Kavram
olarak “global” (küresel) sözcüğünün kökeni, 400 yıl
öncesine gitse bile, “globalization” (küreselleşme), oldukça
yenidir. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan globalleşme
kavramı, 1980’lerde ise sıkça kullanılmaya başlanmıştır.
1990’lara gelindiğinde de, bilim adamlarının önemini kabul
ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiştir 1990’lı yılların
başlarında ortaya atılan globalizm (küreselleşme) kelimesi
günümüzde de sık sık kullanılmaktadır. Bu konu üzerine
dünyada çeşitli şekillerde (konferanslar, tartışmalar ve
protestolar yapılarak) çalışmalar sürdürülmektedir.
Günümüzde
globalleşme konusunda çok geniş bir literatür oluşmuştur;
ancak sosyal bilimlerin (toplum olaylarının incelendiği) bir çok
alanında görüldüğü şekilde, globalleşmeye ilişkin
birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Bir diğer ifade ile globalleşme konusunda, gerek teorisyenler,
gerekse uygulamacılar arasında uzlaşmadan bahsetmek mümkün değildir.
Yayınlanan gazetelerin ticaret ve finans sayfalarında, dergilerde
sürekli olarak globalizmle (küreselleşme) ile alakalı konular
yayınlanmakta ve açıklamalarda bulunulmaktadır. Sürekli olarak
dünyanın belli merkezlerinde yüksek düzeyde katılımlarla
propagandası yapılmaktadır. Katar Doha’da, Meksika Cancun’da
ve Dubai’de İsvicre Davos`da İMF ve Dünya Bankası
gibi ekonomi kuruluşlarının katılımıyla yapılan çalışmalar
gibi. Ulusal hükümetler üzerindeki otoritesi ile Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ/WTO), bir çok devletten daha fazla olan ekonomik
gücüyle çok uluslu şirketler, küresel gönüllü kuruluşlar
(NGOs) ve ulusal sınırları aşan diğer gruplar ortaya çıkmıştır.
Bu ve buna benzer çalışmalarda süper güçler tarafından,
global devlet ekonomisini tartışmak üzere, toplantılar
düzenlenmektedir.
Globalizm
anlayışının ortaya çıkarılışı ve vakıaya hakim olma
amacının ne olduğunun yanında Hilafet devleti döneminde bu çıkışın
ne tür sorunlara yol açabileceğini açıklamak gerekmektedir.
Konuya
girmeden önce önemle belirtmemiz gerekir ki; Ümmet içerisinde
bazı Müslümanlar Hilafet Devletinin Müslümanlar için tek doğru
yol olduğu gerçeğinde tereddüt etmemektedirler. Fakat aynı
zamanda karışık, global ekonomi düzeninin öne çıkarıldığı,
günümüz dünyasına Hilafet’in ayak uydurmasının çok zor
olacağı kanısındalar. Yine bu konu bazı Müslümanların İslam’ı
çözüm olarak görmeleri ile birlikte globalizm sürecinde İslam’ın
nasıl hayatta kalacağı hususunda tedirgin olmalarıyla
alakalıdır. Bu yüzden önce globalizmi incelememiz ve akabinde
Hilafet Devletinin globalizmin hakim olduğu bir dünyada hayatta
kalabilecek imkanlara sahip olup-olmadığını açıklamamız gerekmektedir.
Globalizm
nedir?
Belirttiğimiz
gibi, “globalizm” kelimesi bu asırda akademisyenler ve fikir
adamları tarafından sıkça kullanılmakta ve övülmektedir.
Kelimenin sıkça kullanılmasına rağmen, çok küçük bir kesim
globalizmi içine yerleştirecekleri homojen (bağdaşık) bir
çerçeveye ulaşabilmişlerdir. Mesela; 2002 yıllında globalizmi
tartışan yaklaşık 1000 gazete, yazı ve kitap yayınlanmıştır.
Bunun dünya kamuoyunda önemli etkileri olmuştur. Bu yoğun çalışmalar
ve etkinliklere rağmen globalizmin gerçekten ne olduğu hususunda
ortak bir fikir birliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bu konuda
ortak görüşün doğmaması globalizmin geniş ve esnek bir
anlamı olduğuna işaret etmektedir. Çelişkili yaklaşımların
ve ifade tarzlarının olması şu gerçeği ortaya koymaktadır ki
o da; globalizmi herkes kendi çıkarlarına göre yorumlamasıdır.
Liberal ekonomistlerin, sosyalistlerin ve hatta çevrecilerin
globalizm kelimesini, kendi siyasi çıkarları ve kriterleri
(kıstasları) ölçüsünde tanımladıklarını görmekteyiz.
