Ana Sayfa YIL 15  SAYI 169-170-171  ZİLKADE/ZİLHİCCE/MUHARREM 1425 / 2004 E-Mail

Fikirlerden Bir Demet

Derleyen: İslam A.

Hizb-ut TAHRİR

ŞER’Î DELİLLER

Delil; sözlükte yol gösteren anlamına gelir. Delil kelimesi bazen içinde delâlet ve irşadı bulunduran şey hakkında kullanılır ki, fakihlerin tarifinde delil olarak isimlendirilen şey de budur. Usul alimleri delili şöyle tarif etmişlerdir: “Kendisine sahih olarak bakmakla haberle talep edileni bilmeye ulaşmayı mümkün kılan şeydir.” Bir başka ifade ile delil; hakkında araştırma yapılanın bir Şer’î hüküm olduğuna dair hüccet olarak alınandır.

Her Şer’î delil, hükme ya kati olarak ya da zanni olarak delâlet eder. Kur'an ve mütevatir hadis gibi katî bir delille katî olarak delâlet ediyorsa delâleti katî olur ve dikkate alınmasında şüphe olunmaz. Kur'an ve mütevatir hadis gibi aslı katî delil olup delâleti zanni ise yine muteberdir. Eğer delilin aslı haberi ahad gibi zanni ise tespit edilmesi gerekir. Sözün doğrudan kabul edilmesi doğru olmaz. Haberin tespitinden kasıt, hükme delil olarak kabul edilmeden önce sahih olup olmadığına bakmaktır. Eğer sahih ise zanni olmasına rağmen kabul edilir. Çünkü kaynağı güvenilir olan ahad haber, her ne kadar kaynağı itibarı ile kesinlik kazanmamış olsa da hüccet sayılır. Tespit/araştırma ise onun Nebi (sav)’den çıktığına dair güveni ve sağlamlığını bilmek içindir.

Şer’î deliller iki türdür: Birincisi sadece nakle aittir, sadece nassla ilglidir. Yani nassın lafızları bu lafızların mantukunun ve mefhumunun delâlet ettiği hususla ilgilidir. İkincisi ise yalnızca reyle ilgili delildir ki, o nassın anlaşılmasıyla yani Şer’î illetle ilgilidir. Sadece nakil olanlar Kitap, Sünnet ve İcma-ı Sahabe’dir ki, onlar anlaşılmaya ve incelemeye muhtaçtır. Rey ise kıyastır. O da Şer’î nassın kendisine delalet ettiği Şer’î illete muhtaçtır.

Şer’î delil, Resulullah (sav) tarafından gelmiş olmadıkça Şer’î delil sayılmaz. Bu delilin gelişi ya nassla olur ya da nass ona delâlet eder ki o da aynı zamanda nassla bağlantılıdır. Böyle olmadığında Şer’î delil sayılmaz.

Nass, kesin olarak delildir. İster lafzı ve manasıyla vahiy ile inen -ki o Kur'an’dır- tilavet olunan nass olsun, ister ise manası vahiyle gelen ve Resulullah (sav)’in kendi sözüyle, fiiliyle veya sükutu ile ifade ettiği -ki o Sünnettir- tilavet olunmayan nass olsun fark etmez.

Nassın delâlet ettiği hususa gelince; o şeyin delâleti aynı nassla bağlantılı olduğundan -ki o İcma-ı Sahabe ve kıyastır- delil sayılmaktadır.

