İslam
ümmeti, İslam Devleti’ni insanlığın tamamına taşıma
vazifesiyle yükümlü kılınınca; ister istemez dünyada cereyan
eden olaylardan bilinçli bir şekilde haberdar olması gerektiği
zorunluluğunu idrak etmiştir. Bu çerçevede dünya halklarının
ve devletlerinin problemleriyle ilgilenmiş, dünyada cereyan eden
siyasetin takipçisi olmuş, dünya devletlerinin izledikleri
politikaları gözlemleyerek uygulama şekillerini kontrolleri
altında tutmuşlardır. Yine dünya devletlerinin birbirleriyle
olan ilişkilerini muhafaza ederek, bunlara karşı takınılması
gereken tavırları geliştirmişlerdir. İslam Devleti, yani
Hilafet Devleti’ni kurmada İslam davetini taşımadaki üsluplarını
bu çerçevede belirleyerek; bütün insanlığı, insana kulluktan
bir olan Allah (cc)’ya kulluğa yöneltmişlerdir. Zira Allah (cc),
“(Ey Muhammed) Biz seni bütün insanlığa müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderdik”, “Seni sadece alemlere
rahmet için gönderdik” diye beyan etmektedir. Dolayısıyla
bu ayetlerden İslam risaletinin cihan şümul olduğunu anlamakta
ve Müslümanların da bu çerçevede cihan siyasetinin takipçisi
olması gerektiği yargısına varmaktayız.
Bu
çerçevede Avrupa’da dikkat çekici bazı olaylara değinerek,
Allah (cc)’nın inayetiyle bu olaylara açıklama getirmeye çalışacağız:
05/01/2004
tarihinde alınan bir kararla Avrupa Birliği’ne Polonya,
Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs,
Malta, Slovakya ve Lativya olmak üzere
on yedi ülkenin katılmasına ve Fransa, Almanya, Belçika ve
Lüksemburg’un güdümünde de Avrupa Ortak Ordusu’nun oluşturulmasına
ve Avrupa Birliği bünyesinde de bu ordunun etkin rol oynaması
kararına varılmış ve yeni Avrupa Birliği anayasasının
oluşturulması öngörülmüştür.
Herkesçe
bilinmektedir ki, Almanya ve Fransa; Avrupa Birliği’nin dünya
siyasetinde etkin rol oynayabilmesi için sürekli çaba sarf
etmekte ve Amerika’nın hegemonyasından da sıkılmışlardır.
Zira ABD hegemonyasının ötesinde geçtiğimiz yüzyılın
yarısından itibaren de Avrupa’ya karşı aşağılanmayı
başarmıştır. Zannederiz bu söylediklerimize, Bosna’da, Daiton
antlaşmasında ve Kosova’da yaşananlar çok güzel örnek teşkil
edebilir. Bunun üzerine Amerikan (eski) dışişleri bakanı Hanry
Alfred Kissinger’a, gazetecinin biri Avrupa’nın dünya
siyasetine katılmamasının sebebini sorunca, “Avrupa’nın
telefon numarası kaçtır?” diye alay eden yanıtını göz
önüne alırsak, artık bunun ötesinde ne söylersek nafiledir.
İşte buna istinaden hareketle anlaşılıyor ki; Almanya ve
Fransa, ABD dışişleri bakanı Kissinger ve onu takip edecek
dışişleri bakanlarının bulabilecekleri telefon şebekesini
oluşturma gayreti içerisindedirler. Burada hemen akla, Avrupa’nın
aktif olarak dünya siyasetinde rol alıp alamayacağı sorusu
gelmektedir. Acaba bu Avrupa için mümkün mü? Değil mi?