Bu
sayfaları Joseph Stiglitz, Anthony Giddens, Paul Krugman ve Gordon
Brown’ın globalizm tanımlarıyla doldurabilirdik. Fakat böylesi
bir yol takip etmek, günümüzde Londra veya New York’tan düğmeye
basılarak, yatırım ve finans hareketlerinin düzenlendiği gerçeğiyle
yüzleşmekten uzak kılar, konumuzun hedefini saptırır, yazımızı
defalarca açıklanmış bir hususu tekrar dile getiren akademik bir
yazı haline dönüştürür. Günümüzde karşılaştığımız bu
kelimeyi (globalizmi) herkesin anlayabileceği, gerçekler ve vakıası
üzerine temellendirilmiş bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Genel
olarak globalizm; ekonomik, siyasi ve kültürel alanda meydana
gelen olaylarla alakalıdır. Konumuzun akışında globalizmin
içerdiği tüm başlıkları ele alacağız.
1-
Ekonomik globalizm:
Gelişmiş
ülkelerde iç piyasaların doyması, özellikle 1970’lerdeki
petrol krizi sonrasında dış piyasalara açılma arayışı ile
iktisadi faaliyetlerin hacimlerinin artmış olması küreselleşme
sürecini ortaya çıkartan ekonomik faktörlerden bazılarını
oluşturmaktadır.
Özellikle
1980’li yıllardan itibaren enformasyon teknolojilerinin yaygınlık
kazanması, dünyada mesafe kavramının eski anlamını ortadan
kaldırmıştır. Bu durum globalleşme bağlamında belki de ilk
etkisini finans piyasalarında hissettirmekle birlikte, bu etki günümüzde
çok daha geniş bir alana yayılmıştır.
Bu,
ürünlerin, ticari ürünlerin, finans ve yatırımların dünyanın
bir köşesinden diğer köşesine akışı ve pazarlanmasıyla bağlantılıdır.
Aslında bu, bir ülkenin “ulusal ekonomisini” devletten daha
güçlü bir hale geliştirme anlamını taşımakta ve olaylar;
ulusal düzeyden daha yüksek bir düzeyde cereyan etmektedir.
Ekonomik
globalizmin savunduğu; artık Amerikan, İngiliz veya Çin
ürünleri değil, Alman veya Kanada ekonomisi değil, global bir
ekonomi oluşturmaktır. Ki; bu husus transport (taşımacılık) ve
telekomünikasyon (haberleşme) vasıtasıyla istenilen bağımlı,
ekonomik alakalarla geliştirilmiş olsun. Globalizm hakkında
genelde konu edilen, duyduğumuz ve okuduğumuz bunları içeriyor.
Globalizm,
mallarını ihraç etmek için şirketler kurmak ve bu şirketler
yolu ile malını ihraç etmek istediği ülkelerin yerel halkından
olan kimselere temsilcilikler vererek mallarını ihraç etmeyi esas
alır. Bu öngörü; tacirin önündeki ticaret yollarını açmaya
gerek duymaksızın mallarının önündeki ticaret yollarını açmaya
yöneliktir. Burada güvence sadece şirketlerin kendisine
yöneliktir.
Globalizm
anlayışı; sıkça başvurulan edebiyat kitaplarında yer almakta
ve Amerikan ticaret okulları teorisyenleri (kuramcıları) ile
alakalı kılınmaktadır. Daha önemlisi; globalizm anlayışı,
IMF veya Dünya Bankası gibi uluslararası finans enstitüleri,
kuruluşları tarafından desteklenmekte ki; bu kurumlar globalizmin
korumacılığını yapmaktadırlar. Ayrıca bu kurumlar globalizmi SAP
gibi ekonomik reform programlarıyla dünyanın tüm bölgelerine
yaymışlardır.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi globalizm düşüncesi sadece yayılmakla
bırakılmayıp, uygulamaya da konulmak istenilmektedir. Teori gereği
globalizm dünya geneline hakim olmaya devam edecektir. Bu fenomenin
(olgunun) gerçek yapısını iyice anlamamız gerekmektedir.
Globalizmin
realitesi ve gerçek yüzü:
1990’lı
yıllardan itibaren globalizm çılgın ateş gibi dünyada yayılmıştır.
Savunanlarının ve teşvikçilerinin belirttiği; sözde avantajlarına
rağmen, realitede (gerçekte) globalizmin herkes için pek de uygun
olmadığı açıkça görülmektedir.
