Ana Sayfa YIL 13   SAYI 151   R.AHİR 1423   TEMMUZ 2002 E-Mail

KALKINMA VE MODELLERİ [3]

Abdullah BAYRAM

Dolayısıyla insan; Allah’ın emir ve nehiyleri doğrultusunda hareket ettiği zaman, kendisi için mutluluğu garanti altına alabilir. Böylelikle insanın mutluluğu; Allah’ın rızasına nail olmak, bunalımı da; Allah’ın rızasından uzak kalmak olarak görüyoruz. Şu ayetlerinde Rabbimiz bizlere bunu haber vermektedir:

“Muhakkak ki; size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur-an) geldi. Onunla Allah kendi rızasına uyanları selamet yollarına eriştirir.” (Mâide 15-16)

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl 97)

“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.” (Bakara 38)

“Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Ahkaf 13)

Sonra her iki grup arasında bir karşılaştırma yapan Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Ta-ha 123-124)

Böylelikle mutluluk tanımı; Allah’ın koyduğu emir ve yasaklar doğrultusunda dünya nimetlerinden faydalanmaktır. Aynı şekilde mutluluk; şiddet, imtihan ve sıkıntılı durumla da özdeşleşebilir. Nitekim Müslüman birey savaş ortamında kanını döker, kendini cesurca sipere atar savaşırken bile O, mutluluğu tadabilir. Çünkü o, Allah’ın rızasını kazanma noktasında en büyük modellerden birisini; Allah’ın dininin yücelmesi, üstün gelmesi için cihad etmekte olduğunun bilincindedir. İşte, kızgın çöl kumları üstünde yalçın bir kaya parçası altında dudaklarından; “Allah birdir, Allah birdir” ifadelerini söylediğinde bu mutluluğu Bilal (r.a.) yaşıyordu. Sonra, Yusuf (a.s) Allah’ın rızasının zindan, kızgınlığının ise dünya nimeti ve lüksü ile özdeş olduğu bir anda zindanı dolayısı ile Allah’ın rızasını -tercih ederken bizlere- mutluluğun ve huzurun en güzel örneklerini sunuyordu. Ayette geçtiği üzere kralın hanımı;

“Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, (bundan) şiddetle sakındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” (Yusuf 32) şeklinde onu tehdit ettiğinde o, ayette geçen şu güzel cevabı veriyordu:

“(Yusuf:) Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi.” (Yusuf 33)

Yüce Rabbimiz mutluluğun kendi rızasını kazanmanın dışında gerçekleşmeyeceğini, bir çok ayette, yine kendi rızasını Cennet vaadi ile birlikte zikrederek pekiştirmekte ve Cennet nimetlerini Allah’ın rızasıyla kazanılacağını ifade etmektedir. Söyleyenlerin en izzetlisi olan -Allah- diyor ki:

“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetti. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe 72)

“Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir.” (Beyyine 8)

VAHY İLE KALKINIŞ

Daha önce insanları kalkındıracak tek ideolojinin sadece İslam olduğunu vurgulamıştık. Şüphesiz İslam, “La İlahe İllallah, Muhammed ur Resulullah” temeli üzerine şahadet, İslam şeriatının detaylarının dayandığı temel görüştür. Muhammed (sav)’e inen vahiy, insan, hayat ve kainat hakkında kapsamlı bir fikir verdiğine, hayata ilişkin -tüm alanları kapsayan- sistemler belirlediğine göre bu din bir ideoloji olmuştur. İşte bu ideoloji (İslam), insan kaynaklı olmayıp sadece vahiy kaynaklı olan tek ideolojidir. İşte, İslam ümmetinin kalkınma sırrı buradadır.

Ancak İslam ümmetinin kalkınmasının devamını sağlayacak olan Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıkları iledir. Başka bir ifade ile; Muhammed (sav)’e indirilen vahye bu ümmet düşünce ve uygulama alanında sarsılmaz bağla bağlandığı ölçüde kalkınacak ve ilerleyecek, vahiyden uzaklaştıkça da çökecek ve açılacaktır. Bu sabit bir dengedir. İşte İslam tarihi buna en iyi şahittir.

