Dünyanın
her yerindeki Müslümanlara, Müslümanları bir Ümmet olarak
görmek farzdır. Her “terörizme karşı savaş” tartışması,
İslam’a ve Müslümanlara karşı savaşla sonuçlanıyor. ABD başkan
yardımcısı Dick Cheney bunu açık bir şekilde belirtti: “ABD’nin
40-50 kadar ülkeye karşı askeri veya daha başka operasyonlar düzenlemeyi
düşündüğünü ve aynı zamanda bu savaşın 50 yıl veyahut
daha uzun sürebileceğini” söyledi.
Amerika’nın
Müslüman ülkelerindeki İslam Ümmetine karşı kullandığı
askeri taktikleri görüyoruz. Gözükürde/açıktan Batı’daki Müslümanlara
karşı herhangi bir “teröre karşı savaş” adı altında
topyekün bir saldırı -dönem dönem bazı batı ülkelerinde
tutuklamalar, sınır dışı etmeler mevcut olsa da-
görülmemektedir. Avrupa veya Amerika’da yaşayan Müslümanlara
karşı herhangi bir askeri saldırı olmaması Batı’daki Müslümanların
“teröre karşı savaşa” dahil edilmediklerine anlamına gelmez
ve buna inanmakta çok büyük bir hata olur. Batı’daki Müslümanlara
karşı kullanılan taktiklerin askeri olmayıp fikri olduğunu bilmemiz
hayati önem taşımaktadır.
Müslümanlara
karşı bir fikri savaşın yürütülmesi yeni bir olay değildir.
Bu metotlara Peygamberimiz (sav) zamanından beri
başvurulmaktadır. Bu konuda Yahudi olan Abdullah İbn-u Sabah’ın
yaptığı işler de malumdur.
Batı’nın
Müslümanların beyinlerine yerleştirmek istediği anahtar konulardan
biri; Batı’daki Müslümanların global Ümmetten bir parça
olmadığıdır.
“Global
Müslüman Birliğini (ümmet) anlayışını” Batı’nın bir
tehlike olarak görmesi ve bunun kendileri için baş ağrısı olması
Batı’daki Müslümanları şaşırtmaması gerek. Zamanın İngiltere
Dışişleri Bakanı ikinci dünya savaşından kısa bir süre
önce yaptığı bir konuşmada Batı’nın Müslümanlar için hazırladığı
ve uygulanmaya konan aşağılık programdan bahsetti: “Müslümanların
evlatları arasında birlik oluşturabilecek her şeyi ortadan kaldırmamız,
son vermemiz gerek. Hilafet’i yıkmayı başardığımız gibi, Müslümanlar
arasında hiçbir zaman kültürel veya fikri birlik oluşmamasını
sağlamamız kaçınılmazdır.” dedi.
ABD’li
haberci Sam Francis, 22/10/2004’de şöyle yazı: “Ciddi Hıristiyan
ve Yahudilerin çoğu, Tanrı’nın kurallarıyla çarpışan bir
ulusun veya devletin kurallarına uymak zorunlulukları olmadığı
konusunda hemfikir olacaklardır. Fakat Hıristiyanların ve
Yahudilerin çoğunluğu Hıristiyan devletlerle oluşan anlaşmazlıkta
bu prensibe uyma çabasında bulunmamaktadırlar. Bu ülkeye kendi
kendilerini davet etmiş olan Müslümanlar, böyle bir ihtiyaç
duyuyorlarsa, bu ülkede rahat edemeyeceklerdir. Belki de onların
biran evvel ait oldukları yere geri dönmeleri gerek. Onlar bunu
yapmadıkları takdirde kendilerini, bu kadar az bağlı
hissettikleri hükümet ve ulus onları ülkelerine dönmeye teşvik
etmeliler.”
Müslümanların
“global Ümmet” fikirlerini yok edebilmek için; entegrasyon
dinlerarası diyalog, ırkçılık ve maddi menfaatleri kaybetme
korkusu veya makam sevdası gibi fikirler sık sık
kullanılmaktadır.
Buna
1992’de Bush yönetimi döneminde, ABD’nin müsteşarı Edward
Djerejian’ın “Müslümanları hezimete uğratmak için yüzleşme
yoluna değil anlaşma yoluna baş vurması” örneğini
verebiliriz. Djerejian’ın tavsiyesi şunları içermekte idi:
1.
Global Birlik hissini yok etmek için; “İslam dünyası”
terimini değil “Müslüman ülkeler” teriminin kullanımı.
2.
Ümmete Batı’nın görüşlerini aşılayabilmek için; Batı
değerlerini içeren, İslam ülkelerinde kullanılan dillerde (Arapça,
Urdu, Fars) kitapların yoğunlunu kazandırmak.
3.
Açıkça Müslümanların İslamî kimliğini ortadan kaldırmak için;
İslam ve Hıristiyan dinini birleştiren ortak değerlerin var
olduğunun altını çizmeyi ve “bölünmeyi önlemek için”
bölücü faktörlerden uzak durmayı içeren fetvalar vermek.