Globalizm
savunucularına göre; “endüstri uygarlığının bir
ürünü olan ulus devlet, globalleşme sürecine paralel olarak
önemini yitirmiştir. Artık global piyasa, politikanın yerini almaktadır;
çünkü piyasa mekanizması hükümetlerden daha rasyonel (hesaplı)
çalışmaktadır.
Politikalar
yerel ya da ulusal ölçekte hala etkili olsalar bile, global
ekonominin hareketlerini etkileyebilecek güce sahip değillerdir.
Bir
çok neo-liberal (aşırı yenilikçiler) için globalleşme, ilk
gerçek global uygarlığın habercisi olarak değerlendirilmektedir.
Aşırı-küreselleşmeci bakış açısına göre, global
ekonominin yükselişi, radikal yeni dünya düzeninin bir delili
olarak yorumlanabilecek, global düzeyde kültürel karışım
(hypredization), küresel yayılma ve küresel yönetişim
kurumlarının (Global Governance Institutions) doğuşu, köklü
bir biçimde yeni dünya düzenin delilleri ve ulus devletin
ölümü olarak yorumlanmaktadır. Artık ulusal hükümetin sınırlarını
kontrolde zorluk çekmeye başlamışlardır. Küresel ve bölgesel
hükümetler daha büyük roller talep ederken, devletlerin
otonomisi ve egemenliği de daha çok aşınmaktadır. Bunun yanında,
ülkeler arasında uluslararası işbirliği kolaylaşmıştır;
artan küresel iletişim altyapısı sayesinde değişik ülkelerin
halkları, ortak çıkarlarını daha çok farkına varmakta ve
bunun sonucunda da küresel bir uygarlığın doğuşu için ortak
bir zemininin oluştuğunu iddia etmektedirler.”
Kurtarıcı
olmaktan ziyade, globalizm ulaştığı ve dokunduğu en uzak bölgeleri
dahi yakıp yıkmıştır. Globalizm, ‘Washington Konsensüs’ü
(mutabakatı) haline gelmiştir ki; bu Konsensüs bir seri ekonomik
politikalardan oluşmaktadır. Bu politikalar yeni dünya paradigması
(modeli) içerisinde başarılı olduğu takdirde, ulusların bunu
benimsemesi istenilmektedir. İzlenilen politikada yardımların
verilmemesini, yüksek vergi, kamu giderlerinin azaltılması,
ekonominin yeniden düzenlenmesi (liberalleştirilmesi), kamu kurumlarının
özelleştirilmesi ve borsanın değer kaybetmesini içermektedir.
Bu globalizm tohumları ekonominin büyümesi ve gelişmesi için
yegane çözüm olarak gösterilmektedir. Fakat 20 yıllık tecrübe
sonrası beklenilenin tam tersi olmuştur. Globalizm dünya topluluğu
için ekonominin eşit düzeyde genişlemesi hedefine ulaşamamış
aksine gerileme ve çöküşe sebep olmuştur. Yukarıda
belirttiğimiz politikaların yapısına ve sonuçlarına
baktığımızda, dünyadaki eşit hakların, dejenere edilmiş
ekonominin, içerisinde kaybolup gitmesi bir sürpriz değildir. Bu
politikalarda oluşan çatlaklıkları konunun devamında inceleyeceğiz.
Ticaret
sınırlarının baskı sonucu kaldırılması:
Gelişen
ülkelerden, Ricardo’nun eşit avantajlar kanunundan faydalanabilmeleri
için ticaret sınırlarını kaldırmaları istenildi. Bu teoriye göre;
her hangi bir ülke en uygun şekilde üretebileceği ürünlerde
ve hizmetlerde uzmanlık alanı olur. Aynı zamanda bu tip
ülkede üretimi zor olan diğer ürünleri başka bir ülkeden
ithal etmeye teşvik vardır. Bu bir bakıma; ülkenin bazı
ürünleri kendisinin üretme imkanı olsa dahi diğer ülkelerden
ithalat edebileceği anlamına gelir. Bu bakış açısından yola
çıkarak, Honduras (Amerika’nın tekstil ithalatında en büyük
kaynağı) veya Çin’den tekstil ithal etmek ekonomik olarak,
Amerika’nın tekstil üretmesinden çok daha ekonomiktir. Bu
durumda Amerika’nın tekstil üretimine geçmesine gerek yoktur.
Tekstil
ithal etme aynı zamanda Amerika ve Çin içinde faydalı
olacaktır. Şöyle ki:
Birincisi;
Amerika’da tekstil fiyatları düşük olacaktır ki; böylelikle
tüketiciler paralarının büyük bir kısmını başka şeylere
harcayabileceklerdir.
