Bush’un
Mızrak Başı Şaron Filistin’de, İngiltere’nin Tasdiki ve
Arap Yöneticilerinin İşbirliği İle Müslümanlara Karşı
Üçüncü Haçlı Seferi’ni Başlattı.
En
az ellibin kişinin yaşadığı ve tamamen harabeye çevrilen
Cenin Kampı’nda Şaron tarafından gerçekleştirilen
katliamlar, soykırımlar ve harap edici fiiller tariflerin
ötesinde vahimdir. Binlerce Müslümanın katledilmesi, Nablus’ta
nasraniler tarafından yapılanlar ve Filistin’in diğer
şehirleri ile geri kalan mülteci kamplarında yaşananlar,
inanılmaz derecede korkunçtur. Binlerce yaralı insanın
yardımına giden ambulansların durdurulması, kan kaybından
ölmeleri için terk edilmeleri, camilerin ve evlerin içindeki
insanlarla birlikte harap edilmesi ve enkazların altında kalan
insanların kurtarılmasına müsaade edilmemesi, binlerce insanın
tutuklanarak işkence edilmesi, hala hayatta kalan insanlara
yiyecek, su ve ilaç sevkiyatının engellenmesi, yahudi
ordusunun gerçekleştirdiği vahşiyane katliamların haber
verilmemesi için medya mensuplarının harap edilen bu
şehirlerin, köylerin ve mülteci kamplarının yakınına dahi
gitmelerine müsaade edilmemesi... Tüm bunlar Şaron’un,
Sabra ve Şatilla’da gerçekleştirdiği katliamlardan ve
kendisinden önceki yahudi liderleri Dier Yasin ve Kafr Kasım’ın
yaptıklarından daha da korkunçtu. Bunlar bize Bush’un
Mezar-ı Şerif’teki Cengi kalesinde müslümanları
katletmesini ve Afganistan’ın diğer şehirlerinde, camilerinde
ve köylerinde içerisinde insanlar bulunduğu halde gerçekleştirilen
yıkımları hatırlattı. Yine bunlar bize, Srebrenika’da ve
Bosna’nın diğer şehirlerinde Sırp kafirler tarafından,
Avrupalı kuvvetlerin koruması altında, Müslümanların
katledilişini hatırlattı. Orada yaşanan her şey, bu
kuvvetlerin gözü önünde yapılmıştı. Yine bunlar bize,
Grozni’de Putin tarafından Çeçenyalı Müslümanların
katledilişini hatırlattı. Şaron’un bu katliamları, Beyaz
Saray’ın şeytanları olan George Bush, Dick Cheney, Donald
Rumsfeld, Condolisa Rice, Colin Powell ve Birleşik Devletler
yönetiminin diğer kıdemli yetkilileri tarafından
planlandı. Arap yöneticilerin işbirliği de buna ilave
edildi.
Arap
yöneticileri onları saraylarında sıcak bir karşılama ile
ağırlarken, kanlar kaynıyordu! ABD Dışişleri bakanı Colin
Powell ve diğerleri gibi Amerikan temsilcileri ile gülücükler
eşliğinde görüştüler. Cenin’de ve diğer mülteci
kamplarında binlerce şehidin tertemiz ve masum kanları
akıyorken, Müslümanlar yaralanıyorken ve Filistin’in
şehirlerinde onların kanı henüz kurumamışken, onunla görüşmeler
yaptılar. Halbuki katledilen ve yaralanan bu Müslümanlar,
iki Kıble’nin ilki ve üçüncü mukaddes mekan olan Mescid
el-Aksa’yı ve çevresi mübarek kılınan İsra ve Mi’rac
topraklarını savunuyorlardı.
Powell
bölgeye iddia ettiği veya söylendiği gibi, bir ateşkes
getirmek için gelmedi. Bilakis şu iki gaye için geldi.
