Ana Sayfa YIL 15  SAYI 172-173   SAFER/REBİULEVVEL 1425   NİSAN/MAYIS 2004 E-Mail

GLOBALİZM

[1. BÖLÜM]

Muhammed G.

Kavram olarak “global” (küresel) sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse bile, “globalization” (küreselleşme), oldukça yenidir. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan globalleşme kavramı, 1980’lerde ise sıkça kullanılmaya başlanmıştır. 1990’lara gelindiğinde de, bilim adamlarının önemini kabul ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiştir 1990’lı yılların başlarında ortaya atılan globalizm (küreselleşme) kelimesi günümüzde de sık sık kullanılmaktadır. Bu konu üzerine dünyada çeşitli şekillerde (konferanslar, tartışmalar ve protestolar yapılarak) çalışmalar sürdürülmektedir.

Günümüzde globalleşme konusunda çok geniş bir literatür oluşmuştur; ancak sosyal bilimlerin (toplum olaylarının incelendiği) bir çok alanında görüldüğü şekilde, globalleşmeye ilişkin birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bir diğer ifade ile globalleşme konusunda, gerek teorisyenler, gerekse uygulamacılar arasında uzlaşmadan bahsetmek mümkün değildir. Yayınlanan gazetelerin ticaret ve finans sayfalarında, dergilerde sürekli olarak globalizmle (küreselleşme) ile alakalı konular yayınlanmakta ve açıklamalarda bulunulmaktadır. Sürekli olarak dünyanın belli merkezlerinde yüksek düzeyde katılımlarla propagandası yapılmaktadır. Katar Doha’da, Meksika Cancun’da ve Dubai’de İsvicre Davos`da İMF ve Dünya Bankası gibi ekonomi kuruluşlarının katılımıyla yapılan çalışmalar gibi. Ulusal hükümetler üzerindeki otoritesi ile Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ/WTO), bir çok devletten daha fazla olan ekonomik gücüyle çok uluslu şirketler, küresel gönüllü kuruluşlar (NGOs) ve ulusal sınırları aşan diğer gruplar ortaya çıkmıştır. Bu ve buna benzer çalışmalarda süper güçler tarafından, global devlet ekonomisini tartışmak üzere, toplantılar düzenlenmektedir.

Globalizm anlayışının ortaya çıkarılışı ve vakıaya hakim olma amacının ne olduğunun yanında Hilafet devleti döneminde bu çıkışın ne tür sorunlara yol açabileceğini açıklamak gerekmektedir.

Konuya girmeden önce önemle belirtmemiz gerekir ki; Ümmet içerisinde bazı Müslümanlar Hilafet Devletinin Müslümanlar için tek doğru yol olduğu gerçeğinde tereddüt etmemektedirler. Fakat aynı zamanda karışık, global ekonomi düzeninin öne çıkarıldığı, günümüz dünyasına Hilafet’in ayak uydurmasının çok zor olacağı kanısındalar. Yine bu konu bazı Müslümanların İslam’ı çözüm olarak görmeleri ile birlikte globalizm sürecinde İslam’ın nasıl hayatta kalacağı hususunda tedirgin olmalarıyla alakalıdır. Bu yüzden önce globalizmi incelememiz ve akabinde Hilafet Devletinin globalizmin hakim olduğu bir dünyada hayatta kalabilecek imkanlara sahip olup-olmadığını açıklamamız gerekmektedir.

Globalizm nedir?

Belirttiğimiz gibi, “globalizm” kelimesi bu asırda akademisyenler ve fikir adamları tarafından sıkça kullanılmakta ve övülmektedir. Kelimenin sıkça kullanılmasına rağmen, çok küçük bir kesim globalizmi içine yerleştirecekleri homojen (bağdaşık) bir çerçeveye ulaşabilmişlerdir. Mesela; 2002 yıllında globalizmi tartışan yaklaşık 1000 gazete, yazı ve kitap yayınlanmıştır. Bunun dünya kamuoyunda önemli etkileri olmuştur. Bu yoğun çalışmalar ve etkinliklere rağmen globalizmin gerçekten ne olduğu hususunda ortak bir fikir birliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bu konuda ortak görüşün doğmaması globalizmin geniş ve esnek bir anlamı olduğuna işaret etmektedir. Çelişkili yaklaşımların ve ifade tarzlarının olması şu gerçeği ortaya koymaktadır ki o da; globalizmi herkes kendi çıkarlarına göre yorumlamasıdır. Liberal ekonomistlerin, sosyalistlerin ve hatta çevrecilerin globalizm kelimesini, kendi siyasi çıkarları ve kriterleri (kıstasları) ölçüsünde tanımladıklarını görmekteyiz.

