ŞER’Î
DELİLLER
Delil;
sözlükte yol gösteren anlamına gelir. Delil kelimesi bazen içinde
delâlet ve irşadı bulunduran şey hakkında kullanılır ki,
fakihlerin tarifinde delil olarak isimlendirilen şey de budur. Usul
alimleri delili şöyle tarif etmişlerdir: “Kendisine sahih
olarak bakmakla haberle talep edileni bilmeye ulaşmayı mümkün
kılan şeydir.” Bir başka ifade ile delil; hakkında araştırma
yapılanın bir Şer’î hüküm olduğuna dair hüccet olarak alınandır.
Her
Şer’î delil, hükme ya kati olarak ya da zanni olarak delâlet
eder. Kur'an ve mütevatir hadis gibi katî bir delille katî olarak
delâlet ediyorsa delâleti katî olur ve dikkate alınmasında şüphe
olunmaz. Kur'an ve mütevatir hadis gibi aslı katî delil olup
delâleti zanni ise yine muteberdir. Eğer delilin aslı haberi ahad
gibi zanni ise tespit edilmesi gerekir. Sözün doğrudan kabul
edilmesi doğru olmaz. Haberin tespitinden kasıt, hükme delil
olarak kabul edilmeden önce sahih olup olmadığına bakmaktır.
Eğer sahih ise zanni olmasına rağmen kabul edilir. Çünkü kaynağı
güvenilir olan ahad haber, her ne kadar kaynağı itibarı ile
kesinlik kazanmamış olsa da hüccet sayılır. Tespit/araştırma
ise onun Nebi (sav)’den çıktığına dair güveni ve sağlamlığını
bilmek içindir.
Şer’î
deliller iki türdür: Birincisi sadece nakle aittir, sadece
nassla ilglidir. Yani nassın lafızları bu lafızların mantukunun
ve mefhumunun delâlet ettiği hususla ilgilidir. İkincisi ise
yalnızca reyle ilgili delildir ki, o nassın anlaşılmasıyla yani
Şer’î illetle ilgilidir. Sadece nakil olanlar Kitap, Sünnet ve
İcma-ı Sahabe’dir ki, onlar anlaşılmaya ve incelemeye muhtaçtır.
Rey ise kıyastır. O da Şer’î nassın kendisine delalet ettiği
Şer’î illete muhtaçtır.
Şer’î
delil, Resulullah (sav) tarafından gelmiş olmadıkça Şer’î
delil sayılmaz. Bu delilin gelişi ya nassla olur ya da nass ona
delâlet eder ki o da aynı zamanda nassla bağlantılıdır. Böyle
olmadığında Şer’î delil sayılmaz.
Nass,
kesin olarak delildir. İster lafzı ve manasıyla vahiy ile inen
-ki o Kur'an’dır- tilavet olunan nass olsun, ister ise manası
vahiyle gelen ve Resulullah (sav)’in kendi sözüyle, fiiliyle
veya sükutu ile ifade ettiği -ki o Sünnettir- tilavet olunmayan
nass olsun fark etmez.
Nassın
delâlet ettiği hususa gelince; o şeyin delâleti aynı nassla
bağlantılı olduğundan -ki o İcma-ı Sahabe ve kıyastır- delil
sayılmaktadır.
İcma-ı
Sahabe ise; nasstan bir delilin varlığını ortaya koyuyor
olması, onun delaletini aynı nassla bağlantılı kılmaktadır.
Ayrıca Resulullah (sav) tarafından gelen nasslar da İcma-ı
Sahabe’nin hüccet sayılmasına delâlet etmektedir. Zira Kur'an
ve hadiste var olan nasslar açıkça sahabeleri övmekte ve onlara
uyulmasını dikkate almaktadır. Çünkü sahabe sözü ile, fiili
ile, sükutu ile Resulullah (sav)’i gördüler. Dolayısıyla
onların bu husustaki İcma’yı bir delili gördüklerine ve bu
delilin aralarında meşhur olduğuna, delilini rivayet etmeksizin hükümde
İcma ettiklerine delâlet eder. Bu nedenledir ki, İcma-ı Sahabe
Şer’î delil olarak itibar edilir. Sahabe’nin İcma’ı, delâlet
eden Şer’î nassın olması açısından ve nasstan bir delilin
varlığını açığa çıkarması açısından kendisine
dayanılan bir hüccettir. Zira Sahabe’nin İcma’ı aynı nassa
dönmektedir.