Beldelerimizde
“böl ve yönet” kampanyası yürüten Batı’nın sömürgecileri
dünyadaki tüm Müslümanların arasındaki güçlü bağı
koparmak istemektedirler.
Başkan
Bush dolaylı yoldan Amerikalı Müslümanlara bir ültimatom sundu.
Uluslararası topluma seslenerek “Teröre karşı savaş”
ilan edip, üstü kapalı bir şekilde iki çeşit ABD vatandaşı
olabileceğini söyledi: “Ya bizimle beraber ya da bize karşı.”
Tüm
dünyada yankılanan bu sözler karşısında Batı’daki Müslümanlar
bir sadakat ikilemi arasında kaldılar. Bu noktada; güçlenen
Amerikanın savaş makinesi tarafından vahşice katledilen din
kardeşlerine mi sadakat göstersinler? Yoksa içinde yaşadıkları
İngiliz, Fransız, Amerikan veya diğer Batılı uluslara mı
sadakat göstersinler?
Medyada,
Müslüman vatandaşların hainlik veya çeşitli suçlamalarla
tutuklanmaları haberlerinin sütunları doldurması ile Müslümanların
“doğru” seçim yapmadıkları takdirde başlarına gelebilecek
şeyler vicdanlarına işlendi. ABD bu planlarına elverişli
örnekler de oluşturdu: ABD doğumlu Yaser Esam Hamdi ve John
Walker Lindh’e, Afganistan’da ABD işgalci güçlerine karşı
çarpışırken yakalandı ve bunları “düşmanın askerleri”
olarak damgaladı. 31/8/2002’de, CNN, Lindh’in Amerikalılardan,
işlediği suç için -yani değerli Müslüman kardeşlerine
yardım ettiği için- özür dilediğini aktardı.
“Global
Ümmete” karşı yapılan bu tür caydırıcı tutuklamalara, saldırılara
tüm Avrupa’da rastlayabiliriz. Müslümanlar, içerisinde yaşadıkları
ulusun (Batı ülkelerinin) düşmanı olan Müslüman ülkelere
veya halklara karşı sempati beslemeleri durumunda tutuklanmaktadırlar.
Örneğin; bu gün Afganlıları sevmek bir suçtur. Çünkü bu
halkı sevmeyi, uydurdukları terörist Taliban’la eşdeğer
tutmaktadırlar. Çeçenleri, Filistinlileri, Iraklıları v.b. sevmek
düşmanlık kategorisinde mütalaa edilmektedir.
Allah
(cc)’nın hükümlerinden uzak kalmayı istemiyorsak ve O’nun
cezasından -bir nebze de olsa- çekiniyorsak Batı’nın “Teröre
karşı savaşını”, amaçlarını ve sonuçlarını iyi kavramamız
gerek.
Küffar,
Şer’i hükümleri, Batı’daki Müslümanların “global
Ümmetle” olan alakalarını kontrol etmeye çalışmaktadır.
Kafirler,
dünyanın diğer bir ucunda yaşayan değerli Müslüman kardeşlerimizin
acılarını hissetmeyen bir şahsiyet oluşturmak istemektedir.
Kafirler,
Ümmete saldırmayı ve ardından Batı’daki Müslümanların
yaşadıkları ülkeden haraç almayı gerektiren bir senaryo
yazmaktadırlar.
Kafirler,
Ümmeti birleştirmek amacıyla; devlet kurmak (Hilafet Devleti)
için zorunlu (yapılması gereken) çalışma fikrini Batı’daki
Müslümanlardan silmek istemektedir.
Kafirler,
bizleri ebediyen küfür otoritesi altında bölecek olan Batı’yı
anavatan olarak bilmemizi istemektedirler.
Farklı
özgeçmişlerimizin veya dillerimizin olmasına rağmen “tek
global Ümmet” olduğumuzu bilmemiz bizler için hayati önem taşımaktadır.
Bu konuyla alakalı şer’i hükümlerin realitesi budur ve başka
bir görüş Allah (cc)’nın nezdinde geçerli değildir. Allah (cc)
şöyle buyurmaktadır:
“Hep
birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın...” (Ali
İmran 103)
Ayrıca
Allah (cc) tüm inananların kardeş olduğunu belirtmektedir:
“Müminler
ancak kardeştirler...” (Hucarat 10)
Allah
(cc) Müslümanlar arasındaki tek farkı şöyle belirtmektedir:
“Muhakkak
ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucarat
13)
Eğer
Ümmet tekse (ki tektir), dinimiz, yaratıcımız aynıysa (ki
aynıdır), öyle ise bu Ümmet arasında ayrılık olmamalıdır.
Medine antlaşması yapıldığında Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Medine’li, Kureyş’li ve onlara tabi olanlar diğer
ümmetler dışında tek ümmettirler.”