Birincisi; Arap devletlerini terörizm ile mücadele adını
verdikleri özel Amerikan siyasetinin “ikinci merhalesi”
gereğince hareket etmeye yöneltmek istiyordu. İkincisi ise;
Filistinlilerin katledildiği, işkence edildiği ve yok
edildiği bir ortamda, bir uzlaşmaya sevk edebileceği
imtiyazları ve siyasi silahları görmek istiyordu. Bölgeye
gelmeden bir gün önce şöyle dedi: “Başkan bir an
önce, bu yıkım operasyonunun diğer (siyasi) cephelerde bir
hareket başlatmasını görebileceğimiz zirve noktasına
tırmanmasına ilişkin (engel olacak) bir şeylerin yapılmasını
umuyor.” Diğer taraftan onun bir ateşkes yapmadan
gitmesi, bu gaye için gelmemesi nedeniyle şaşırtıcı
değildir. Zira Şaron Amerikan yönetimi tarafından kendisine
verilen görevini henüz tamamlamamıştı. Onun görüşmeleri
birinci ve ikinci nokta üzerinde yoğunlaştı. Dalkavukluk
ve ortamı yatıştırma manasına gelen ikincil bir mesele
olması hariç, ateşkes meselesini ise hiç gündeme getirmedi.
Onun görüşmeleri, herhangi bir şeyden çok terörizm ile
mücadele üzerine odaklandı. Dikkatleri Şaron’un cürümlerinden
uzaklaştırmaya gayret ederek, onu gizledi. Arap yöneticilerden
ise, hiçbir gevşeklik göstermeden ve herhangi bir açıdan
olası tüm silahlı hareketlerin kökünü kazımak için çalışmalarını
talep etti ve bunun için gerekli her türlü yardımı yapmaya
hazır olduğunu söyledi. O George Tenet’i gönderecek ki;
böylece o Filistinlileri perişan etmede yüklendiği rolünü
tekrar yerine getirmek üzere, özellikle Gazze’de Filistin
Yönetimi için elverişli bir ortam oluştursun ve Şaron
tarafından gerçekleştirilen görev tamamlansın. Powell’ın
Suriye ve Lübnan’da bulunması ise, oralarda bulunan ve
dışişleri bakanlığının terörist örgütler listesinde
yer alan Hizbullah ve diğer silahlı örgütleri
dizginlemelerini sağlamak içindi. Daha önce Hizbullah’ın
zaptedilmesi için, İran dışişleri bakanı Karrazi
tarafında yapılan uyarının aynısını o da yaptı.
Powell;
Bush yönetiminin dış siyasetinin önceliklerinden biri haline
gelen Filistin meselesi ile alakalı özel siyasetini yeniden
gözden geçirmesini bitirmesinin ardından, siyasal süreçte
ilerleme kaydetme hususunda, bir çözüm elde etmeye götüren
konuları meydana (gündeme) getirmek için çalışmaya
başladı. Geçen yıl çoğunlukla değinilen uydurmaların
aksine, kapsamlı çalışmaların ardından daha ileriye
gitmeye çalışıldı. Bu nedenle önemli siyasi fiillerin bu
doğrultuda gerçekleştirilebileceği umuldu. Şu anda Amerika
yahudi varlığı ve Filistin yönetimi ile birlikte, kabul
edilmesi zor olan hayati imtiyazların sorumluluğunu
paylaşacak şekilde üçüncü bir taraf oluşturmaya gayret
sarf etmektedir. Bu üçüncü taraf, bir bütün olarak Arap
devletleridir. Bir başka ifadeyle onlar, bunu imtiyazların
sorumluluğunu yüklenmek ile ilgili olarak, Arapların bir
meselesi haline dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Zira
Filistin Yönetimi, mesela El-Aksa örneğinde olduğu gibi, böylesine
büyük sorumlulukları tek başına yüklenemezdi. Bu amaçla
uluslararası destekli, devletlerarası veya bölgesel bir
konferans yapılması öngörüldü. Bu vasıtayla, görüşmelerin
biçimi, etkin Arap varlığı ile çok güçlü bir şekilde
değiştirilecektir. Bu böyledir. Çünkü Şaron, Arafat’a
karşı eskiden takındığı tüm tavırlarını acilen
değiştirmeye hazırdır. Amerikan yönetimi, Abdullah b.