Kıyasın
delâleti de aynı nassa dönücüdür. Çünkü nass, bünyesinde
herhangi bir illeti içermekten veya içermemekten uzak değildir.
Eğer nassın bünyesinde bir illet varsa nerede bulunursa bulunsun
hüccet sayılır ve ona kıyas yapılır. Eğer nassın bünyesinde
illet yoksa kıyas kapsamına girmez. Ayrıca Resulullah (sav)’den
gelen nasslar da kıyasın hüccet sayıldığına delâlet
etmektedir. Zira Resulullah (sav) kıyası öğretmiş, ona yönlendirmiş
ve ikrar etmiştir. Buna binaen kıyas Şer’î delil sayılmıştır.
Kıyasın kendisi ile yapıldığı Şer’î illetin, nassın
kapsamında olmasından dolayı aynı nassa ait oluşu bakımından
ve Şer’î nassın kendisine delâlet etmiş olması bakımından kıyas
kendisine dayanılan bir hüccettir.
Şer’î
Delillerin Kesin Olmaları Gerekir.
Şer’î
deliller, Şer’î hükümlerin asıllarıdır. Şer’î deliller,
dinin asılları yani akideler (inançlar) gibidirler, aralarında
fark yoktur. Zira zanni değil katîdirler. Şeriatın
asıllarının tamamı, ister dinin asılları olsun isterse hükümlerin
asılları olsun -ki bunlar Şer’î delillerdir- mutlaka
katî/kesin olmalıdırlar, zanni olmaları caiz değildir. Çünkü
Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Hakkında
bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme...” (İsrâ 36)
“Onların
çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan
(ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz…” (Yunus 36)
Hükümlerin
asıllarının katî (kesin) olması gerektiği konusunda ulema
arasında ihtilaf yoktur. Şatibi adıyla meşhur Hafız Müçtehid
Ebu İshak İbrahim b. Musa el-Lahmi el-Gırnati, “el-Muvafakat”
isimli kitabında şöyle diyor:
“Dinde
fıkıh usulü zanni değil katidir. Buna delil fıkıh usulünün
Şer’î külliyata ait olmasıdır ki, o da katidir.” “Zannın
Şer’î külliyatla ilişkilendirilmesi caiz olsaydı, şeriatın
aslı ile ilişkilendirilmesi de caiz olurdu. Çünkü şeriatın
aslı külli olanın ilkidir. Bu nedenle de zanni olması caiz
değildir.” “Eğer zanniyi, usulü fıkıhta asıl kılmak caiz
olsaydı, usulü dinde de asıl kılmak caiz olurdu ki, bu ittifakla
böyle değildir. Aynı şekilde fıkıh usulünün şeriatın
aslına göre konumu dinin aslı gibidir.” “...Bazıları
dediler ki; şeriatın asıllarını zan ile ispata yer yoktur.
Çünkü o teşridir. Furuat dışındaki konularda zan ile kulluk
yapmayız.” “Asıl, her durumda kesinleşmiş olmalıdır. Zira
zanni olursa ihtilaf ihtimaline yol açar. Böylesi bir şey ise
dinde asıl kılınmaz.”
İmam
Cemaleddin Abdurrahim el-Esnevi, “Nihayet-i Essul” isimli
kitabında zanni delilin muteber olmaması bakımından delâleti hakkındaki anlatımında şöyle demektedir:
“Ahad
habere gelince, o batıldır. Çünkü ahaddır, rivayetleri her ne
kadar bir şey ifade etse de ancak zan ifade ederler. Şari’ ise,
ancak ameli konularda zanna cevaz vermiştir ki bunlar furuattır.
Dinin esaslarının kaideleri gibi “ilmi” konularda zanna izin
verilmemiştir. Fıkıh usulünün kaideleri de böyledir. “el-Burhan”
isimli kitabın şarihi el-Enbari de alimlerin tümünden böyle
nakletmiştir.”