Herkesçe
iyi bilinmektedir ki, dış siyasette birlik, dış çıkarlarda da
birlikteliği gerektirir. Dış siyaset ise; siyasi bir devletin
varlığıyla tamamen bağımlı olan bir olgudur. Zira Avrupa, dış
siyasette birlikteliği sağladığı takdirde, birliğe ait olan
ülkeler bu birleşmenin akabinde bazı otoriter pozisyonlarından
vazgeçmek zorundadırlar. Bu ise Avrupa Birliği’nin
karşılaşacağı ilk problemdir. Çünkü birlik içerisinde kendi
varlığıyla öğünen ve birliğin içerisinde cereyan eden
olaylara ret çeken, geleneksel ve bağımsız dış siyaset güden
İngiltere gibi devletler bulunmaktadır. Diğer taraftan birliğe
katılan ülkelerin hepsi de farklı sebeplerden dolayı birliğe
iştirak etmişlerdir. Örneğin, yakın gelecekte birliğe üye
olarak katılacak devletlerin neredeyse tamamı ekonomik çıkar
sağlamak amacını gütmektedirler. Ayrıca bu devletlerin tamamı
da Avrupa Birliği’ne ait olan devletlerle, ABD arasında
anlaşmazlığın olduğunu ve ABD’nin Avrupa’nın etkin
yaptırım gücüne sahip olmasını istemediğini bilmektedirler.
ABD, Avrupa Birliği’nin doğuda etkin olmaması için kendisine
maliyeti yüksekte olsa Avrupa Birliği’ne katılacak bu on
ülkeyi NATO’ya üye olmaları için acele etmiş ve bu ülkelerle
Avrupa Ortak Ordusu’nun rol oynamayacağı şekilde antlaşmalar
imzalamıştır. İşte ABD’nin bütün bu çabaları ve Avrupa’yla
ABD arasındaki güç yarışı, Almanya ve Fransa’nın
kendilerine pahalı da olsa birlikteliklerini gündeme getirmiştir.
Zira herkesçe bilinmektedir ki; Almanya Fransa’nın aksine, Doğu
Avrupa’yla etkin olmasını istemekte, Fransa ise, Kuzey Afrika,
Doğu ve Orta Avrupa’daki sömürgeci geleneğinden dolayı Avrupa
Askeri Gücü’nün, Avrupa’nın dışında etkin olması
gerektiği görüşünü ön plana çıkarmaktaydı.
Öyle
ki, Irak’ın işgali sırasında yaşananlar, Avrupa Birliği için
tehlike çanlarının çaldığını belirtmekteydi. Zira Almanya,
İngiltere ve Fransa Avrupa Birliği’ne müracaat edilmeden savaştan
yana olmuşlar ve bunları da Doğu Avrupa ülkeleri takip etmişlerdir.
Bu ülkeler ABD’nin Irak’a karşı işgalini teyit eden
antlaşmalar imzalamışlardır. Bu antlaşmalar ise, Avrupa
Birliği’ne katılım antlaşması bendinin 11 nolu: “Birliğe
ait ülkelerin, birlikteliğe ve Avrupa Birliği’nin etkinliğine
muhalefet eden her türlü tutumdan kaçınmaları zorunludur.”
Maddesine ters düşmektedir. Bu zorunluluğun da, Bernard O., “Büyük
Avrupa İnşası Gerçeği” adlı makalesinde belirtmiş ve bu
makaleyi de kısım kısım Alman Suddeutche gazetesi
yayınlamıştır.
İlk
olarak 1946 yılında İngiltere dışişleri bakanı Winston
Churchill Birleşik Avrupa Devletleri fikrini önermiş, ondan az
sonra da Carl Digol, iç işlerinde bağımsız ve milliyetçi
Avrupa Birliği önerisinde bulunmuştur. Fakat bu birlik günümüzde
birçok ülkeleri bünyesine katmış olmakla birçok ihtilafları
da aleyhine yönlendirmiş, neredeyse birliğe ait ülkeler sayısınca
görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
Herhalde
Carl Digol’un ortya attığı fikirle şu andaki Fransız hükümetinin
üstlendiği görüşle aynı paraleldedir. Ayrıca Fransızlar kültürlerine
ve yaşam tarzlarına son derece bağlıdırlar. Fakat dünya
siyasetinin karmaşıklığına atılma konusunda da zayıf
olduklarından dolayı birlik olmaya yönelirler. Bu yaklaşımla
olaylara bakacak olursak, özellikle Almanya ve Fransa’nın bu hususta
birbirleriyle görüş birliğinde oldukları rahatlıkla gözlenir.