İkincisi;
Çin’in tekstil ithalatından elde edeceği gelir, ülkenin gelir
seviyesini yükseltecek ve böylelikle Çin Amerika’nın ürettiği
ürünlerden (cep telefonları, Microsoft gibi bilgisayar ürünleri
ve buna benzer ürünleri) daha fazla satın alabilecektir. Bu
sisteme bağlanan tüm ülkeler, bu sınırlar çerçevesinde
özgür ticaret haklarından faydalanacaklar ve eşit avantajlar kanunundan
yararlanabileceklerdir.
Teorik
olarak bu tez çok olumlu görünmektedir. Fakat realitede
(gerçekte) Batılı ulusların iki yüzlülüğünü ortaya
koymaktadır.
Serbest
ticaret teorisi, sadece mükemmel bir dünya şartları altında
yani tüm ülkelerin ticari sınırlarını açmasıyla uygulanabilir.
Fakat Batılı uluslar, kendi pazarlarına diğer ürünlerin
girmemesi için, ticari sınırların güvenliğini daha da
arttırmışlardır. Ülke içerisindeki üreticiler bu yolla ucuz
ithalattan korunabilmektedirler ve gelişen ülkelerin kalkınmasında
büyük bir engel oluşturmaktadırlar. Çünkü bu ülkeler Batı
pazarına girebilmek için daha çok para ödemeleri gerekmektedir.
Dünya
ticaret sistemindeki uluslararası sınırlar gelişen ülkelerdeki
ihracat büyümesini geriletmiştir. Endüstri ülkeleri diğer endüstri
ülkelerine yaptıkları satışlarda ortalama 1% ödüyorlar. Buna
karşılık Güney Asya’da ki ihracatçılar 8% ödüyorlar. Dahası;
zengin ülkeler kendi çiftçilerine senelik büyük miktarlarda
yardım yapmaktadırlar. Bu rakam milyarlarla ifade edilebilir. Bu
durumda fakir ulusların rekabet etme imkanları neredeyse tamamen
ortadan kalkıyor. Mesela; Japonya pirinç çiftçilerine, pirinç
üretim masrafının 7 katını ödemektedir. Bunun sonucu diğer
çiftçiler pirinç fiyatını düşürmek zorunda kalmaktadırlar.
Böylece diğer ülkelerin pazara girmeleri engellenmekte ve
böylece zengin uluslar diğer ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmelerine
engel olmaktadırlar. Bu hususta en büyük suçlulardan biri
Amerika’dır. Geçen yıl Bush iktidarı Amerikan çiftçilerine,
10 yıl içerisinde ayrılan paydan 175 milyar dolar fazla
verileceğini açıkladı. ABD, keten üreten çiftçilere yıllık
Afrika’ya yaptığı yardımın üç katını yapmaktadır. 2001
yılından 2002 yılına kadar ABD keten çiftçilerine 3 milyar
dolar yardım garantiledi. Bu miktar fakir bir Afrika ulusu olan
Burkana Faso’nun tüm ekonomik gelirinden daha yüksektir. Birleşmiş
Milletler, İnsani Gelişme Raporuna göre ise, dünya finanssal
piyasalarında her gün 1,5 trilyon dolardan fazla para el değiştirmektedir.
Bunun çok az bir kısmı İslam beldelerine uğramaktadır. Küresel
düzeyde bütünleşmiş finanssal piyasalar tarihte ilk defa
gerçekleşmektedir. Buda sabit Pazar piyasası yerine oynak, yatırımcılar
üzerinde güvenç oluşturmayan bir sistemi doğurmuştur.
Buraya
kadar ticaret düzeninin çarpık yapısını gözler önüne
serdik. Bu sistem zenginlerin yararına işlev yapmaktadır ve
gelişen ülkelerin kalkınmasına engel olmaktadır.
Ülkeleri
asli ihtiyaçlara daha az yatırım yapmaya zorlamak:
Batı
ülkelerinin haricindeki ülkelerden, “serbest pazar
ekonomisini” oluşturabilmesi ve böylelikle söz konusu
ülkenin borçları için yardım alabilmesi için, kendi
ekonomilerine daha az yatırım yapmaları istenildi. Devletin ‘geriye
çekilmesiyle’ devlet giderlerinde dramatik azalmalar başladı.