İcma-ı Sahabe ise; nasstan bir delilin varlığını ortaya koyuyor olması, onun delaletini aynı nassla bağlantılı kılmaktadır. Ayrıca Resulullah (sav) tarafından gelen nasslar da İcma-ı Sahabe’nin hüccet sayılmasına delâlet etmektedir. Zira Kur'an ve hadiste var olan nasslar açıkça sahabeleri övmekte ve onlara uyulmasını dikkate almaktadır. Çünkü sahabe sözü ile, fiili ile, sükutu ile Resulullah (sav)’i gördüler. Dolayısıyla onların bu husustaki İcma’yı bir delili gördüklerine ve bu delilin aralarında meşhur olduğuna, delilini rivayet etmeksizin hükümde İcma ettiklerine delâlet eder. Bu nedenledir ki, İcma-ı Sahabe Şer’î delil olarak itibar edilir. Sahabe’nin İcma’ı, delâlet eden Şer’î nassın olması açısından ve nasstan bir delilin varlığını açığa çıkarması açısından kendisine dayanılan bir hüccettir. Zira Sahabe’nin İcma’ı aynı nassa dönmektedir.

Kıyasın delâleti de aynı nassa dönücüdür. Çünkü nass, bünyesinde herhangi bir illeti içermekten veya içermemekten uzak değildir. Eğer nassın bünyesinde bir illet varsa nerede bulunursa bulunsun hüccet sayılır ve ona kıyas yapılır. Eğer nassın bünyesinde illet yoksa kıyas kapsamına girmez. Ayrıca Resulullah (sav)’den gelen nasslar da kıyasın hüccet sayıldığına delâlet etmektedir. Zira Resulullah (sav) kıyası öğretmiş, ona yönlendirmiş ve ikrar etmiştir. Buna binaen kıyas Şer’î delil sayılmıştır. Kıyasın kendisi ile yapıldığı Şer’î illetin, nassın kapsamında olmasından dolayı aynı nassa ait oluşu bakımından ve Şer’î nassın kendisine delâlet etmiş olması bakımından kıyas kendisine dayanılan bir hüccettir.

Şer’î Delillerin Kesin Olmaları Gerekir.

Şer’î deliller, Şer’î hükümlerin asıllarıdır. Şer’î deliller, dinin asılları yani akideler (inançlar) gibidirler, aralarında fark yoktur. Zira zanni değil katîdirler. Şeriatın asıllarının tamamı, ister dinin asılları olsun isterse hükümlerin asılları olsun -ki bunlar Şer’î delillerdir- mutlaka katî/kesin olmalıdırlar, zanni olmaları caiz değildir. Çünkü Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme...” (İsrâ 36)

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz…” (Yunus 36)

Hükümlerin asıllarının katî (kesin) olması gerektiği konusunda ulema arasında ihtilaf yoktur. Şatibi adıyla meşhur Hafız Müçtehid Ebu İshak İbrahim b. Musa el-Lahmi el-Gırnati, “el-Muvafakat” isimli kitabında şöyle diyor:

“Dinde fıkıh usulü zanni değil katidir. Buna delil fıkıh usulünün Şer’î külliyata ait olmasıdır ki, o da katidir.” “Zannın Şer’î külliyatla ilişkilendirilmesi caiz olsaydı, şeriatın aslı ile ilişkilendirilmesi de caiz olurdu. Çünkü şeriatın aslı külli olanın ilkidir. Bu nedenle de zanni olması caiz değildir.” “Eğer zanniyi, usulü fıkıhta asıl kılmak caiz olsaydı, usulü dinde de asıl kılmak caiz olurdu ki, bu ittifakla böyle değildir. Aynı şekilde fıkıh usulünün şeriatın aslına göre konumu dinin aslı gibidir.” “...Bazıları dediler ki; şeriatın asıllarını zan ile ispata yer yoktur. Çünkü o teşridir. Furuat dışındaki konularda zan ile kulluk yapmayız.” “Asıl, her durumda kesinleşmiş olmalıdır. Zira zanni olursa ihtilaf ihtimaline yol açar. Böylesi bir şey ise dinde asıl kılınmaz.”

