini yapabilecek teknolojiyi geliştirmek isteyen devletlere, Hollanda; çok dakik çalışabilecek ve hedefleri öz noktasından yok edecek füzeleri geliştirmek isteyen ülkelere, İspanya; havada yakıt ikmalini geliştirmek isteyen ülkelere, Danimarka ve Norveç; deniz savunması konusundaki teknolojiyi geliştirmek isteyen ülkelere öncülük etmektedir.” Demiş ve sonra da “Bizim savunma bakanımız Donald Ramsfeld Kolorado’daki toplantıda aynı teknolojiye gereksinimimiz olduğunu belirtmiştir.” Şeklindeki ifadesiyle sözlerine son noktayı koymuştur.

İşte büyükelçinin bu sözlerinden anlaşılacağına göre ABD Avrupalı ülkelerin zayıf olduğu askeri malzemeleri sevkıyat hususunda -İngiltere müstesna- Avrupa savunmasının güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Zira İngiltere sınırlı da olsa hava ve deniz nakliyat araçlarına sahiptir, fakat diğer ülkeler NATO’ya dahil olmaları hasebiyle bu konuda ABD’ye muhtaçtırlar.

Bütün bu yukarıda saydığımız gerekçeler münasebetiyle Blair Bush’u ikna etmeyi başarmış ve ABD’nin Avrupa savaşmasındaki teminatı olarak birliğe katılmaya karar vermiştir. Avrupa’da istikbalde ABD’nin yanında dünyanın herhangi bir yerinde askeri harekata katılabilmek için daha da muktedir hale gelecektir. Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır:

ABD Afganistan savaşında İngiltere’nin dışında hiçbir Avrupa ülkesinden yardım istememiştir. Çünkü İngiltere sahip olduğu nakil araçları ve kullanıma açık denizler ve körfezlere sahip olması nedeniyle yardım istenecek en münasip ülkedir. İngiltere’de ABD’ye bu konularda sürekli yardımda bulunmuş hiçbir zorluk da çıkarmamıştır. Neticede Blair’e ait sözlerden de anlaşıldığı üzere İngiltere daima Avrupa’yla, ABD arasındaki ilişkilerin sürmesi için bütün çabasını sarf edecektir.

Bütün bunlardan sonra Avrupa Ortak Gücü’nün oluşturulması için finans konusu kalıyor. Zira bu ordu mutlaka kurulmak ve ABD’nin askeri gücüyle boy ölçüştürmelidir. Zira Avrupa ABD’nin kendilerine sürekli pazılarını göstermesinden tiksinmiş, dünyanın farklı yerlerinde olur olmaz askeri müdahalede bulunmasından sıkılmıştır. Fakat Avrupa devletlerinde kendi yapısı ve karakterine göre bazı mali sorunlarda yaşamaktadır. Örneğin Alman savunma bakanı Peter Struck bazı Alman askeri üslerini kapatmış, 30000 askerin tasfiyesine karar vermiş ve zorunlu askerliği de kaldırarak ekonomiyi rahatlatma yoluna girmiştir. buradan da açığa çıkıyor ki, Avrupa Birliği ülkelerinde bu tür problemler olmasa ordunun kurulması daha da kolaylaşacaktır.

Ayrıca son olarak şunu da belirtmekte yarar olduğunu zannederim: Şu andaki Almanya’nın başında bulunan sosyalist partinin ABD’yle ilişkileri, daha önce iktidarda olan Hıristiyan partisinin ABD’yle olan ilişkileri kadar güçlü değildir. Zira herkesçe Hıristiyan partisinin ABD’yle çok derin ilişkilere sahip olduğu bilinmektedir. Fakat Hıristiyan partisi şu anda iktidara gelse tekrar aynı ilişkileri kurabileceği iddiasında bulunamayız. Helmut Kohl Almanya’nın lideriyken Fransız siyasetçilerin şu ifadesini zikretmemiz herhalde daha akıllıca olur: “Bonn’dan Paris’e giden yolun Washington’dan mı geçmesi zorunludur?”

YIL 15  SAYI 169-170-171  ZİLKADE/ZİLHİCCE/MUHARREM 1425 / 2004

Yukarı