Abdul Aziz’in rolüne dikkat çekme yolunu tercih etmiştir.
Öyle ki o; yahudilerle görüşmeler yapma ve Araplar adına büyük
sorumluluklar kabulünü açıkça söyleme ve Arap
yöneticilerin müsaadesi altında imzalar atma ve
girişimlerinin ‘Arap Girişimi’ vasfıyla benimsendiği
Beyrut Konferansı’nın çözümlerine dayalı olarak
yahudilerle barış anlaşmalarına katılma gibi, cesur fakat küstah
hareketleri gerçekleştirmek suretiyle Arap devletlerini temsil
edebilsin.
Bu,
Mervan el-Mi’şer’in 05/04/2002’de Washington’da düzenlediği
basın toplantısında şöyle diyerek tasdik ettiği şeydir:
“Geçen hafta yapılan konferanstan sonra, anlaşmazlık için
ortak bir nihayetin ve Arap devletleri ile İsrail arasında,
ortak bir barış anlaşmasının, memnun edici güzel
haberlerini veren tarihi bir anlaşmayı getirebileceğimizi
hissettik.” Görünen o ki; Abdullah Suudi Krallığı’nın
tahtını korumanın bir yolu olarak, Filistin’i Beyaz Saray’ın
kapısının önündeki bir kurbanmış gibi feda etmeye hazırdır.
Zira 11 Eylül saldırısını yapanların çoğunun Kraliyetten
gelmiş olması açığa çıkınca, Suud ailesinin yönetimdeki
kontrolünü güçlendiren Amerikan güvencesi sarsılmış
oldu.
Bu
nedenle İslam Ümmeti’ni, Abdullah’ın Filistin’i
yatıştırma ve ona ihanet etmede yüklendiği ve oynamaya
hazırlandığı tehlikeli rolünün vahim sonuçları ile
uyarıyoruz! Amerika bu meselede, kapsamlı bir çözüm
dahilinde her şeyi bir anda yapmak yerine değil de, daha küçük
adımlara bölerek çizdiği bir siyasete göre hareket
etmektedir. Bunun parçalarından biri, el-Kudüs’ün,
mültecilerin ve diğer kabulü daha sonra olacak olan durumlar
gibi, aşılması zor konuların tartışılmasını daha geç
bir zamana ertelemek şeklinde olacaktır. Birleşmiş Milletler
yani Güvenlik Konseyi, çözümlerin benimsenmesinde ve
bunların tüm taraflara kabul ettirilmesinde etkin bir rol
sahibi olacaktır.
Gasp
edilmiş Filistin’de gerçekleşen olaylar ile terörizmle
mücadele adını verdikleri özel Amerikan siyaseti arasındaki
alakaya gelince; 11/03/2002 günü yaptığı önemli bir hitabında
ABD başkanı, “terörizmle mücadelede ikinci aşamaya geçmek”
niyetinde olduğunu ilan etti. Bu beyanat, Afganistan’a
karşı sürdürdüğü savaşta kendisiyle birlikte çalışan,
uluslararası ittifaktan birçok diplomatik temsilcinin
önünde, 11 Eylül’den tam altı ay sonra yapıldı. Orada
ayrıca kongrenin adamları, yargıtay üyeleri ve Amerikan
silahlı kuvvetlerinden çeşitli temsilciler bulunuyordu.
Konuşmasında şöyle dedi: “Şimdi Taliban gitti ve
el-Kaide terör için kullandığı ana üssünü kaybetti.
Böylece terörle mücadelemizin ikinci aşamasına geçtik.
Dünyanın herhangi bir yerinde vatandaşlarımızı tehdit eden
teröristlerin sığınaklarını dağıtmak için, aynı
kararlılıkla (mücadelemize) devam edeceğiz.”
