Dolayısıyla
insan; Allah’ın emir ve nehiyleri doğrultusunda hareket
ettiği zaman, kendisi için mutluluğu garanti altına
alabilir. Böylelikle insanın mutluluğu; Allah’ın
rızasına nail olmak, bunalımı da; Allah’ın rızasından
uzak kalmak olarak görüyoruz. Şu ayetlerinde Rabbimiz bizlere
bunu haber vermektedir:
“Muhakkak
ki; size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur-an)
geldi. Onunla Allah kendi rızasına uyanları selamet
yollarına eriştirir.”
(Mâide 15-16)
“Erkek
veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel
bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette
yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl
97)
“Dedik
ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir
hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için
herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”
(Bakara 38)
“Rabbimiz
Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Ahkaf 13)
Sonra
her iki grup arasında bir karşılaştırma yapan Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“Dedi
ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin!
Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime
uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz
çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir
hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”
(Ta-ha 123-124)
Böylelikle
mutluluk tanımı; Allah’ın koyduğu emir ve yasaklar
doğrultusunda dünya nimetlerinden faydalanmaktır. Aynı
şekilde mutluluk; şiddet, imtihan ve sıkıntılı durumla da
özdeşleşebilir. Nitekim Müslüman birey savaş ortamında
kanını döker, kendini cesurca sipere atar savaşırken bile
O, mutluluğu tadabilir. Çünkü o, Allah’ın rızasını
kazanma noktasında en büyük modellerden birisini; Allah’ın
dininin yücelmesi, üstün gelmesi için cihad etmekte olduğunun
bilincindedir. İşte, kızgın çöl kumları üstünde yalçın
bir kaya parçası altında dudaklarından; “Allah birdir,
Allah birdir” ifadelerini söylediğinde bu mutluluğu
Bilal (r.a.) yaşıyordu. Sonra, Yusuf (a.s) Allah’ın
rızasının zindan, kızgınlığının ise dünya nimeti ve
lüksü ile özdeş olduğu bir anda zindanı dolayısı ile
Allah’ın rızasını -tercih ederken bizlere- mutluluğun ve
huzurun en güzel örneklerini sunuyordu. Ayette geçtiği
üzere kralın hanımı;
“Kadın
dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur.
Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, (bundan)
şiddetle sakındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi
yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden
olacaktır!” (Yusuf 32) şeklinde onu tehdit
ettiğinde o, ayette geçen şu güzel cevabı veriyordu:
“(Yusuf:)
Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha
iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara
meyleder ve cahillerden olurum! dedi.” (Yusuf 33)
Yüce
Rabbimiz mutluluğun kendi rızasını kazanmanın dışında
gerçekleşmeyeceğini, bir çok ayette, yine kendi rızasını
Cennet vaadi ile birlikte zikrederek pekiştirmekte ve Cennet
nimetlerini Allah’ın rızasıyla kazanılacağını ifade etmektedir.
Söyleyenlerin en izzetlisi olan -Allah- diyor ki:
“Allah,
mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak
üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde
güzel meskenler vadetti. Allah'ın rızası ise hepsinden
büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe
72)
“Onların
Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde
devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden
hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler
hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir.”
(Beyyine 8)
VAHY
İLE KALKINIŞ
Daha
önce insanları kalkındıracak tek ideolojinin sadece İslam
olduğunu vurgulamıştık. Şüphesiz İslam, “La İlahe
İllallah, Muhammed ur Resulullah” temeli üzerine
şahadet, İslam şeriatının detaylarının dayandığı temel
görüştür. Muhammed (sav)’e inen vahiy, insan, hayat ve
kainat hakkında kapsamlı bir fikir verdiğine, hayata ilişkin
-tüm alanları kapsayan- sistemler belirlediğine göre bu din
bir ideoloji olmuştur. İşte bu ideoloji (İslam), insan
kaynaklı olmayıp sadece vahiy kaynaklı olan tek ideolojidir.
İşte, İslam ümmetinin kalkınma sırrı buradadır.
Ancak
İslam ümmetinin kalkınmasının devamını sağlayacak olan
Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıkları iledir. Başka
bir ifade ile; Muhammed (sav)’e indirilen vahye bu ümmet düşünce
ve uygulama alanında sarsılmaz bağla bağlandığı ölçüde
kalkınacak ve ilerleyecek, vahiyden uzaklaştıkça da
çökecek ve açılacaktır. Bu sabit bir dengedir. İşte
İslam tarihi buna en iyi şahittir.