Bu sayfaları Joseph Stiglitz, Anthony Giddens, Paul Krugman ve Gordon Brown’ın globalizm tanımlarıyla doldurabilirdik. Fakat böylesi bir yol takip etmek, günümüzde Londra veya New York’tan düğmeye basılarak, yatırım ve finans hareketlerinin düzenlendiği gerçeğiyle yüzleşmekten uzak kılar, konumuzun hedefini saptırır, yazımızı defalarca açıklanmış bir hususu tekrar dile getiren akademik bir yazı haline dönüştürür. Günümüzde karşılaştığımız bu kelimeyi (globalizmi) herkesin anlayabileceği, gerçekler ve vakıası üzerine temellendirilmiş bir şekilde açıklamaya çalışacağız.

Genel olarak globalizm; ekonomik, siyasi ve kültürel alanda meydana gelen olaylarla alakalıdır. Konumuzun akışında globalizmin içerdiği tüm başlıkları ele alacağız.

1- Ekonomik globalizm:

Gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doyması, özellikle 1970’lerdeki petrol krizi sonrasında dış piyasalara açılma arayışı ile iktisadi faaliyetlerin hacimlerinin artmış olması küreselleşme sürecini ortaya çıkartan ekonomik faktörlerden bazılarını oluşturmaktadır.

Özellikle 1980’li yıllardan itibaren enformasyon teknolojilerinin yaygınlık kazanması, dünyada mesafe kavramının eski anlamını ortadan kaldırmıştır. Bu durum globalleşme bağlamında belki de ilk etkisini finans piyasalarında hissettirmekle birlikte, bu etki günümüzde çok daha geniş bir alana yayılmıştır.

Bu, ürünlerin, ticari ürünlerin, finans ve yatırımların dünyanın bir köşesinden diğer köşesine akışı ve pazarlanmasıyla bağlantılıdır. Aslında bu, bir ülkenin “ulusal ekonomisini” devletten daha güçlü bir hale geliştirme anlamını taşımakta ve olaylar; ulusal düzeyden daha yüksek bir düzeyde cereyan etmektedir.

Ekonomik globalizmin savunduğu; artık Amerikan, İngiliz veya Çin ürünleri değil, Alman veya Kanada ekonomisi değil, global bir ekonomi oluşturmaktır. Ki; bu husus transport (taşımacılık) ve telekomünikasyon (haberleşme) vasıtasıyla istenilen bağımlı, ekonomik alakalarla geliştirilmiş olsun. Globalizm hakkında genelde konu edilen, duyduğumuz ve okuduğumuz bunları içeriyor.

Globalizm, mallarını ihraç etmek için şirketler kurmak ve bu şirketler yolu ile malını ihraç etmek istediği ülkelerin yerel halkından olan kimselere temsilcilikler vererek mallarını ihraç etmeyi esas alır. Bu öngörü; tacirin önündeki ticaret yollarını açmaya gerek duymaksızın mallarının önündeki ticaret yollarını açmaya yöneliktir. Burada güvence sadece şirketlerin kendisine yöneliktir.

Globalizm anlayışı; sıkça başvurulan edebiyat kitaplarında yer almakta ve Amerikan ticaret okulları teorisyenleri (kuramcıları) ile alakalı kılınmaktadır. Daha önemlisi; globalizm anlayışı, IMF veya Dünya Bankası gibi uluslararası finans enstitüleri, kuruluşları tarafından desteklenmekte ki; bu kurumlar globalizmin korumacılığını yapmaktadırlar. Ayrıca bu kurumlar globalizmi SAP gibi ekonomik reform programlarıyla dünyanın tüm bölgelerine yaymışlardır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi globalizm düşüncesi sadece yayılmakla bırakılmayıp, uygulamaya da konulmak istenilmektedir. Teori gereği globalizm dünya geneline hakim olmaya devam edecektir. Bu fenomenin (olgunun) gerçek yapısını iyice anlamamız gerekmektedir.

Globalizmin realitesi ve gerçek yüzü:

1990’lı yıllardan itibaren globalizm çılgın ateş gibi dünyada yayılmıştır. Savunanlarının ve teşvikçilerinin belirttiği; sözde avantajlarına rağmen, realitede (gerçekte) globalizmin herkes için pek de uygun olmadığı açıkça görülmektedir.