Nitekim, Alman dışişleri bakanı Joschka Fischer’in Mayıs 2000’de
Berlin Hambold üniversitesinde verdiği konferanstaki şu görüşleri
bunu kanıtlamaktadır: Fischer belirttiğine göre; milliyetçi
Avrupa Birliği’nde yaşamayı istiyor. Ayrıca ısrarla da
birlikle üye ülkeler arasına kanuni sınırlamalarla üye
ülkelerin fonksiyonlarının belirlenmesi gerektiğini belirtmektedir.
Fakat Fischer’in şunu iyi bilmesi gerekir ki; Avrupa Birliği’ne
katılımlar bir takım beklentiler ve hedeflere göre olacak ve
olmuştur. Bu çerçevede Avrupa Birliği üyelerinin sayısı 25’e
çıkınca, üye devletlerden her biri kendi hedef ve beklentilerini
gerçekleştirmek, kendi hedef ve beklentilerine göre birliğe yön
vermek isteyeceklerdir. Dolayısıyla problemler daha da artacak,
para, gümrük birliği ve iç pazar serbestiyeti antlaşmaları ilk
olarak gündeme geldiği sırada yaşanan problemlere benzer
zorluklar yaşanacaktır.
1993
yılında ise, Mastricht antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma
da üç sütundan oluşmaktadır.
Birinci
sütun: Ekonomik birlik (Bu konuda çok tartışmalar
yaşanmıştır.)
İkinci
sütun: Polis, güvenlik ve yargı hususunda yardımlaşma.
Üçüncü
sütun: Ortak dış siyasetin oluşturulması. (Bu konuda da henüz
bir ilerleme sağlanamamış, henüz herhangi bir belirti de
yoktur.) Bunun en güzel örneği Irak’ın işgali esnasında
yaşanmıştır. Bunu sebepleri oldukça fazladır. Daha önce de
belirttiğimiz gibi Avrupa Birliği’ne üye devletlerin ortak çıkar
ve görüş birliğinin olmayışıdır. Bu nedenle çıkar ve görüş
birliğini zorunlu kılacak bir anayasanın oluşturulması
gerektiği ön plana çıkmış ve bu çerçevede üye ülkelerin
rollerini belirleyecek ve sınırlayacak, üye ülkeler ve birlik
arasında koordinasyonu sağlayacak Avrupa anayasası projesi ortaya
konmuştur. Bu proje üye ülkelerden çoğunun özellikle Almanya
ve Fransa’nın desteğiyle, Polonya Avusturya ve İspanya’nın
çekimserliğiyle destek bulmuştur. Herhalde bu projenin ortaya
konması birlik yolunda ortak hedeflerin belirlenmesi, birlik
çerçevesinde belirlenen kurallara uyulması zorunlu olarak
uyulması ve Irak’ın işgali meselesinde olduğu gibi bu
kuralların delinmemesi yolunda atılan ilk ciddi adımdır.
Ayrıca
anlaşılıyor ki, Avrupa Irak’ın işgalinde çok ders almıştır.
Bunu da Gerhard Schöder’in: “Avrupa’nın dış siyasetinde
köklü değişimler olmadığı sürece; Avrupalılar
Amerikalıların yaptıklarına seyirci kalacaklardır.” Sözünden
anlamaktayız. Buna ilaveten Fischer: “Irak darbesi belki de
yeni bir fırsatın başlangıcıdır.” Diye eklemede
bulunmuştur.
Özellikle
de Almaya ve Fransa Irak işgalinden çok güzel dersler almışlar
ve bu derslerin en önemlileri de aşağıda belirttiğimiz gibidir:
1.
Avrupa dış siyasetle kendi arasında sözde birlik sağlamazsa
asla uluslar arası siyasetle müdahalede bulunamaz.
2.
Gerektiği anda siyasi müdahale askeri müdahaleye dönüştürülemezse
sözlü müdahale tek başına yeterli değildir.