İmam Cemaleddin Abdurrahim el-Esnevi, “Nihayet-i Essul” isimli kitabında zanni delilin muteber olmaması bakımından delâleti hakkındaki anlatımında şöyle demektedir:

“Ahad habere gelince, o batıldır. Çünkü ahaddır, rivayetleri her ne kadar bir şey ifade etse de ancak zan ifade ederler. Şari’ ise, ancak ameli konularda zanna cevaz vermiştir ki bunlar furuattır. Dinin esaslarının kaideleri gibi “ilmi” konularda zanna izin verilmemiştir. Fıkıh usulünün kaideleri de böyledir. “el-Burhan” isimli kitabın şarihi el-Enbari de alimlerin tümünden böyle nakletmiştir.”

Diğer taraftan Kur'an ayetleri, asıllarda zannın nehyedilmesinde ve zanna tabi olan kimseyi kınamakta sarihtirler. Bu ayetler, ister usuluddin ister ise usulul ahkam (hükümlerin asılları) olsun, şeriatın asıllarının mutlak olarak kesin olması gerektiği, zanni olmalarının doğru olmadığı hususunda nasstırlar. Bunun için fıkıh usulünde bu konudaki açık yasaktan dolayı kesinlikle katî olmayan bir husus yoktur. Bilakis fıkıh usulünün tamamı katidir.

Buna göre Şer’î delilin hüccet sayılabilmesi için onun delil oluşuna dair katî delil getirilmesi zorunludur. Bu konuda katî delil getirilmeyen, Şer’î delil sayılmaz. Delilliği hususunda katî delilin getirildiği deliller yalnızca dört tanedir. Onlar da Kitap, Sünnet, İcma-ı Sahabe ve Şer’î nassın illetine delâlet ettiği kıyastır. Bu dört tanesinin dışında kalanlar Şer’î delil sayılmazlar. Çünkü onlar hakkında kesin delil getirilmemiştir. Buna binaen Şer’î hükümlerin asılları yani Şer’î deliller bu dört delil ile sınırlıdır, bunların dışındakilere itibar edilmez.

 

FASIK ve ZALİM

Kur’an-ı Kerim’e inandıkları halde o günah işleyenler fasık ve zalimlikle nitelendirilirler. Misal olarak Resulullah (sav) bir kişiyi bir kavmin zekâtını toplamak için tayin etti. Bu kişinin cahiliye döneminde kendi kavmi ile başka bir kavim arasında düşmanlık vardı. Bu kişi o kavme gitti. Onlar zekâtlarını ona verdiler. Fakat bu kişi Resulullah (sav)’e gelerek kavminin zekât vermek istemediklerini söyledi. Resulullah (sav) de Halid b. Velid’in liderliğinde bir ordu gönderdi. Halid oraya varınca hakikatı öğrendi. Allah-u Tealâ, bu vakıa üzerine şu ayeti indirdi:

“Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse hemen ona güvenmeyin. Araştırın, yoksa bilmeyerek bir kavmi eziyet getirirsiniz. O zaman pişman olursunuz.” (Hucurat 6)

Resulullah (sav), yalan söyleyen o kişiyi öldürmedi. Başka ifadeyle kâfir saymadı.

“Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!” (Ali İmran 135-136)

Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kardeşin zalim olsun, mazlum olsun ona yardım et.” Müslümanlar dediler ki; “Ey Resulullah, kardeşimiz mazlum olunca ona nasıl yardım edeceğimizi anladık. Fakat zalim olunca ona nasıl yardım edeceğiz?” Resulullah (sav) dedi ki: “Onu zulmünden alıkoyun, ona yardım etmiş olursunuz.”

Öte yandan müfessirler:

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, zalimlerin ta kendisidir. ... fasıkların ta kendisidir.” (Maide: 45-46) ayetlerin tefsirini yaparken şöyle dediler: “Bilerek ve kasıtlı olarak kim Allah’ın indirdikleriyle hüküm etmezse kâfir olur.” (Es-Saddı, adlı müfessir bunu demiştir. İbni Kesir)

İbni Abbas şöyle dedi: “Kim Allah’ın indirdiklerini red ederse kâfir olur. Ve kim Allah’ın indirdiklerine inandığını söyleyip de yapmazsa, zalim ve fasık olur.” (İbni Kesir, ibni Cerir rivayet etti)

Bazıları; “Filan yönetici, küfre bağlılığını göstermeye ve uygulamaya mecbur ediliyor?” diyorlar. Diğer bir iddiaları da; “Yöneticinin mecbur koşulması veya zorlanmasını” öne sürmektedirler.