Diğer
taraftan Kur'an ayetleri, asıllarda zannın nehyedilmesinde ve
zanna tabi olan kimseyi kınamakta sarihtirler. Bu ayetler, ister
usuluddin ister ise usulul ahkam (hükümlerin asılları) olsun,
şeriatın asıllarının mutlak olarak kesin olması gerektiği,
zanni olmalarının doğru olmadığı hususunda nasstırlar. Bunun
için fıkıh usulünde bu konudaki açık yasaktan dolayı
kesinlikle katî olmayan bir husus yoktur. Bilakis fıkıh usulünün
tamamı katidir.
Buna
göre Şer’î delilin hüccet sayılabilmesi için onun delil oluşuna
dair katî delil getirilmesi zorunludur. Bu konuda katî delil
getirilmeyen, Şer’î delil sayılmaz. Delilliği hususunda katî
delilin getirildiği deliller yalnızca dört tanedir. Onlar da Kitap,
Sünnet, İcma-ı Sahabe ve Şer’î nassın illetine
delâlet ettiği kıyastır. Bu dört tanesinin dışında
kalanlar Şer’î delil sayılmazlar. Çünkü onlar hakkında
kesin delil getirilmemiştir. Buna binaen Şer’î hükümlerin asılları
yani Şer’î deliller bu dört delil ile sınırlıdır, bunların
dışındakilere itibar edilmez.
FASIK
ve ZALİM
Kur’an-ı
Kerim’e inandıkları halde o günah işleyenler fasık ve
zalimlikle nitelendirilirler. Misal olarak Resulullah (sav) bir
kişiyi bir kavmin zekâtını toplamak için tayin etti. Bu kişinin
cahiliye döneminde kendi kavmi ile başka bir kavim arasında düşmanlık
vardı. Bu kişi o kavme gitti. Onlar zekâtlarını ona verdiler.
Fakat bu kişi Resulullah (sav)’e gelerek kavminin zekât vermek
istemediklerini söyledi. Resulullah (sav) de Halid b. Velid’in
liderliğinde bir ordu gönderdi. Halid oraya varınca hakikatı öğrendi.
Allah-u Tealâ, bu vakıa üzerine şu ayeti indirdi:
“Ey
iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse hemen ona güvenmeyin.
Araştırın, yoksa bilmeyerek bir kavmi eziyet getirirsiniz. O
zaman pişman olursunuz.” (Hucurat 6)
Resulullah
(sav), yalan söyleyen o kişiyi öldürmedi. Başka ifadeyle kâfir
saymadı.
“Yine
onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine
zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen
tövbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim
bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde,
bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rableri
tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde
ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı
ne güzeldir!” (Ali İmran 135-136)
Resulullah
(sav) şöyle buyurdu: “Kardeşin zalim olsun, mazlum olsun ona
yardım et.” Müslümanlar dediler ki; “Ey Resulullah,
kardeşimiz mazlum olunca ona nasıl yardım edeceğimizi anladık.
Fakat zalim olunca ona nasıl yardım edeceğiz?” Resulullah (sav)
dedi ki: “Onu zulmünden alıkoyun, ona yardım etmiş
olursunuz.”
Öte
yandan müfessirler:
“Kim
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, zalimlerin ta kendisidir.
... fasıkların ta kendisidir.” (Maide: 45-46)
ayetlerin tefsirini yaparken şöyle dediler: “Bilerek ve kasıtlı
olarak kim Allah’ın indirdikleriyle hüküm etmezse kâfir olur.”
(Es-Saddı, adlı müfessir bunu demiştir. İbni Kesir)
İbni
Abbas şöyle dedi: “Kim Allah’ın indirdiklerini red
ederse kâfir olur. Ve kim Allah’ın indirdiklerine inandığını
söyleyip de yapmazsa, zalim ve fasık olur.” (İbni
Kesir, ibni Cerir rivayet etti)
Bazıları;
“Filan yönetici, küfre bağlılığını göstermeye ve
uygulamaya mecbur ediliyor?” diyorlar. Diğer bir iddiaları
da; “Yöneticinin mecbur koşulması veya zorlanmasını”
öne sürmektedirler.