Peygamber
(sav)’den gelen diğer rivayetlerden bazıları şöyledir: “Mü’minler
birbirlerine sevgi, dostluk, saygı göstermekte tek
bir vücut gibidirler. Vücudun bir azası rahatsız olduğunda
diğer azaları da uyuyamaz ve ateşlenir.”
“Şüphesiz
babanız birdir, Rabbiniz birdir. Arabın Arap olmayana, beyazın
siyaha takva dışında bir üstünlüğü yoktur.”
Peygamber
(sav): “Dikkat edin! Risaleti tebliğ ettim mi? Dediler
ki: Evet. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ım
şahit ol, Allah’ ım şahit ol, Allah’ım şahit ol. Buna şahit
olanlar, burada olmayanlara tebliğ etsin.”
Ardından
Peygamberimiz (sav) milliyetçilikten kavimcilikten ve vatancılıktan
bahsetti ve bu hususta şöyle buyurdu: “Onu terk edin, o
pisliktir.”
Dünyanın
her yerindeki Müslümanlar üzerine; Müslümanların, diğer
ümmetlerden ayrı, tek bir ümmet olduklarını anlamak farzdır.
Tüm
Batı ulusların büyük mücadeleler vererek Ümmetin global yapısını
sarsmak ve bozmak istemelerine rağmen, Ümmet bir çok alanda hala
birlik içerisindedir. İslam’ın tarihi tüm Müslümanların
tarihidir. Peygamberimizin (sav)’in sünneti hepimiz için başvurulabilecek
bir kaynaktır. Aynı şekilde sahabe (ra) da başvurulabilecek bir
kaynaktır. Hiçbir baskı veya tereddüt olmadan uyguladığımız
ahkam sayısı sayılamayacak kadar çoktur.
Küffarın
bozmayı başaramadığı şeylerden biri de; ümmetin İslam’a
karşı sevgi ve hassaslığından doğan birliğidir. Bu kopmaz
bağda en etken olan bağ tabi ki; imanımızdır. Dünyadaki tüm
Müslümanların Keşmir, Afganistan, Filistin ve diğer İslam
ülkelerindeki Müslümanların acılarını hissediyor ve paylaşıyor
olmaları buna bir örnektir.
Biz
burada ümmetin sahip olduğu duygulardan ve inançtan bahsediyoruz,
fiillerden değil. Fakat ümmetin duyguları üzerinde kontrolü
yoktur. Bu kontrol onlardan çalındı ve batılı küfür uluslarına,
onları ve şeytanı temsil eden hain Müslüman yöneticilerin
ellerine verildi.
Müslümanlar,
dünyanın her yerinde acı çeken, baskı altında yaşayan din kardeşlerine
yardım etmeye ve onların üzerine uygulanan baskıyı kaldırmaya
susamışlardır. Filistin ve Afganistan’daki Müslüman kardeşlerimizin
çektiği zulme dayanamayıp, global ümmet şuuru içerisinde Bağdat,
Amman, Tahran, Londra, Cakarta, Kahire, Paris ve diğer ülkelerin
sokaklarındaki yürüyüşlerinde tek vücut oluşlarını gördük.
Fakat, “global ümmetin” birlik resmi henüz tamamlanmış
değil. Batıdaki Müslümanlara bu resmi tamamlamada ve “global
ümmet” anlayışına ulaşmakta önemli bir rol düşüyor: İslam
şahsiyetini anlatmak… İşte, üniversitede, evde ve her nerede
olursa olsun, İslam’ın birer elçileri olmak üzerlerine farzdır.
“Yürüyen Kur’an’ı Kerim” olan sevgili Peygamberimizi
kendimize örnek almamız farzdır.
Batıdaki
Müslümanlar, Allah-u Teala’nın emrettiği şekilde “global
ümmeti” fiziksel bir devlet şekline döndürme çalışmalarına
yardım etme sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Cafer
İbn-i Ebu Talip ve bir grup sahabe Hıristiyan kral Necaşi
tarafından yönetilen Habeşistan’da yaşıyorlardı. Onlar, Müslüman
kimliklerini ifade ediyorlar (Batı’daki Müslümanların da yapması
gereken budur) ve hiçbir zaman küfür sistemlerine veya
kültürüne entegre ve asimile olmuyorlardı.
Onlar
İslam’ın elçileriydiler. Onlar anında ve açıkça İslam’ın
emirlerini tebliğ ediyorlardı. Onlar hayatlarının her alanında
mükemmel bir örnek idiler. Bunun sonucu ise birçok kişinin,
hatta Necaşi’nin dahi İslam’a sarılması oldu. Onlar Allah (cc)’ın
emrettiği gibi ümmeti temel otorite altında birleştirme yani
devlet kurma farzını yerine getirmeyi hiç unutmuyorlardı.
Allah
(cc) bizleri “global ümmete” karşı görevini ve sorumluluğunu
hatırlayanlardan eylesin.
|