Devamında Amerika’nın terörizm ile savaşmak isteyen herhangi
bir ülkeye yardım etmeye hazır olduğunu ilan etti. Şöyle
dedi: “Teröre karşı mücadelenin ikinci aşamasında
belirgin bir politika tespit ettim: Amerika, kendi
yönetimlerini ve dünya barışını tehdit eden terörist
parazitlerin yok edilmesine yardımcı olmak için, bütün
yönetimleri beklemekte ve onları teşvik etmektedir. Eğer yönetimler
bu iş için kaynağa veya eğitime ihtiyaç duyuyorlarsa,
Amerika onlara yardım edecektir.” Yine konuşmasında,
yönetiminin bu merhalede takip edeceği üslubun altını
çizerek şöyle dedi: “Her savaşa Amerikan askerlerini göndermeyeceğiz.
Ancak Amerika faal olarak, diğer milletleri gelecekteki bir
savaşa hazırlayacaktır.”
Bu
bildiri ile Bush’un Afganistan’a karşı savaş ilan ettiği
ünlü 20/09/2002 tarihli açıklaması arasındaki farka
gelince; İlk merhalede savaş, mesela el-Kaide gibi “devletlerarası
boyut” sahibi organizasyonlar ile sınırlıydı. Ayrıca
Amerika’nın doğrudan yürüttüğü bir savaştı.
11/03/2002’deki bildirinin ardından ise savaş, Özbekistan
İslami Hareketi (IMU) gibi “ulusal ve bölgesel”
organizasyonlara karşı yöneltildi. Bu defa Amerika, onlarla
savaşmaları için yönetimlere yardım sağlamak suretiyle,
bu savaşı dolaylı bir yoldan idare etti. Böylece
terörizme karşı savaş dedikleri ikinci merhalenin ilan edilmesinden
sonra, silahlı örgütler adı verilen ve ABD Dışişleri
Bakanlığı’nın “Terörist Örgütler Listesi”nde yer
alan tüm organizasyonlar, Amerika’nın ciddi bir hedefi
haline geldi ve yürütülecek operasyonlarda devletler yalnız
da bırakılmadı. Bu şekilde onların elemeleri, sadece zamana
ve fırsatlara bağlı hale getirildi.
Listede
adı geçen organizasyonların birçoğunu kuran ve onları
finanse eden Amerika olmasına rağmen, son yüzyılda
izlediği ve kendisi ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk
Savaş boyunca kullandığı, “Vekalet Savaşı” denilen
bu üslubu benimsemeyi sona erdirme kararı aldı. Şu anda ise,
11 Eylül hadisesi nedeniyle kaybettiği devletlerarası itibar
ve emsalsiz yıkımın acısını tatmasından beri, bu üslubu
kullanmayı terk etti. Bunun için söz veya fiilde bu üslubu
kullanmayı yasakladı ve şiddetli bir biçimde, hiçbir
müsamaha göstermeden ona muhalif olmaya ve ona karşı
devletlerarası bir kamuoyu oluşturmaya başladı. Onunla
savaşmak için “terörizm ile mücadele için uluslararası
ittifak” adını verdiği şeyi getirdi. Sadece silahlı
hareketlere karşı savaş ilan etmekle mutmain olmadı, aynı
zamanda “onlara yardım ve yataklık edenlere” veya ister
devlet veya topluluk isterse fertlerden olsun, herhangi bir
şekilde onlara yardım eli uzatanlara karşı da cephe aldı.
Bu tavrında Amerika, “Terörizm İle Mücadele”nin anlamını
Birleşik Devletlere düşman olanların çoğunu kapsayacak
şekilde genişletmek için çalışmaktadır. Öyle ki; bu
onun dış siyaseti için güçlü bir vasıta olabilsin. Aynı
şekilde, 1970’lerde ABD dış siyasetinde yeri olmayan
İnsan Hakları mefhumunu da genişletmişti. Şimdi de Terörizm
mefhumunu genişletecektir. Çünkü 11 Eylül hadisesi ile bağlantılı
olması nedeniyle, dahili olarak, Amerikan halkı arasında
bunun için görülmemiş bir kabul olduğunu fark etti. Yine
harici olarak, kendisine uşak olan ve güçlü silahlı muhalif
hareketlerin acısını tatmış olan devletler arasında da böyle
bir kabul olduğunu gördü. Ayrıca bu ona, bu devletlerin
dahili siyasetini derinden araştırmasına ve terörizmle
mücadele bahanesi altında onların sırlarına vakıf
olmasına imkan verdi. Bununla birlikte ona medya
politikalarına, eğitim müfredatlarına, istihbarat
servislerine, mali ve ekonomik politikalara ve benzerlerine
müdahale izni ve haberdar olma hakkı verildi. Bu amaçla
Amerika, Güvenlik Konseyi’ne 1373 nolu kararı onaylattı.