Bütün bunlar yalandır. Çünkü kimse mecbur değildir, bu amellerinden geri dönebilirler. Ve hiç bir kimse silah yoluyla bağlanmaya veya uygulamaya mecbur kılınmıyor. Bu şahıslar, gönüllü olarak ve can atarak ve bağlılık göstererek bunu uygulamak için son gayretleri ile koşuyorlar. Bir kişiye “laiklik v.s.’ye bağlılığını göstereceksin yoksa seni öldüreceğiz” derlerse o an mazereti var demektir ve mecbur edildi denilir. Ammar b. Yasir’in (ra) konusu gibi olur. Ammar (ra)’a ağır işkence çektirdiler. Buna rağmen küfür kelimesini söylemedi. Sonra babasını ve annesini gözü önünde öldürdüler. Kendisini bir kuyuya atıp üzerine koyunun kapağını kapattılar. Böylece onu ölüme terk ettiler ve dediler ki; “Eğer Muhammed’e sövmezsen seni buradan çıkarmayız, ölünceye kadar bu kuyuda kalırsın.” Bütün bunlardan sonra Ammar, küfür kelimesini söyledi ve kuyudan çıkarttılar. Resulullah (sav)’e pişmanlığını gösterdi. Resulullah (sav) ona sordu: “Kalbin nasıldı?” Ammar ise; “imanla doluydu” dedi. Resulullah (sav) ona şöyle dedi: “Eğer yine aynısını yaparlarsa aynı şeyi söyle.” (Bunu Taberi rivayet etmiştir)

Bunun üzerine Allah (cc) şu ayeti indirdi:

“Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka- fakat kim kalbini kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl 106)

Alimler buna “ıkrah-ı mülci” derler. Bir şahıs, bu şekilde ölümle tehdit edilirse bu ruhsatı kullanabilir. Fakat sebatlık gösterirse o daha efdaldır. Çünkü Resulullah (sav), yalancı peygamber olan Müseyleme’ye iki kişi gönderdi. Müseyleme birine dedi ki; “Muhammed hakkında ne diyorsun?” O Müslüman dedi ki: “O, Resulullah’tır.” “Peki benim hakkımda ne diyorsun?” Müslüman dedi ki; “Bir şey işitmiyorum.” Müseyleme bunu öldürdü. ikinci Müslümana sordu: “Muhammed hakkında ne diyorsun?” O da dedi ki; “O, Resulullah’tır.” “Peki benim hakkımda ne diyorsun?” “Sen de Resulullah’sın.” Müseyleme onu serbest bıraktı. Kurtulan kişi, Resulullah (sav)’e gelip ona durumu anlatınca, Resulullah (sav) ona şöyle dedi: “Sen ruhsatı kullandın. Fakat o Müslüman senden daha üstündür. O şehitliği kazandı, onu kutluyorum.

Türkiye’deki yöneticiler; laikliğe, demokrasiye, cumhuriyet sistemine, Atatürk ilkelerine ve anayasaya bile bile, zorlanmadan ve koşarak bağlılıklarını gösteriyorlar. Halbuki buna hiç bir kimse zorlanmıyor. şu andaki yönetici olan şahıs da normal bir kimse gibi olabilir, evinde oturabilir ve başka memlekete hicret edebilir. Çünkü bir kişi İslâm’ı kendi üzerine uygulayamıyorsa, oradan hicret ona farzdır.

 

BİAT

Bey’at tüm Müslümanlara farzdır. Erkek olsun kadın olsun her Müslümanın hakkıdır. Bey’at konusundaki bir çok hadis bu farziyete delalet etmektedir.

"Kim boynunda bey’at olmadan ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur” (Müslim 3441) hadisi de bunlardan biridir.