Müslümanlar, İslam toplumunda yani, Peygamber ve Raşidi Hilafet döneminde yaşamlarını İslam üzerinde şekillendirdiklerinde, kalkınmışlıklarının en güzel modelini gerçekleştirdiler ve o dönemleri en hayırlı asırlar olarak geçirdiler. Daha sonraları o sade çizgi bozulmaya başladığında İslam toplumunda davranışlar, yönelimler, vahyin indirdiği ilkeler ve hükümlerden ayrılmaya başlamış, böylece İslam ümmetinin bedenine çöküş hastalığı girmiştir. Söz konusu çöküntünün sebebi, toplum ile vahyin arasının açılmasıdır. Bu ayrılma genişledikçe ümmetin çöküşü hız almış ve bu da devletin ortadan kalkmasına sebebiyet vermiştir.

İşte Müslümanlar, tekrar İslam’ı kendi öz yapısına tüm saf ve sadeliği ile hiçbir şüpheci yaklaşıma yer vermeden, son derece olağan bir hırsla anlamaya çalışmak durumundadırlar. Ta ki; onların bağlılıkları Muhammed (sav)’e inen vahye, düşünce ve hükümlerine olsun. Bu da Müslümanların, İslam hukukunun kaynaklarına bakış açılarını netleştirmeleri zorunluluğunu doğurmaktadır ki, hükümlerini ilahi vahyin belirlediği kaynakların dışında almasın.

Müslümanlar İslam şeriatını/hukukunu şu dört kaynaktan almakta idiler: Kur-an, Sünnet, Sahabenin İcması, Kıyas. İslam’ın kalkınmışlık dönemlerinde Müslümanların İslam’a ve yasama kurallarına yönelik yaklaşımları böyle idi. Ancak çöküş dönemlerinde Müslümanların yasama kaynakları birden çoğalıverdi. Nerede ise, o kaynakların çoğunun vahiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Ümmetin gerilemesini ve çöküşünü daha da kamçılayan akıl, vakıadan etkilenme, maslahatlar (çıkarlar) vb.. türetilmiş kaynaklar sayılmaktadır. Doğal olarak bu, İslam’ın net olarak anlaşılmadığının göstergesidir. İslam’ın Muhammed (sav)’e indirilen vahyin zaferini isteyen ümmetin, bir yanda hükümlerini ve yasal dayanaklarının bir çoğunu vahyin dışındaki kaynaklardan alıp, aynı zamanda İslam’ın nehyettiği ile ona (İslam’a) yardıma çalışması çok şaşırtıcı bir durumdur.

İSLAM TOPLUMU

Toplum ve Kalkınması

İslam tarihinin başlaması ile birlikte, İslam temelinde düzeyli bir yaşamın ikamesi için çaba sarf edilmiş ve Peygamber (sav) döneminden bu yana geçmişlerimiz, söz konusu ideali gerçekleştirmede başarılı olmuşlardır. Yüce Allah (cc) özellikle ilk olarak onlara bu sorumluluğu yüklemiş ve Allah Resulü (sav)’e inen vahiy ile o yüce ideale varacak yolunu çizmiştir.

Ancak bugün toplumumuzun hiç de iyimserlikle bakılamayacak bir hakiki çöküşü yaşamakta olduğu hiçbir akıl sahibinin tartışamayacağı su götürmez bir gerçektir. Bu durumda toplumu kalkındıracak yolu/modeli yeniden araştırmak kaçınılmaz bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki araştırmamız, herhangi bir kalkınma modeline yönelik değil aksine tek doğru kalkınmanın modelini sunan yeniden İslamî kalkınmanın araştırılmasıdır.