İşte
bu, “terörizm” adıyla tabir edilen terim ile ilgili
Amerikan siyasetinin “ikinci merhalesi”dir. Bush ve onun
yönetiminin diğer kolonları şu anda, işgal edilmiş
Filistin’de Müslümanlar ile yahudiler arasındaki silahlı
fiilleri bununla değerlendirmektedirler. 11 Eylülden önce,
onları işgal nedeniyle yapılan şiddet eylemleri olarak
addetmeye alışmışlardı. Fakat şimdi onları; kendini
savunmanın (nefs-i müdafaanın) dışına çıkan, suçluların
kökünden kazınmasını hak ettiği ve bir bütün olarak
Filistinlilerin cezalandırılmasını gerekli kılan terörist
eylemler olarak düşünmeye başladılar. Çünkü
Filistinliler teröristlere (!) sığınak sağlıyorlardı?!
Amerikan
siyaseti ciddi bir biçimde, Filistin’in silahlı
teşkilatlarının kökünü kazımak için uğraşmaktadır. O
nedenle, bu vazifeyi yerine getirmesi için yahudi varlığına
her türlü yardımı vermeye hazırlanmaktadır. Bu yeni
siyaset boyunca Bush, şehadet ameliyesini; öldürülmeyi, peşlerine
düşülmeyi ve cezalandırılmayı hak eden “katiller” (!)
tarafından gerçekleştirilen cürüm fiilleri olarak
görmeye kalktı. O bunu diğer devletlerden de istemektedir.
Ayrıca ister kendisinin ajanı isterse diğerlerinin ajanı
olsun Arap yöneticileri üzerinde tüm nüfuzunu kullanarak
hükmetmekte ve konumlarına baskı yapmayı sürdürmektedir.
Onlardan bu tavırlarına muhalif olan ve açıkça kuvvetle kınayan
herkesi sıkıştırmaktadır. Muhtemel tüm vasıtaları
kullanarak onları emri altına almaktadır: Medya, devlet kurumları,
gazeteler, yazarların yazıları ve alimlerin fetvalarında,
onları menetmektedir. Amerikan yönetimi, bu gayesi için
yöneticilere, mümkün olan tüm desteğini vermeye hazırdır.
Bu noktada Amerika; gaspçı yahudilerin Filistin’i işgal
etmesine elli yıldan fazla karşı durmasının yanına, “terörizme
karşı savaş” bağlamında ilk defa, Orta Doğu meselesi
denilen şeyi koydu. Bir diğer ifadeyle Amerika, terörizme
karşı savaş fikrini, kendi dış siyaseti için bir araç
olarak kullanmaya başladı. Yani Amerika yahudi milletinin inatçılığına
nüfuz etmek ve Şaron’un Filistinlileri katletmesine bir
haklılık gerekçesi üretmek için, terörizm denilen şeyi
kullandı.