Bey’atın içeriğine bakıldığında onun tüm Müslümanlara ait bir hak olduğu görülür. Zira Halife Müslümanlara değil, Müslümanlar Halife’ye bey’at etmek durumundadırlar. Nitekim sahih hadislerle Müslümanların Resulullah (sav)'e bey’at ettikleri sabit olmuştur. Ubade b. es-Samit'ten gelen bir rivayette şöyle denilmektedir:

"Biz Resulullah (sav)'e zorda ve kolayda işitmek ve itaat etmek üzere emir sahipleri ile çekişmeyeceğimize, her nerede bulunursak bulunalım muhakkak hakkı yerine getireceğimize ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından ve zemminden korkmayacağımıza dair bey’at ettik.” (Buhari)

Yine Buhari'nin Eyyüb'dan, onun da Hafsa'dan yaptığı rivayette Ümmü Atiyye şöyle demektedir:

"Biz Resulullah (sav)e' bey’at ettik ve o bana "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmasınlar" ayetini okudu. Bizi ölünün arkasından bağırıp çağırmaktan nehyettiğinde bizden bir kadın elini geri çekti ve dedi ki; Falanca kadının bana iyiliği dokunmuştu ben ona yas tutarak onu ödüllendirmek istiyorum. Resulullah bir şey demedi. Kadın gitti ve geri döndü.” (Buhari)

Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişi vardır ki Kıyamet Gününde Allah onlarla konuşmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. Onlar için elim bir azap vardır. Bunlardan birincisi, yol kenarında yeterli suyu bulup ta o sudan yolcuları faydalandırmayan kimse. İkincisi sırf dünya çıkarı için bir imama bey’at edip eğer imam kendisine istediklerini verirse bey’atına vefa gösterip istediğini elde edemezse bey’ atından dönen kimse. Üçüncüsü ise ikindi namazından sonra birisine bir mal satıp da Allah adına yemin ederek -kendisine o fiyat verilmediği halde- mala şu kadar fiyat verildiğini söyleyip Allah adına yemin eden ve karşısındakini kandıran kimse.” (Buhari 6672)

Abdullah b. Ömer (ra)'dan: "Biz Resulullah (sav)'e işitmek ve itaat etmek üzere bey’at ettiğimizde; 'gücünüz yettiği kadar' kaydını ilave buyurdular.” (Buhari, Müslim)

Cerir b. Abdullah'tan: "Resul (sav)'e işitmek ve itaat etmek üzere bey’at ettim ve bana 'Gücün yettiği kadar' demeyi ve her Müslümana samimi şekilde nasihat etmeyi öğretti.” (Buhari)

Cünade b. Ebi Ümeyye'den rivayetle dedi ki: "Ubade b. es-Samit hastalanınca yanına gittik ve ona dedik ki: Allah sana afiyet versin. Bize; Nebî (sav)'den işittiğin ve Allah'ın sana faydalı kıldığı bir hadisi anlat. O da dedi ki; "Nebî (sav) (Akabe gecesi) bizi (Ensarı) bey’at için davet etmişti. Biz de bey’at ettik. Bizden beyat alırken söylediği sözler arasında şunlar vardı: Hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, zor ve kolay günlerimizde ve başkalarının bize tercih edilmesi halinde bile dinleyip itaat etmek, Allah'tan kesin bir delilin bulunduğu apaçık bir küfür hali görmedikçe emir sahipleri ile çekişmemek üzere bey’at ettik.” (Buhari, Müslim)

Tüm bu delillerde de görüldüğü üzere bey’at Halife’ye Müslümanlarca yapılır ve Müslümanların doğal bir hakkıdır. Zira Müslümanların bey’atı ile Halife için Hilâfet akdi gerçekleşmiş olur.