Uluslararası
siyasete etki etmenin yolu; sözde birlikten, sözde birliğin yolu,
çıkar ve bakış açıları birliğinden, bakış açıları
birliğinin yolu ortak bir anayasanın mevcudiyetinden geçer. Şu
var ki, eğer sözde birlik askeri güçle takviye edilmezse tek başına
asla yeterli değildir. Ancak bu yolla Avrupa ABD’nin NATO yoluyla
oluşturduğu askeri hegemonyasından kurtulabilir. Bunu da
20/09/2003 tarihinde Berlin’de Almanya, Belçika ve Lüksemburg’un
teklif olarak sunduğu Chirac, Blair ve Schöder’in de desteklemiş
olduğu Avrupa Ortak Askeri Gücü’nü oluşturmakla gerçekleştirebilir.
Öyle ki, bu planla alakalı olarak ABD’nin NATO nezdinde ki elçisi
Nicholas Burns’in: “Böylesi bir oluşum NATO için
tehlikelidir.” Açıklamasına neden olmuştur.
İlk
şunu belirtmekte yarar var ki; Avrupa Birliği dış temsilcisinin
bulunması etki sahibi olduğu anlamını taşımaz. Çünkü bu kişi
dış siyaset işleriyle uğraşıyor anlamında değildir. Bundan
dolayıdır ki, son olarak Avrupa Birliği’ne ait dışişleri
bakanı fikri ortaya atıldı. Ve bu bakanın topluluğun tamamını
temsil etmesiyle Avrupa düşüncesinin kalbini oluşturacağı açıklaması
yapıldı. Fransa ve Almanya’nın bu fikri ortaya atmalarından
dolayı da bu iki devlet Avrupa Birliği’nin neşet etmesinden günümüze
kadar Avrupa Birliği’nin olgunlaşması sürecinde motor rolü
oynamışlar ve birliğe katılımı sağlamak için de kapıyı sürekli
açık bırakmışlardır.
İkinci
olarak şunu belirtmekte fayda var: Askeri müdahale ancak müşterek
Avrupa Askeri İdare Kadrosu oluşturulursa mümkündür.
Bu
arada İngiltere’nin gerek askeri gerekse istihbarat alanında
sahip olduğu imkan ve yetenekleri de gözden kaçırmamak gerekir.
Herhalde bu sebeplerdendir ki, Chirac ve Schöder 20/09/2003
tarihinde Berlin’de, Blair’le bir araya gelerek konu hakkında görüşme
yaptılar. Fakat Blair Avrupa Ortak Askeri Gücü’nün oluşturulmasının
önemine binaen açıklamalarda bulunsa da geçtiğimiz 2003 Ekim
ayında bu açıklamalardan çark ettiğini beyan eden Brüksel’de:
“Eninde sonunda, herkes Avrupa Güvenliği’nin son derece
önemli olduğunu biliyor, İngiltere içinde bu konunun önemli
olması kadar Avrupa’yla ilişkilerinin olması ehemmiyetlidir.
Aynı zamanda İngiltere, bu iki ilişki arasında herhangi bir
çelişki görmemektedir. Avrupa’nın askeri müdahalesi, ABD’nin
askeri müdahalesi söz konusu olmazsa gündeme gelebilir.”
Şeklindeki ifadeleri sarf etti. Ve bu açıklamasına şunu ekledi:
“Biz güçlü bir Avrupa savunma kuruluşuna muhtacız ama bu
kuruluş asla NATO savunmasına tehlike arz edemez.” Bunun
akabinde Fransa cumhurbaşkanı Chirac, Blair’in şu sözlerine
cevaben; “Bir arpa boyu yol aldık.” Açıklamasını
yaptı.
Yukarıda
Blair’in bu açıklamalarından İngiltere siyasetinin çehresi
ortaya çıkmakta ve Blair asla bu projeyi ret etmemekle birlikte
beyanatlarında Avrupa ve ABD’yle ilişkilerini orantılı bir düzeyde
yürüteceği anlaşılmaktadır.
Ayrıca
İtalya başbakanı Silvio Berlusconi, Avrupa Ortak Askeri Gücü
projesine atfen kabul etmediğini şu cümlelerle belirtmiştir: “Elli
yıl boyunca NATO savunmamızın temelini oluşturmuştur. Böyle de
kalması gerekir.”