Bütün
bunlar yalandır. Çünkü kimse mecbur değildir, bu amellerinden
geri dönebilirler. Ve hiç bir kimse silah yoluyla bağlanmaya veya
uygulamaya mecbur kılınmıyor. Bu şahıslar, gönüllü olarak ve
can atarak ve bağlılık göstererek bunu uygulamak için son
gayretleri ile koşuyorlar. Bir kişiye “laiklik v.s.’ye
bağlılığını göstereceksin yoksa seni öldüreceğiz”
derlerse o an mazereti var demektir ve mecbur edildi denilir. Ammar
b. Yasir’in (ra) konusu gibi olur. Ammar (ra)’a ağır işkence
çektirdiler. Buna rağmen küfür kelimesini söylemedi. Sonra
babasını ve annesini gözü önünde öldürdüler. Kendisini bir
kuyuya atıp üzerine koyunun kapağını kapattılar. Böylece onu
ölüme terk ettiler ve dediler ki; “Eğer Muhammed’e sövmezsen
seni buradan çıkarmayız, ölünceye kadar bu kuyuda kalırsın.”
Bütün bunlardan sonra Ammar, küfür kelimesini söyledi ve
kuyudan çıkarttılar. Resulullah (sav)’e pişmanlığını gösterdi.
Resulullah (sav) ona sordu: “Kalbin nasıldı?” Ammar
ise; “imanla doluydu” dedi. Resulullah (sav) ona şöyle
dedi: “Eğer yine aynısını yaparlarsa aynı şeyi söyle.”
(Bunu Taberi rivayet etmiştir)
Bunun
üzerine Allah (cc) şu ayeti indirdi:
“Kim
iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse -kalbi iman ile dolu
olduğu halde (inkara) zorlanan başka- fakat kim kalbini kafirliğe
açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük
bir azap vardır.” (Nahl 106)
Alimler
buna “ıkrah-ı mülci” derler. Bir şahıs, bu şekilde
ölümle tehdit edilirse bu ruhsatı kullanabilir. Fakat sebatlık gösterirse
o daha efdaldır. Çünkü Resulullah (sav), yalancı peygamber olan
Müseyleme’ye iki kişi gönderdi. Müseyleme birine dedi ki; “Muhammed
hakkında ne diyorsun?” O Müslüman dedi ki: “O,
Resulullah’tır.” “Peki benim hakkımda ne diyorsun?”
Müslüman dedi ki; “Bir şey işitmiyorum.” Müseyleme
bunu öldürdü. ikinci Müslümana sordu: “Muhammed hakkında
ne diyorsun?” O da dedi ki; “O, Resulullah’tır.”
“Peki benim hakkımda ne diyorsun?” “Sen de
Resulullah’sın.” Müseyleme onu serbest bıraktı. Kurtulan
kişi, Resulullah (sav)’e gelip ona durumu anlatınca, Resulullah (sav)
ona şöyle dedi: “Sen ruhsatı kullandın. Fakat o Müslüman
senden daha üstündür. O şehitliği kazandı, onu kutluyorum.”
Türkiye’deki
yöneticiler; laikliğe, demokrasiye, cumhuriyet sistemine, Atatürk
ilkelerine ve anayasaya bile bile, zorlanmadan ve koşarak
bağlılıklarını gösteriyorlar. Halbuki buna hiç bir kimse
zorlanmıyor. şu andaki yönetici olan şahıs da normal bir kimse
gibi olabilir, evinde oturabilir ve başka memlekete hicret
edebilir. Çünkü bir kişi İslâm’ı kendi üzerine uygulayamıyorsa,
oradan hicret ona farzdır.
BİAT
Bey’at
tüm Müslümanlara farzdır. Erkek olsun kadın olsun her Müslümanın
hakkıdır. Bey’at konusundaki bir çok hadis bu farziyete delalet
etmektedir.
"Kim
boynunda bey’at olmadan ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş
olur” (Müslim 3441) hadisi de bunlardan biridir.