Bey’at elle tokalaşarak olabileceği gibi yazıyla da olabilir. Nitekim Abdullah b. Dinar şöyle söylemiştir: "İnsanlar Abdülmelik'in Halife olmasına razı olduklarında İbn Ömer'in mektubunda şöyle yazdığını gördüm: Ben Emiru'l mü'minin Abdullah Abdulmelik'e Allah'ın ve Rasulullah'ın Sünneti üzere gücüm yettiğince sözünü dinleyip itaat etmeyi kabul ediyorum.” (Buhari, Kitabu'l Ahkâm C.8; S.122 Bab;43)

Bey’atın herhangi bir yolla yapılması sahihtir. Bey’atın şartlarından birisi de bey’at edenin baliğ olmasıdır. Çocuğun bey’atı sahih değildir. Nitekim "Ebu Ukayl Zühre b. Ma'bed, Resulullah (sav) zamanında henüz bir çocuk olan dedesi Abdullah b. Hişam'dan şu olayı aktarır: Abdullah b. Hişam, Annesi, Zeyneb bint Humeyr ile Resulullah (sav)'e gider ve şöyle der: Ey Allah'ın Rasulü onun (Abdullah b. Hişam'ın) bey’atını al. Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle dedi: "O küçüktür. Yüzünü okşadı ve ona dua etti...” (Buhari, 2320, 6670; Ahmed b. Hanbel, 17354)

Bey’at esnasında kullanılacak sözlere gelince; Bey’atın belirli sözlerle yapılacağı yolunda bir sınırlama yoktur. Halife açısından fiillerinin Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünneti üzerine olacağını, bey’at verenler açısından ise zorda ve kolayda, neşeli ve sıkıntılı zamanlarda itaatte olacağını ihtiva etmelidir. Hilâfet akdi gerçekleştikten sonra bey’at Müslümanların boynunda bir emanet olur. Bey’at gerçekleştikten sonra Hilâfet akdi tamamlandığından bey’at edenlerin bey’atlarından vazgeçmeleri helal olmaz. Hilâfet sözleşmesinin yapılması açısından bey’at verinceye kadar bey’at edecek olan kişi için bir haktır. Bey’at ettiğinde bey’atında sebat etmesini gerekli kılar. Bey’atından dönmesi caiz değildir. Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte; bedevinin biri Resulullah (sav)'e verdiği bey’atından vazgeçmek istediğinde Resulullah (sav) ondan yüzünü çevirip isteğini kabul etmedi, adam sonra tekrar geldi ve: "Benim bey’atımı iade et” dedi. Ancak Allah'ın Resulü yine kabul etmedi. Adam da çıkıp gitti. Bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle dedi:

"Medine körük gibidir. Pisliklerini fırlatıp atar, temiz ve iyileri daha da parıldar.” (Buhari, 6669, 6671, 6676, 6777; Malik, 13)

Nafi'den rivayet edildiğine göre: "Ömer bana dedi ki; Resul (sav)'i şunu derken işittim:

"Kim Allah'a itaatten elini çekerse, Kıyamet Gününde kendi lehine bir huccet bulunmadığı halde Allah'ın huzuruna çıkar.” (Müslim, 3441)

Halifeye verilen bey’atı bozmak Allah'a itaatten el çekmek anlamına gelir. Edilen bey’at ister in'ikad bey’atı olsun isterse itaat bey’atı olsun fark etmez. Ancak bir Halife’ye başlangıçta bey’at edilir de in'ikad bey’atı gerçekleşmezse bu durumda, Müslümanların topluca da olsa bey’at edilen bu kişiyi kabul etmediklerine itibar edilerek bey’at etmiş olanların bey’atlarından kurtulmaları söz konusu olabilir. Zira yukarıda geçen hadiste, in'ikad bey’atı yapılmış olan Halife’ye bey’attan geri dönmek yasaklanmaktadır. Hilâfet için in'ikad bey’atı henüz tamamlanmamış bir kişiye yapılan bey’at kastedilmemektedir.

YIL 15  SAYI 169-170-171  ZİLKADE/ZİLHİCCE/MUHARREM 1425 / 2004

Yukarı