Fakat
17/10/2003 tarihinde Brüksel’deki toplantıda birliğe ait
ülkeler NATO’yla yarışma gibi bir pozisyona girmemek şartıyla
birliğin savunma, güvenlik ve askeri siyasetini güçlendirmesi
kararı alındı. Bu toplantıya İtalyan başbakanı Silvio
Berlusconi başkanlık ediyordu. Ve toplantı akabinde “Birliğe
üye olan 25 ülke Avrupa savunma siyasetinin oluşturulmasına ve
bunun da NATO’yla yarış etmemesi şartıyla kabul edildiğini
beyan ediyorum.” Diye açıklamada bulundu.
Bu
arada oluşu itibariyle dünya imparatorluğu sevdası içinde olan
İngiltere’yi unutmamak gerekir. Zira İngiltere kendisinin Avrupa’nın
içerisinde sınırlanmış şekilde kalmanın ötesinde daha
büyük role sahip olduğunun kanısındadır. Şu da aşikardır
ki, İngiltere Avrupa ülkesi olmadan önce bir dünya devletidir.
Fakat uluslar arası şartların oluşturduğu konsensüs içerinde
İngiltere Avrupa Ortak Pazarı’na girerek Alman ve Fransız
kervanına katılmak zorunda kalmıştır. Zannederim II. Dünya
Savaşı’ndan sonra Churchill’ın şu sözleri İngiltere
siyasetini özetlemektedir: “İngiltere’nin kendi imparatorluğuyla
olan ilişkisi, İngiltere’nin ABD’yle olan ilişkisi, İngiltere’nin
Avrupa’yla olan ilişkisi.”
Her
ne kadar uluslar arası konumlar ve roller değişse de çekinmeden
söyleyebiliriz ki, hala İngiltere’nin siyaseti bu üç
yörüngede dönmektedir.
Zira
İngiltere sürekli ABD’ye bir açıdan bakmakta ve ABD’yi kendi
çıkarı gereği kızdırmamakta ve uluslar arası ABD’yi yalnız
bırakmamak amacıyla ABD’nin kervanına katılmamaktadır. Avrupa’yla
olan ilişkilerini ise sürekli iyileştirme çabasında ve Avrupa
Ortak Pazarı’nın sergilediği çıkarlardan azami ölçüde
faydalanmak ve Avrupa Birliği siyasetine müdahale ederek, bu
siyaseti kendi dünya siyasetiyle bütünleştirerek dünya
siyasetinde etkin rol oynamayı amaçlamaktadır.
10/11/2003
tarihinde G. W. Bush’un İngiltere’yi ziyareti üzerine Blair’in
yaptığı açıklamalar bu duruma çok güzel izahat getirmektedir.
Zira Blair: “İngiltere siyaseti iki sütun üzerinde
yürümekte, sütunun birinde ABD, diğerinde ise Avrupa Birliği
yer almakta. Dolayısıyla İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri ABD’yle
ilişkileri dondurmak yerine sürdürmeleri gerekmektedir. Eğer ki,
Avrupa bir talihsizlik üzere ABD’yle düşmanca tutum içine
girerlerse, işte o zaman tehlike çanları çalar.” Diye
vurguda bulunmuş ve sözlerini: “Zannederim Bush İngiltere’yi
en uygun zamanda ziyaret etmektedir.” Diye tamamlamıştır.
Eğer
ki, Bush’un İngiltere ziyaretinde ele alınan konuları belirtmek
gerekirse kendi beyanatlarından hareket ederek aşağıdaki gibi
sıralayabiliriz:
1.
Irak konusu ve Sünni stratejisi.
2.
Ortadoğu konusu ve yol haritası.
3.
Çelik endüstrisi konusu.
4.
Guantanamo’daki İngiliz esirlerin geleceği.
5.
Irak’ın yeniden imarında çalışacak İngiltere
şirketleri konusu.
6.
Son ve en önemli konu da; Avrupa ve ABD ilişkileri ve bu
ilişkileri karşılıklı geliştirme stratejisi.
Zira
İngiltere bu son maddede en büyük rolü oynamak istemektedir.
Çünkü Blair’in de dediği gibi İngiltere siyaseti Avrupa ve
ABD sütunları üzerine inşa edilmiştir.