Müslümanlar,
İslam toplumunda yani, Peygamber ve Raşidi Hilafet döneminde
yaşamlarını İslam üzerinde şekillendirdiklerinde,
kalkınmışlıklarının en güzel modelini gerçekleştirdiler
ve o dönemleri en hayırlı asırlar olarak geçirdiler. Daha
sonraları o sade çizgi bozulmaya başladığında İslam
toplumunda davranışlar, yönelimler, vahyin indirdiği ilkeler
ve hükümlerden ayrılmaya başlamış, böylece İslam
ümmetinin bedenine çöküş hastalığı girmiştir. Söz
konusu çöküntünün sebebi, toplum ile vahyin arasının açılmasıdır.
Bu ayrılma genişledikçe ümmetin çöküşü hız almış ve
bu da devletin ortadan kalkmasına sebebiyet vermiştir.
İşte
Müslümanlar, tekrar İslam’ı kendi öz yapısına tüm saf
ve sadeliği ile hiçbir şüpheci yaklaşıma yer vermeden, son
derece olağan bir hırsla anlamaya çalışmak
durumundadırlar. Ta ki; onların bağlılıkları Muhammed
(sav)’e inen vahye, düşünce ve hükümlerine olsun. Bu da
Müslümanların, İslam hukukunun kaynaklarına bakış açılarını
netleştirmeleri zorunluluğunu doğurmaktadır ki, hükümlerini
ilahi vahyin belirlediği kaynakların dışında almasın.
Müslümanlar
İslam şeriatını/hukukunu şu dört kaynaktan almakta idiler:
Kur-an, Sünnet, Sahabenin İcması, Kıyas. İslam’ın
kalkınmışlık dönemlerinde Müslümanların İslam’a ve
yasama kurallarına yönelik yaklaşımları böyle idi. Ancak
çöküş dönemlerinde Müslümanların yasama kaynakları
birden çoğalıverdi. Nerede ise, o kaynakların çoğunun
vahiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Ümmetin gerilemesini ve
çöküşünü daha da kamçılayan akıl, vakıadan etkilenme,
maslahatlar (çıkarlar) vb.. türetilmiş kaynaklar
sayılmaktadır. Doğal olarak bu, İslam’ın net olarak
anlaşılmadığının göstergesidir. İslam’ın Muhammed
(sav)’e indirilen vahyin zaferini isteyen ümmetin, bir yanda
hükümlerini ve yasal dayanaklarının bir çoğunu vahyin
dışındaki kaynaklardan alıp, aynı zamanda İslam’ın
nehyettiği ile ona (İslam’a) yardıma çalışması çok
şaşırtıcı bir durumdur.
İSLAM
TOPLUMU
Toplum
ve Kalkınması
İslam
tarihinin başlaması ile birlikte, İslam temelinde düzeyli
bir yaşamın ikamesi için çaba sarf edilmiş ve Peygamber
(sav) döneminden bu yana geçmişlerimiz, söz konusu ideali
gerçekleştirmede başarılı olmuşlardır. Yüce Allah (cc)
özellikle ilk olarak onlara bu sorumluluğu yüklemiş ve Allah
Resulü (sav)’e inen vahiy ile o yüce ideale varacak yolunu
çizmiştir.
Ancak
bugün toplumumuzun hiç de iyimserlikle bakılamayacak bir
hakiki çöküşü yaşamakta olduğu hiçbir akıl sahibinin
tartışamayacağı su götürmez bir gerçektir. Bu durumda
toplumu kalkındıracak yolu/modeli yeniden araştırmak kaçınılmaz
bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki
araştırmamız, herhangi bir kalkınma modeline yönelik değil
aksine tek doğru kalkınmanın modelini sunan yeniden İslamî
kalkınmanın araştırılmasıdır.
İslam’ın
Müslümanlar için İslamî bir toplum oluşturmaları
noktasında yol çizdiği bir gerçektir. Farklı bir deyişle
İslam; Müslümanların, kalkınmaları noktasında gerekli
olan metodu belirlemiştir. Ancak bir gerçek olarak önümüzde
duran toplumun vakıasını iyiden iyiye bilmeden söz konusu
modelin anlaşılması ve uygulanabilirliği mümkün değildir.
Çünkü bir problemin çözümünde İslam’ın takip ettiği
metod şöyledir:
Çözümü
istenen problemin özü üzerinde yoğunlaşabilmesi için söz
konusu olayın/vakıanın iyiden iyiye incelenmesi, analizinin
yapılıp anlaşılması, vakıa ile ilgili şer-i hükümlere
dönülüp onların iyiden iyiye anlaşılması gerekir. Burada
amaç söz konusu vakıa ile ilgili Allah’ın hükmünün
bilinmesi olacaktır. Ortaya atılmış sorunun çözümü için
söz konusu vakıanın/problemin üzerine şer-i çözümlerin
uygulanmasıdır. Kuşkusuz toplumun gerçeğine ilişkin derin
bir gözlem, bizlere toplumun -bireyleri arasındaki-
ilişkilere egemen olan unsurların şu üç ana başlıkta
toplandığını gösteriyor. Bunlar; Fikirler (düşünceler),
duygular ve sistemlerdir.