Bey’atın
içeriğine bakıldığında onun tüm Müslümanlara ait bir hak
olduğu görülür. Zira Halife Müslümanlara değil, Müslümanlar
Halife’ye bey’at etmek durumundadırlar. Nitekim sahih
hadislerle Müslümanların Resulullah (sav)'e bey’at ettikleri
sabit olmuştur. Ubade b. es-Samit'ten gelen bir rivayette şöyle
denilmektedir:
"Biz
Resulullah (sav)'e zorda ve kolayda işitmek ve itaat etmek üzere
emir sahipleri ile çekişmeyeceğimize, her nerede bulunursak
bulunalım muhakkak hakkı yerine getireceğimize ve Allah yolunda
hiç kimsenin kınamasından ve zemminden korkmayacağımıza dair
bey’at ettik.” (Buhari)
Yine
Buhari'nin Eyyüb'dan, onun da Hafsa'dan yaptığı rivayette Ümmü
Atiyye şöyle demektedir:
"Biz
Resulullah (sav)e' bey’at ettik ve o bana "Allah'a hiç bir
şeyi ortak koşmasınlar" ayetini okudu. Bizi ölünün arkasından
bağırıp çağırmaktan nehyettiğinde bizden bir kadın elini
geri çekti ve dedi ki; Falanca kadının bana iyiliği dokunmuştu
ben ona yas tutarak onu ödüllendirmek istiyorum. Resulullah bir
şey demedi. Kadın gitti ve geri döndü.” (Buhari)
Ebu
Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste Resulullah (sav) şöyle
buyurmuştur:
"Üç
kişi vardır ki Kıyamet Gününde Allah onlarla konuşmayacak ve
onları temize de çıkarmayacaktır. Onlar için elim bir azap vardır.
Bunlardan birincisi, yol kenarında yeterli suyu bulup ta o sudan
yolcuları faydalandırmayan kimse. İkincisi sırf dünya çıkarı
için bir imama bey’at edip eğer imam kendisine istediklerini
verirse bey’atına vefa gösterip istediğini elde edemezse bey’
atından dönen kimse. Üçüncüsü ise ikindi namazından sonra
birisine bir mal satıp da Allah adına yemin ederek -kendisine o
fiyat verilmediği halde- mala şu kadar fiyat verildiğini söyleyip
Allah adına yemin eden ve karşısındakini kandıran kimse.”
(Buhari 6672)
Abdullah
b. Ömer (ra)'dan: "Biz Resulullah (sav)'e işitmek ve itaat
etmek üzere bey’at ettiğimizde; 'gücünüz yettiği kadar'
kaydını ilave buyurdular.” (Buhari, Müslim)
Cerir
b. Abdullah'tan: "Resul (sav)'e işitmek ve itaat etmek
üzere bey’at ettim ve bana 'Gücün yettiği kadar' demeyi ve
her Müslümana samimi şekilde nasihat etmeyi öğretti.”
(Buhari)
Cünade
b. Ebi Ümeyye'den rivayetle dedi ki: "Ubade b. es-Samit
hastalanınca yanına gittik ve ona dedik ki: Allah sana afiyet
versin. Bize; Nebî (sav)'den işittiğin ve Allah'ın sana faydalı
kıldığı bir hadisi anlat. O da dedi ki; "Nebî (sav) (Akabe
gecesi) bizi (Ensarı) bey’at için davet etmişti. Biz de bey’at
ettik. Bizden beyat alırken söylediği sözler arasında şunlar
vardı: Hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, zor ve kolay günlerimizde
ve başkalarının bize tercih edilmesi halinde bile dinleyip itaat
etmek, Allah'tan kesin bir delilin bulunduğu apaçık bir küfür
hali görmedikçe emir sahipleri ile çekişmemek üzere bey’at
ettik.” (Buhari, Müslim)
Tüm
bu delillerde de görüldüğü üzere bey’at Halife’ye
Müslümanlarca yapılır ve Müslümanların doğal bir hakkıdır.
Zira Müslümanların bey’atı ile Halife için Hilâfet akdi
gerçekleşmiş olur.