Globalizm savunucularına göre; “endüstri uygarlığının bir ürünü olan ulus devlet, globalleşme sürecine paralel olarak önemini yitirmiştir. Artık global piyasa, politikanın yerini almaktadır; çünkü piyasa mekanizması hükümetlerden daha rasyonel (hesaplı) çalışmaktadır.

Politikalar yerel ya da ulusal ölçekte hala etkili olsalar bile, global ekonominin hareketlerini etkileyebilecek güce sahip değillerdir.

Bir çok neo-liberal (aşırı yenilikçiler) için globalleşme, ilk gerçek global uygarlığın habercisi olarak değerlendirilmektedir. Aşırı-küreselleşmeci bakış açısına göre, global ekonominin yükselişi, radikal yeni dünya düzeninin bir delili olarak yorumlanabilecek, global düzeyde kültürel karışım (hypredization), küresel yayılma ve küresel yönetişim kurumlarının (Global Governance Institutions) doğuşu, köklü bir biçimde yeni dünya düzenin delilleri ve ulus devletin ölümü olarak yorumlanmaktadır. Artık ulusal hükümetin sınırlarını kontrolde zorluk çekmeye başlamışlardır. Küresel ve bölgesel hükümetler daha büyük roller talep ederken, devletlerin otonomisi ve egemenliği de daha çok aşınmaktadır. Bunun yanında, ülkeler arasında uluslararası işbirliği kolaylaşmıştır; artan küresel iletişim altyapısı sayesinde değişik ülkelerin halkları, ortak çıkarlarını daha çok farkına varmakta ve bunun sonucunda da küresel bir uygarlığın doğuşu için ortak bir zemininin oluştuğunu iddia etmektedirler.

Kurtarıcı olmaktan ziyade, globalizm ulaştığı ve dokunduğu en uzak bölgeleri dahi yakıp yıkmıştır. Globalizm, ‘Washington Konsensüs’ü (mutabakatı) haline gelmiştir ki; bu Konsensüs bir seri ekonomik politikalardan oluşmaktadır. Bu politikalar yeni dünya paradigması (modeli) içerisinde başarılı olduğu takdirde, ulusların bunu benimsemesi istenilmektedir. İzlenilen politikada yardımların verilmemesini, yüksek vergi, kamu giderlerinin azaltılması, ekonominin yeniden düzenlenmesi (liberalleştirilmesi), kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve borsanın değer kaybetmesini içermektedir. Bu globalizm tohumları ekonominin büyümesi ve gelişmesi için yegane çözüm olarak gösterilmektedir. Fakat 20 yıllık tecrübe sonrası beklenilenin tam tersi olmuştur. Globalizm dünya topluluğu için ekonominin eşit düzeyde genişlemesi hedefine ulaşamamış aksine gerileme ve çöküşe sebep olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz politikaların yapısına ve sonuçlarına baktığımızda, dünyadaki eşit hakların, dejenere edilmiş ekonominin, içerisinde kaybolup gitmesi bir sürpriz değildir. Bu politikalarda oluşan çatlaklıkları konunun devamında inceleyeceğiz.

Ticaret sınırlarının baskı sonucu kaldırılması:

Gelişen ülkelerden, Ricardo’nun eşit avantajlar kanunundan faydalanabilmeleri için ticaret sınırlarını kaldırmaları istenildi. Bu teoriye göre; her hangi bir ülke en uygun şekilde üretebileceği ürünlerde ve hizmetlerde uzmanlık alanı olur. Aynı zamanda bu tip ülkede üretimi zor olan diğer ürünleri başka bir ülkeden ithal etmeye teşvik vardır. Bu bir bakıma; ülkenin bazı ürünleri kendisinin üretme imkanı olsa dahi diğer ülkelerden ithalat edebileceği anlamına gelir. Bu bakış açısından yola çıkarak, Honduras (Amerika’nın tekstil ithalatında en büyük kaynağı) veya Çin’den tekstil ithal etmek ekonomik olarak, Amerika’nın tekstil üretmesinden çok daha ekonomiktir. Bu durumda Amerika’nın tekstil üretimine geçmesine gerek yoktur.

Tekstil ithal etme aynı zamanda Amerika ve Çin içinde faydalı olacaktır. Şöyle ki:

Birincisi; Amerika’da tekstil fiyatları düşük olacaktır ki; böylelikle tüketiciler paralarının büyük bir kısmını başka şeylere harcayabileceklerdir.