Blair
ise Amerika’ya karşı, Almanya ve Fransa’nın dayattığı;
Ortak Savunma Paktı’ndan dolayı içine düştüğü ikilemin
içerisinden çıkabilmesi için bir çözüm bulmak zorundadır. Görülüyor
ki, Blair bu sorunun içinden çıkarak, ABD’yi dolaysıyla da
Bush’u ikna etmeyi başarmış ve Avrupa savunmasını NATO’ya
karşı bir savunma olmayıp, NATO’yu tamamlayıcı ve destekleyici
olacağı ve İngiltere bu hususta yegane takipsidir diye teminat
vermiştir. ABD dışişleri de zaten Fransa ve Belçika’yla yaptığı
telefon görüşmelerinde bu güvenceyi alma girişiminde
bulunmuştur ki, İngiltere’nin bu teminatına hemen razı olmuştur.
Zira
Blair, Avrupa Savunma Projesi’ne katılması için Bush’a katılma
gerekçelerini saydığı, Bush hemen razı olmuş, hiç de
zorlanmamıştı. Bu gerçekler şunlardır:
I.
Fransa cumhurbaşkanı Chirac’ın ısrarla Avrupa savunmasının
NATO’dan ayrı, bağımsız olmasını istemesi.
II.
Avrupa Savunma Ortaklığı asla NATO’nun önemini
azaltmayacak, üstelik ABD’nin işine yarayacaktır diye Bush’a
teminat vermesi.
Çünkü
Avrupalı askeri uzmanların da belirttiği gibi Avrupa silah
modernizasyonuna ihtiyaç duymakta ve buna da en son NATO genel
sekreteri George Robertson: “Avrupa Ordusu, kağıttan ibaret
olan bir ordudur.” Sözleriyle değinmiştir. Avrupa ordusu
genel olarak soğuk savaş sırasında Sovyetler Birliği ve Doğu
bloğu ülkelerden gelecek tehlikelere karşı denk savunmasına
önem vermiş, uzak bölgelere ağır silah nakliyatını gerçekleştirebilecekleri
yeteneklere sahip olmamışlardır. Bunu en güzel örneğini iki
yıl önce Avrupalı ülkeler, Afganistan’daki ISAF adlı uluslar
arası güce katılmak için asker ve malzeme sevkıyatını yapmak
istediğinde görmüştük. Zira kendi arayışlarıyla bunu
başaramamış eski doğu ülkelerinden Antonov gibi nakliye
uçaklarını kiralamak zorunda kalmıştır. Öyle ki, Ukrayna’dan
kiraladığı ve Afganistan’dan ülkelerine dönen İspanyol
askerlerini taşıyan uçak Türkiye’ye düşerek onlarca askerin
ölmesine neden olmuştu.
ABD’nin
NATO nezdinde ki büyükelçisi, Belçika’nın başkenti Brüksel
yakınlarındaki Mons’ta bulunan NATO karargâhında gazetecilerle
yaptığı söyleşide ABD’nin endişelerinin ne kadar derin
olduğunu daha fazla gizleyemeyerek şöyle demişti: “Az da
olsa bazı Avrupalı komutanlar Avrupa savunmasının gelecekte ABD’nin
düzeyinde olması gerektiğini söylüyorlar. Bu hatadır.”
Hemen bu sözlerin akabinde şunları eklemekte gecikmedi: “Ülkesinin
Avrupa Savunma Birliği’nden rahatsız olmadığını, NATO’nun
zayıf olduğu alanlarda Avrupa Savunma Birliği’ne katkıda
bulunmak şartıyla böylesi bir oluşumu destekleriz.” Ve son
olarak büyükelçi: “Fakat görüyoruz ki, biz hangi
noktalarda zayıfsak Avrupa daha çok o noktalarda güçlenmek
istiyor. Özellikle de son derece modern teknolojiyi elde etmek amacıyla
yatırımlarda bulunuyor. Örneğin Almanya, hava yoluyla askeri malzemelerin
taşınması işlemini yapabilecek teknolojiyi geliştirmek isteyen
devletlere, Hollanda; çok dakik çalışabilecek ve hedefleri öz
noktasından yok edecek füzeleri geliştirmek isteyen ülkelere,
İspanya; havada yakıt ikmalini geliştirmek isteyen ülkelere,
Danimarka ve Norveç; deniz savunması konusundaki teknolojiyi
geliştirmek isteyen ülkelere öncülük etmektedir.” Demiş
ve sonra da “Bizim savunma bakanımız Donald Ramsfeld Kolorado’daki
toplantıda aynı teknolojiye gereksinimimiz olduğunu
belirtmiştir.” Şeklindeki ifadesiyle sözlerine son noktayı
koymuştur.