Fikirler
(düşünceler): İnsanın davranışları, onun sahip
olduğu düşünce yapısına bağlıdır. O doğru gördüğünü
yapacak, yanlış gördüğünü ise terk edecektir. İnsanlar
arasında belirli bir diyalogun sağlanması, aralarında ortak
bir düşünce yapısı oluşturulması ile mümkündür.
Nitekim insanlar belirli bir çıkar üzere toplanmışlardır.
Her iki tarafında düşünceleri söz konusu çıkar noktasında
birleştiğinde ikisi arasında bir diyalog kurulabilir. Şayet
çıkarları noktasındaki düşünceleri farklılık arz ederse
bir diyalogdan söz etmek olasılık dışıdır.
Duygular:
İnsanlar sahip olduğu fikirler doğrultusunda bir duygu
yumağını da taşımaktadır. Nitekim bireyler arasındaki
diyalogun sağlanması için, adına toplandıkları çıkarları
noktasında duygu birlikteliğinin de sağlanması elzemdir.
Böylece doğru/uygun bildikleri karşısında beraber
sevinsinler, yanlış bildikleri karşısında da beraber
üzülsünler. İşte toplumda genel sözleşmeyi (yaygın bir
geleneği) oluşturacak olan bu duygu ve düşüncelerdir.
Sistemler:
Her toplumda insanların işlerini idare eden, ilişkilerini
sistematize eden ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir
otorite vardır. Bütün bunlar söz konusu otoritenin benimsediği,
yürürlüğe koyduğu ve toplumun tüm bireylerine bağlılığı
zorunlu kıldığı sistemle sağlanmaktadır. Bu anlamı ile
sistemlerin toplumsal ilişkiyi sağlayan büyük bir etken olduğu
anlaşılıyor.
İşte
bir toplum; söz konusu düşünceler, duygular ve sistemlerle
nitelik kazanmaktadır. Örneğin; toplumun söz konusu unsurları,
tümü ile kapitalist unsurlar ise kapitalist bir toplum,
komünist unsurlar ise komünist bir toplum, İslamî unsurlar
ise İslam toplumu diye nitelendirilecektir. Böylesi bir
toplumun belirli bir kimliği ve seçkin karakteri kazanabilmesi
için söz konusu etken unsurlar (düşünceler/ duygular/
sistemler)’in birbiri ile çelişmeyen, bağdaşır olması,
aralarında sıkı bir iletişimin olması gerekmektedir.
Kapitalist
ve İslamî düşüncenin birlikte var olduğu günümüzde, o
toplumun ne bir rengi ne de belirli bir kimliği olacaktır.
Dahası bu toplum var olan böylesi statükoyu koruduğu sürece
asla ama asla ömründe kalkınma ile hiç mi hiç tanışmayacaktır.
Benzer
bir biçim olarak, yaygın olan anlayış ile idarecilerin,
toplumun duygu ve düşünceleri ile çatışan, uyuşmayan
sistemleri uygulamaları ile bir bölünmenin yaşandığı
toplumlar, yönetilen ve yönetenler arasında düşmanlığın
sürekli alevlenmesi tıkanıklığın, bunalımların
yaşandığı toplumlar olacaktır. Bu tip toplumlar
gelişmişliğe ve kalkınmaya en uzak toplumlardır. Dahası
toplumların ilerlemeleri, duygu, düşünce ve sistemlerin
yüceliği ve ulviliği ile olacak, bunların düzeysiz ve
tutarsızlığı ise çöküşünü hazırlayacaktır. Ancak bir
toplumun fikirleri, duyguları akli bir akideye dayalı olması,
sistemlerinin de böylesi bir akideden çıkmış olması
halinde kalkınmış bir toplum olacaktır.
Şayet,
doğru kalkınmış bir toplum istiyorsak bu, ancak İslam
toplumunun oluşumu ile mümkün olacaktır. Yani İslam akidesi
üzerine bina edilmiş, tüm duygu, düşünce ve sistemin
İslamî olduğu bir toplumu oluşturmakla olacaktır. Çünkü
tek doğru akide İslam akidesidir.
(Bu
yazı dizisi burada noktalanmıştır)
|