İkincisi; Çin’in tekstil ithalatından elde edeceği gelir, ülkenin gelir seviyesini yükseltecek ve böylelikle Çin Amerika’nın ürettiği ürünlerden (cep telefonları, Microsoft gibi bilgisayar ürünleri ve buna benzer ürünleri) daha fazla satın alabilecektir. Bu sisteme bağlanan tüm ülkeler, bu sınırlar çerçevesinde özgür ticaret haklarından faydalanacaklar ve eşit avantajlar kanunundan yararlanabileceklerdir.

Teorik olarak bu tez çok olumlu görünmektedir. Fakat realitede (gerçekte) Batılı ulusların iki yüzlülüğünü ortaya koymaktadır.

Serbest ticaret teorisi, sadece mükemmel bir dünya şartları altında yani tüm ülkelerin ticari sınırlarını açmasıyla uygulanabilir. Fakat Batılı uluslar, kendi pazarlarına diğer ürünlerin girmemesi için, ticari sınırların güvenliğini daha da arttırmışlardır. Ülke içerisindeki üreticiler bu yolla ucuz ithalattan korunabilmektedirler ve gelişen ülkelerin kalkınmasında büyük bir engel oluşturmaktadırlar. Çünkü bu ülkeler Batı pazarına girebilmek için daha çok para ödemeleri gerekmektedir.

Dünya ticaret sistemindeki uluslararası sınırlar gelişen ülkelerdeki ihracat büyümesini geriletmiştir. Endüstri ülkeleri diğer endüstri ülkelerine yaptıkları satışlarda ortalama 1% ödüyorlar. Buna karşılık Güney Asya’da ki ihracatçılar 8% ödüyorlar. Dahası; zengin ülkeler kendi çiftçilerine senelik büyük miktarlarda yardım yapmaktadırlar. Bu rakam milyarlarla ifade edilebilir. Bu durumda fakir ulusların rekabet etme imkanları neredeyse tamamen ortadan kalkıyor. Mesela; Japonya pirinç çiftçilerine, pirinç üretim masrafının 7 katını ödemektedir. Bunun sonucu diğer çiftçiler pirinç fiyatını düşürmek zorunda kalmaktadırlar. Böylece diğer ülkelerin pazara girmeleri engellenmekte ve böylece zengin uluslar diğer ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmelerine engel olmaktadırlar. Bu hususta en büyük suçlulardan biri Amerika’dır. Geçen yıl Bush iktidarı Amerikan çiftçilerine, 10 yıl içerisinde ayrılan paydan 175 milyar dolar fazla verileceğini açıkladı. ABD, keten üreten çiftçilere yıllık Afrika’ya yaptığı yardımın üç katını yapmaktadır. 2001 yılından 2002 yılına kadar ABD keten çiftçilerine 3 milyar dolar yardım garantiledi. Bu miktar fakir bir Afrika ulusu olan Burkana Faso’nun tüm ekonomik gelirinden daha yüksektir. Birleşmiş Milletler, İnsani Gelişme Raporuna göre ise, dünya finanssal piyasalarında her gün 1,5 trilyon dolardan fazla para el değiştirmektedir. Bunun çok az bir kısmı İslam beldelerine uğramaktadır. Küresel düzeyde bütünleşmiş finanssal piyasalar tarihte ilk defa gerçekleşmektedir. Buda sabit Pazar piyasası yerine oynak, yatırımcılar üzerinde güvenç oluşturmayan bir sistemi doğurmuştur.

Buraya kadar ticaret düzeninin çarpık yapısını gözler önüne serdik. Bu sistem zenginlerin yararına işlev yapmaktadır ve gelişen ülkelerin kalkınmasına engel olmaktadır.