Şaron
ve Amerika, Avrupa ve dünyanın her tarafındaki diğer
yahudiler; bu yeni Amerikan siyasetinde, kendilerini uzun süreli
bağrına basma arzusunu fark ettiler ki, açıkça ve
kuvvetlice onlara meylettiler. Böylece Bush, ister
önümüzdeki başkanlık seçimlerinde isterse gelecek kasım
ayındaki Kongre seçimlerinde işine fazlasıyla yarayacak, büyük
bir takdir ve tasvip kazandı. Bu siyaset, Şaron ve işgal
edilmiş Filistin’deki siyasi çevreler için azami derecede
faydalı olacak şekilde tasarlanmış bir siyasetti. Şaron
özellikle; dev bir askeri cephane yerine taşlarla ve hafif
silahlarla yaptıkları efsanevi savunmalarla, on sekiz aydan
fazla bir süredir dünya kamuoyu ve kendi halkının önünde
küçük düşürüp rezil edilmesinden bu yana, kendisini bu
şekilde aşağılayan ve haysiyetsiz hale getiren Filistinlilerin
kanına susamıştı. Diğer taraftan Şaron ve geçen yıl Ocak
ayında yönetime gelmesinden beri Bush; ister şiddetle veya
katliamla ister işkenceyle isterse ambargo veya açlıktan
öldürme yoluyla olsun, onları ezmeyi ve onları helak etmeyi
gerektirse bile, Filistin halkını teslim olmaya ve boyun eğdirmeye
azmetmişlerdi. Ta ki onların topraklarını, şereflerini ve
haklarını savunmadaki dirençleri kırılsın ve Mescid-i Aksa’yı,
İsra ve Mi’rac topraklarını korumaktan vazgeçsinler. Bu
böyledir. Çünkü insanlar, Arafat ve haysiyetsiz çetesi
gibi küstah hainlerin; Oslo’da, Wye River’da imzaladıkları
ve Mitchell, Tenet gibi diğer tüm anlaşmaları kabul etmeyi
reddettiler. Zira bunlar, onların destan dolu tarihlerini
kirletmekte, kafir yahudilere karşı olan nefretleri zirveye
ulaşmış insanların yürüttükleri Cihad’a cephe
almaktadır. İnsanlar Abdullah b. Abdul Aziz, Arafat ve onların
Mahmud Abbas, Ahmed Kura’y ve diğer hain dostlarının
imzalamayı düşündükleri herhangi yeni bir anlaşmayı
yırtmaya hazırdırlar.
12-19
Mart tarihleri arasında bölgedeki yaklaşık on devleti (Ürdün,
Mısır, Yemen, Suudi Arabistan, Umman Sultanlığı, Birleşik
Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt ve İsrail’i) ziyaret
eden Dick Cheney tarafından “Köklerini kazımak amacıyla,
silahlı örgütlerin barınağı olan mülteci kamplarının ve
Filistin şehirlerinin tamamen yok edilmesi” görevini yerine
getirmesi için yeşil ışık yakılması üzerine, Şaron harekete
geçti. O (Cheney) bölgeye, “Hain Abdullah’ın
girişiminin” gündeme geldiği, Beyrut zirvesi hazırlıklarının
yapıldığı ve bölgede hakimiyet havalarına giren Irak’a
müdahale beklendiği haberlerinin dolaştığı bir zamanda
sinsice ve sessizce gitti. Gayeyi gizlemek için kullanılan
hile ve saptırmalardan bahsedilmedi. Oysa tüm bunlar, Bush’un
“başarılı ve faydalı süreç” olarak tanımladığı
ziyaretin gerçek gayesini gizlemek içindi. Bu ziyaret, Bush’un
geçen yılın başında yönetime gelmesinden bu yana, Amerikalı
bir yetkili tarafından yapılan en tehlikeli ziyaretti. Dahası
Cheney ve Dışişleri Bakanını savaşları tahrik eden
kimseler olarak tanıdığımızdan bu yana, 1991’deki Körfez
Savaşı’ndan beri yapılan en tehlikeli ziyaret sayılabilir.
Onun bölgeye yaptığı bu ziyareti, Müslümanlar özellikle
Filistinliler için, meş’um ve musibetli bir ihtardı. O bölgeye
ancak “İkinci Merhale”de bulunan Amerikan siyasetinden
kaynaklanan “Filistinlileri cezalandırmak ve silahlı
örgütlerin kökünü kazımak için şehirler ve mülteci
kampları üzerinde kapsamlı bir ateş tutuşturmayı”
sağlamak ve onları emredilen çözümleri kabul etmeye
zorlamak gayesiyle geldi.