Bir çok ülkelerde -şu an olduğu gibi- eğitim ve sağlık gibi
hayati önem taşıyan şeyler için devletin harcamaları korkunç
derecede azaldı. Yıllık bütçenin büyük bir kısmıyla borçlar
karşılanmakta ve kamunun ihtiyaçlarına çok az bir miktar
kalmaktadır. Türkiye örneğinde olduğu gibi... Temel
ihtiyaçlardan olan su ve ekmeğe ayrılan yardımlar kaldırılmış,
bunun sonucu fiyatlar yükselmiş ve fakirlik sıkça görülmeye başlamıştır.
Sonuç tıpkı Meksika, Venezuela, Mısır, Endonezya, Arjantin ve
Nijerya’da olduğu gibi toplumsal huzursuzluktur. Mesela; 1996’da
Ürdün’de ‘ekmek’ ayaklanmaları başlamıştı. İnsanlar sokaklarda
12 sentten 23 sente çıkan ekmeğin fiyatını protesto
etmişlerdi. 4,2 milyon Ürdün halkının temel gıda fiyatları yükseltilmiş
ve bir zoraki İMF anlaşması olan buğday yardımları
azaltılmıştı. Bu hususta Ürdün rejiminin tepkisi ise devlete
meydan okuyanları insafsızca vurmak olmuştu. Ordu en şiddetli
protesto bölgelerine gönderilmiş ve 300 den fazla kişi tutuklanmıştı.
Gece sokağa çıkma yasağı uygulanarak ve birçok bölge giriş-çıkışlara
kapatılmıştı.
Özelleştirme
Globalizm
için ana faktör; kamu sektörünün şirketlere satılması yani
özelleştirilmesidir. Dünyanın bir çok fakir ülkesinde IMF ve
DB (Dünya Bankası) tarafından empoze edilen SAP’lar (Ekonomik
Programlar) içeren uygulamalar sonucu hayati önem taşıyan kamu
hizmetleri özelleştirildi. Özelleştirme programları sonucu da büyük
felaketler olmuştur. Önceleri bedava olan eğitim paralı olunca
bir çok aile çocuğunu okuldan almak zorunda kaldı. Temel
sağlık kontrolü olabilmek için milyarlar gerekmektedir.
Özelleştirmenin
fakir ülkelere açtığı zararın kanıtlanmasına rağmen İMF ve
DB bunu halen ekonomik bir model olarak tavsiye etmektedirler. Suyun
özelleştirilmesi buna sadece bir örnektir. DB Haiti’nin başkentinde
özelleştirilmiş su şebekelerinden gelen suyun, kamu sektöründen
gelen sudan on kat daha pahalı olduğunu açıkladı. Moritanya’da
ki aileler gelirlerinin yarısını suya harcamaktadırlar. Buna
rağmen İMF ve DB suyun özelleştirilmesini desteklemektedir. Bu
doğrultuda, 2000 yılı içerisinde 12 Afrika ülkesine suyu
özelleştirme anlaşmaları çerçevesinde teşvik kredileri
verilmiştir.
Özelleştirmenin
yukarıda belirttiğimiz zararlarının yanı sıra gelişen
ülkelerde uluslar arası şirketlerin ekonomik güçleri artmıştır.
Her şeyin özelleştirildiği Arjantin, Brezilya, Şili ve Zambiya
gibi ülkelerde serbest rekabet tamamen saf dışı bırakılmıştır.
Uluslararası şirketler çok güçlü hale gelmişler hatta
yatırım yaptıkları ülkelerden daha güçlü bir fonksiyon
kazanmışlardır. Orantıya vurduğumuzda görülen; dünyadaki en
geniş ekonomiye sahip olanların başında 51% şirketler, 49% ise
ülkeler gelmektedir. Satışlar sonucu bazı şirketlerin net kar
miktarı gelişmekte olan bir ülkenin yıllık bütçesinden daha
yüksektir. Mesela: Shell’in yıllık satışı 68 milyar dolar
civarındadır. Bu miktar 110 milyon vatandaşı olan Nijerya’nın
gelirinin 2,5 katıdır. 1989’da ticaretin 18% büyük uluslararası
şirketlere aitti. 1993’de uluslararası şirketlerin toplam
mülkü dünya mülkünün çeyreği kadardır. Bu korkunç faklar
ortaya çıktıkça bazıları için endişeye sebebiyet vermeye başladı.
Jack Behrman bazı Amerikan şirketlerini bazı Avrupa ülkelerini
satın alabilecek güçte olmakla suçladı.
Özelleştirmenin
bazı sosyal etkilerinin yanı sıra ortak güç de yükseldi.
|