İşte
büyükelçinin bu sözlerinden anlaşılacağına göre ABD Avrupalı
ülkelerin zayıf olduğu askeri malzemeleri sevkıyat hususunda -İngiltere
müstesna- Avrupa savunmasının güçlenmesine katkıda bulunacaktır.
Zira İngiltere sınırlı da olsa hava ve deniz nakliyat araçlarına
sahiptir, fakat diğer ülkeler NATO’ya dahil olmaları hasebiyle
bu konuda ABD’ye muhtaçtırlar.
Bütün
bu yukarıda saydığımız gerekçeler münasebetiyle Blair Bush’u
ikna etmeyi başarmış ve ABD’nin Avrupa savaşmasındaki
teminatı olarak birliğe katılmaya karar vermiştir. Avrupa’da
istikbalde ABD’nin yanında dünyanın herhangi bir yerinde askeri
harekata katılabilmek için daha da muktedir hale gelecektir. Bu
arada şunu da belirtmekte yarar vardır:
ABD
Afganistan savaşında İngiltere’nin dışında hiçbir Avrupa
ülkesinden yardım istememiştir. Çünkü İngiltere sahip olduğu
nakil araçları ve kullanıma açık denizler ve körfezlere sahip
olması nedeniyle yardım istenecek en münasip ülkedir. İngiltere’de
ABD’ye bu konularda sürekli yardımda bulunmuş hiçbir zorluk da
çıkarmamıştır. Neticede Blair’e ait sözlerden de anlaşıldığı
üzere İngiltere daima Avrupa’yla, ABD arasındaki ilişkilerin sürmesi
için bütün çabasını sarf edecektir.
Bütün
bunlardan sonra Avrupa Ortak Gücü’nün oluşturulması için
finans konusu kalıyor. Zira bu ordu mutlaka kurulmak ve ABD’nin
askeri gücüyle boy ölçüştürmelidir. Zira Avrupa ABD’nin
kendilerine sürekli pazılarını göstermesinden tiksinmiş, dünyanın
farklı yerlerinde olur olmaz askeri müdahalede bulunmasından
sıkılmıştır. Fakat Avrupa devletlerinde kendi yapısı ve karakterine
göre bazı mali sorunlarda yaşamaktadır. Örneğin Alman savunma
bakanı Peter Struck bazı Alman askeri üslerini kapatmış, 30000
askerin tasfiyesine karar vermiş ve zorunlu askerliği de
kaldırarak ekonomiyi rahatlatma yoluna girmiştir. buradan da açığa
çıkıyor ki, Avrupa Birliği ülkelerinde bu tür problemler
olmasa ordunun kurulması daha da kolaylaşacaktır.
Ayrıca
son olarak şunu da belirtmekte yarar olduğunu zannederim: Şu
andaki Almanya’nın başında bulunan sosyalist partinin ABD’yle
ilişkileri, daha önce iktidarda olan Hıristiyan partisinin ABD’yle
olan ilişkileri kadar güçlü değildir. Zira herkesçe Hıristiyan
partisinin ABD’yle çok derin ilişkilere sahip olduğu
bilinmektedir. Fakat Hıristiyan partisi şu anda iktidara gelse
tekrar aynı ilişkileri kurabileceği iddiasında bulunamayız.
Helmut Kohl Almanya’nın lideriyken Fransız siyasetçilerin şu
ifadesini zikretmemiz herhalde daha akıllıca olur: “Bonn’dan
Paris’e giden yolun Washington’dan mı geçmesi zorunludur?”
|