Sonra
Cheney, güçlü bir Avrupalı müttefik olan İngiltere’de
mola verdi. Böylece Blair, Amerikalıların Filistinliler için
ne planladıklarını öğrenebildi. Konuşmalarından sonra düzenledikleri
basın toplantısından görebildiğimiz kadarıyla, (Cheney
Blair’den) destek ve tasdik elde etti. Ardından istikametini
bölgedeki devletlere çevirdi. Dost ve müttefikleri ile Orta
Doğu krizine ilişkin yapılan siyasi görüşmelerin
önündeki en büyük engel (!) olan, terörizm ile mücadele
konusunda görüşmeler düzenledi. Bu, Filistinli teşkilatlara
ve bu Filistinlilere yardım edenlere karşı mücadele anlamına
geliyordu. Irak ile alakalı görüşmelerine gelince; bunun
en bilineni, Körfez devletlerinden istenen, Irak’la barış
yapmaları talimatıydı. Öyle ki Irak, hain Abdullah- ın
girişimiyle ihanet yoluna kolaylıkla girebilsin ve Beyrut
zirvesinde bir fikir birliği oluşabilsin.
Cheney
ziyaretini, Birleşik Devletler’den gelip bölgenin
devletlerini dolaşmasının hatırı için, önemli bir görüşme
ile tamamladı. Bu görüşmeyi, işgal edilmiş Kudüs’te
19/03/2002 tarihinde, Şaron ile son konaklama yerinde yaptı.
Ziyaret ettiği Arap yöneticilerinin onun için üzerinden
geçeceği yolu asfaltlamalarından sonra, işte orada tamamen
imha operasyonuna başlanması için yeşil ışık yaktı.
25/03/2002’de Washington Post gazetesinde bu görüşmenin
anlamı ve önemi şu ifadelere yer verilerek, gösterildi: “Cheney
ve Şaron arasında, ikincisinin (Şaron’un) Filistin
şehirlerini ve mülteci kamplarını yıkacağı şeklinde
bir anlaşma yapıldı.”
28/03/2002’de
Beyrut’ta, 1948 öncesi Filistin topraklarının yani tüm
Filistin’in %78’inin yahudilere terk edilmesinin ve ayrılacak
olan kimselerin geri dönüşünde güvenlik ve teminatın
sağlanmasının teklif edildiği Arap zirvesi biter bitmez,
Abdullah’ın girişimi veya Arap girişimi denilen bu tarihi
ihaneti ileri sürdüler. Bunu yaptıktan sonra ve Arap yöneticileri
bir an önce evlerine döner dönmez, 29/03/2002’de Şaron
Ramallah’ı işgal etti. Ardından Cheney ile anlaştığı
üzere, tamamen yok etme, kitlesel katliam ve azap operasyonunu
uygulamaya geçirdi.
Hiçbir
şey söylemeden giden bu Arap yöneticileri, bu tarihi
cürümün işlenmesinde Bush ve Şaron’un ortakları oldular.
Zira onlar “Filistinlilere zulmetme ve silahlı örgütlerin
kökünün kazınması girişimi”nde onlarla işbirliği
yaptılar. Sonra sessizliğe gömüldüler. Onların bu sessizliği,
ümmetin hislerini hiçe sayan ve Filistin’de vukuu bulan
vahim olaylara giden bir yol oldu ve bundan zerre miktarı utanç
duymadılar. Onu bir sondan diğer bir sonun derinliklerine gönderdiler.
Bush
ve Cheney onları bilgilendirmemiş olsa dahi, özellikle bu
devletlerin bütçeleri üzerinde muazzam bir ağırlığı
olan dev istihbarat teşkilatlarına sahip oldukları halde,
onların vukuu bulmadan önce bu olayları bilmemeleri mümkün
değildi. Hatta kral Abdullah ve Husni Mubarek gibi onlardan
bazılarının, Cheney’nin ziyaretinden önce Amerika’nın
Filistinlilere karşı hazırladığı komplodan haberdar
olduklarını söyleyebiliriz.
|