Ülkeleri asli ihtiyaçlara daha az yatırım yapmaya zorlamak:

Batı ülkelerinin haricindeki ülkelerden, “serbest pazar ekonomisini” oluşturabilmesi ve böylelikle söz konusu ülkenin borçları için yardım alabilmesi için, kendi ekonomilerine daha az yatırım yapmaları istenildi. Devletin ‘geriye çekilmesiyle’ devlet giderlerinde dramatik azalmalar başladı. Bir çok ülkelerde -şu an olduğu gibi- eğitim ve sağlık gibi hayati önem taşıyan şeyler için devletin harcamaları korkunç derecede azaldı. Yıllık bütçenin büyük bir kısmıyla borçlar karşılanmakta ve kamunun ihtiyaçlarına çok az bir miktar kalmaktadır. Türkiye örneğinde olduğu gibi... Temel ihtiyaçlardan olan su ve ekmeğe ayrılan yardımlar kaldırılmış, bunun sonucu fiyatlar yükselmiş ve fakirlik sıkça görülmeye başlamıştır. Sonuç tıpkı Meksika, Venezuela, Mısır, Endonezya, Arjantin ve Nijerya’da olduğu gibi toplumsal huzursuzluktur. Mesela; 1996’da Ürdün’de ‘ekmek’ ayaklanmaları başlamıştı. İnsanlar sokaklarda 12 sentten 23 sente çıkan ekmeğin fiyatını protesto etmişlerdi. 4,2 milyon Ürdün halkının temel gıda fiyatları yükseltilmiş ve bir zoraki İMF anlaşması olan buğday yardımları azaltılmıştı. Bu hususta Ürdün rejiminin tepkisi ise devlete meydan okuyanları insafsızca vurmak olmuştu. Ordu en şiddetli protesto bölgelerine gönderilmiş ve 300 den fazla kişi tutuklanmıştı. Gece sokağa çıkma yasağı uygulanarak ve birçok bölge giriş-çıkışlara kapatılmıştı.

Özelleştirme

Globalizm için ana faktör; kamu sektörünün şirketlere satılması yani özelleştirilmesidir. Dünyanın bir çok fakir ülkesinde IMF ve DB (Dünya Bankası) tarafından empoze edilen SAP’lar (Ekonomik Programlar) içeren uygulamalar sonucu hayati önem taşıyan kamu hizmetleri özelleştirildi. Özelleştirme programları sonucu da büyük felaketler olmuştur. Önceleri bedava olan eğitim paralı olunca bir çok aile çocuğunu okuldan almak zorunda kaldı. Temel sağlık kontrolü olabilmek için milyarlar gerekmektedir.

Özelleştirmenin fakir ülkelere açtığı zararın kanıtlanmasına rağmen İMF ve DB bunu halen ekonomik bir model olarak tavsiye etmektedirler. Suyun özelleştirilmesi buna sadece bir örnektir. DB Haiti’nin başkentinde özelleştirilmiş su şebekelerinden gelen suyun, kamu sektöründen gelen sudan on kat daha pahalı olduğunu açıkladı. Moritanya’da ki aileler gelirlerinin yarısını suya harcamaktadırlar. Buna rağmen İMF ve DB suyun özelleştirilmesini desteklemektedir. Bu doğrultuda, 2000 yılı içerisinde 12 Afrika ülkesine suyu özelleştirme anlaşmaları çerçevesinde teşvik kredileri verilmiştir.

Özelleştirmenin yukarıda belirttiğimiz zararlarının yanı sıra gelişen ülkelerde uluslar arası şirketlerin ekonomik güçleri artmıştır. Her şeyin özelleştirildiği Arjantin, Brezilya, Şili ve Zambiya gibi ülkelerde serbest rekabet tamamen saf dışı bırakılmıştır. Uluslararası şirketler çok güçlü hale gelmişler hatta yatırım yaptıkları ülkelerden daha güçlü bir fonksiyon kazanmışlardır. Orantıya vurduğumuzda görülen; dünyadaki en geniş ekonomiye sahip olanların başında 51% şirketler, 49% ise ülkeler gelmektedir. Satışlar sonucu bazı şirketlerin net kar miktarı gelişmekte olan bir ülkenin yıllık bütçesinden daha yüksektir. Mesela: Shell’in yıllık satışı 68 milyar dolar civarındadır. Bu miktar 110 milyon vatandaşı olan Nijerya’nın gelirinin 2,5 katıdır. 1989’da ticaretin 18% büyük uluslararası şirketlere aitti. 1993’de uluslararası şirketlerin toplam mülkü dünya mülkünün çeyreği kadardır. Bu korkunç faklar ortaya çıktıkça bazıları için endişeye sebebiyet vermeye başladı. Jack Behrman bazı Amerikan şirketlerini bazı Avrupa ülkelerini satın alabilecek güçte olmakla suçladı.

Özelleştirmenin bazı sosyal etkilerinin yanı sıra ortak güç de yükseldi.

YIL 15  SAYI 172-173   SAFER/REBİULEVVEL 1425   NİSAN/MAYIS 2004

Yukarı