Bey’at
elle tokalaşarak olabileceği gibi yazıyla da olabilir. Nitekim
Abdullah b. Dinar şöyle söylemiştir: "İnsanlar Abdülmelik'in
Halife olmasına razı olduklarında İbn Ömer'in mektubunda şöyle
yazdığını gördüm: Ben Emiru'l mü'minin Abdullah Abdulmelik'e
Allah'ın ve Rasulullah'ın Sünneti üzere gücüm yettiğince sözünü
dinleyip itaat etmeyi kabul ediyorum.” (Buhari, Kitabu'l Ahkâm
C.8; S.122 Bab;43)
Bey’atın
herhangi bir yolla yapılması sahihtir. Bey’atın şartlarından
birisi de bey’at edenin baliğ olmasıdır. Çocuğun bey’atı
sahih değildir. Nitekim "Ebu Ukayl Zühre b. Ma'bed,
Resulullah (sav) zamanında henüz bir çocuk olan dedesi
Abdullah b. Hişam'dan şu olayı aktarır: Abdullah b. Hişam,
Annesi, Zeyneb bint Humeyr ile Resulullah (sav)'e gider ve şöyle
der: Ey Allah'ın Rasulü onun (Abdullah b. Hişam'ın) bey’atını
al. Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle dedi: "O
küçüktür. Yüzünü okşadı ve ona dua etti...”
(Buhari, 2320, 6670; Ahmed b. Hanbel, 17354)
Bey’at
esnasında kullanılacak sözlere gelince; Bey’atın belirli sözlerle
yapılacağı yolunda bir sınırlama yoktur. Halife açısından
fiillerinin Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünneti üzerine
olacağını, bey’at verenler açısından ise zorda ve kolayda,
neşeli ve sıkıntılı zamanlarda itaatte olacağını ihtiva
etmelidir. Hilâfet akdi gerçekleştikten sonra bey’at Müslümanların
boynunda bir emanet olur. Bey’at gerçekleştikten sonra Hilâfet
akdi tamamlandığından bey’at edenlerin bey’atlarından vazgeçmeleri
helal olmaz. Hilâfet sözleşmesinin yapılması açısından bey’at
verinceye kadar bey’at edecek olan kişi için bir haktır. Bey’at
ettiğinde bey’atında sebat etmesini gerekli kılar. Bey’atından
dönmesi caiz değildir. Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte; bedevinin biri Resulullah (sav)'e verdiği bey’atından
vazgeçmek istediğinde Resulullah (sav) ondan yüzünü çevirip
isteğini kabul etmedi, adam sonra tekrar geldi ve: "Benim
bey’atımı iade et” dedi. Ancak Allah'ın Resulü yine
kabul etmedi. Adam da çıkıp gitti. Bunun üzerine Resulullah (sav)
şöyle dedi:
"Medine
körük gibidir. Pisliklerini fırlatıp atar, temiz ve iyileri daha
da parıldar.” (Buhari, 6669, 6671, 6676, 6777; Malik, 13)
Nafi'den
rivayet edildiğine göre: "Ömer bana dedi ki; Resul (sav)'i
şunu derken işittim:
"Kim
Allah'a itaatten elini çekerse, Kıyamet Gününde kendi lehine bir
huccet bulunmadığı halde Allah'ın huzuruna çıkar.” (Müslim,
3441)
Halifeye
verilen bey’atı bozmak Allah'a itaatten el çekmek anlamına
gelir. Edilen bey’at ister in'ikad bey’atı olsun isterse
itaat bey’atı olsun fark etmez. Ancak bir Halife’ye başlangıçta
bey’at edilir de in'ikad bey’atı gerçekleşmezse bu durumda,
Müslümanların topluca da olsa bey’at edilen bu kişiyi kabul
etmediklerine itibar edilerek bey’at etmiş olanların bey’atlarından
kurtulmaları söz konusu olabilir. Zira yukarıda geçen hadiste,
in'ikad bey’atı yapılmış olan Halife’ye bey’attan geri dönmek
yasaklanmaktadır. Hilâfet için in'ikad bey’atı henüz
tamamlanmamış bir kişiye yapılan bey’at kastedilmemektedir.
|