İslam’ın Müslümanlar için İslamî bir toplum oluşturmaları noktasında yol çizdiği bir gerçektir. Farklı bir deyişle İslam; Müslümanların, kalkınmaları noktasında gerekli olan metodu belirlemiştir. Ancak bir gerçek olarak önümüzde duran toplumun vakıasını iyiden iyiye bilmeden söz konusu modelin anlaşılması ve uygulanabilirliği mümkün değildir. Çünkü bir problemin çözümünde İslam’ın takip ettiği metod şöyledir:

Çözümü istenen problemin özü üzerinde yoğunlaşabilmesi için söz konusu olayın/vakıanın iyiden iyiye incelenmesi, analizinin yapılıp anlaşılması, vakıa ile ilgili şer-i hükümlere dönülüp onların iyiden iyiye anlaşılması gerekir. Burada amaç söz konusu vakıa ile ilgili Allah’ın hükmünün bilinmesi olacaktır. Ortaya atılmış sorunun çözümü için söz konusu vakıanın/problemin üzerine şer-i çözümlerin uygulanmasıdır. Kuşkusuz toplumun gerçeğine ilişkin derin bir gözlem, bizlere toplumun -bireyleri arasındaki- ilişkilere egemen olan unsurların şu üç ana başlıkta toplandığını gösteriyor. Bunlar; Fikirler (düşünceler), duygular ve sistemlerdir.

Fikirler (düşünceler): İnsanın davranışları, onun sahip olduğu düşünce yapısına bağlıdır. O doğru gördüğünü yapacak, yanlış gördüğünü ise terk edecektir. İnsanlar arasında belirli bir diyalogun sağlanması, aralarında ortak bir düşünce yapısı oluşturulması ile mümkündür. Nitekim insanlar belirli bir çıkar üzere toplanmışlardır. Her iki tarafında düşünceleri söz konusu çıkar noktasında birleştiğinde ikisi arasında bir diyalog kurulabilir. Şayet çıkarları noktasındaki düşünceleri farklılık arz ederse bir diyalogdan söz etmek olasılık dışıdır.

Duygular: İnsanlar sahip olduğu fikirler doğrultusunda bir duygu yumağını da taşımaktadır. Nitekim bireyler arasındaki diyalogun sağlanması için, adına toplandıkları çıkarları noktasında duygu birlikteliğinin de sağlanması elzemdir. Böylece doğru/uygun bildikleri karşısında beraber sevinsinler, yanlış bildikleri karşısında da beraber üzülsünler. İşte toplumda genel sözleşmeyi (yaygın bir geleneği) oluşturacak olan bu duygu ve düşüncelerdir.

Sistemler: Her toplumda insanların işlerini idare eden, ilişkilerini sistematize eden ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir otorite vardır. Bütün bunlar söz konusu otoritenin benimsediği, yürürlüğe koyduğu ve toplumun tüm bireylerine bağlılığı zorunlu kıldığı sistemle sağlanmaktadır. Bu anlamı ile sistemlerin toplumsal ilişkiyi sağlayan büyük bir etken olduğu anlaşılıyor.

İşte bir toplum; söz konusu düşünceler, duygular ve sistemlerle nitelik kazanmaktadır. Örneğin; toplumun söz konusu unsurları, tümü ile kapitalist unsurlar ise kapitalist bir toplum, komünist unsurlar ise komünist bir toplum, İslamî unsurlar ise İslam toplumu diye nitelendirilecektir. Böylesi bir toplumun belirli bir kimliği ve seçkin karakteri kazanabilmesi için söz konusu etken unsurlar (düşünceler/ duygular/ sistemler)’in birbiri ile çelişmeyen, bağdaşır olması, aralarında sıkı bir iletişimin olması gerekmektedir.

Kapitalist ve İslamî düşüncenin birlikte var olduğu günümüzde, o toplumun ne bir rengi ne de belirli bir kimliği olacaktır. Dahası bu toplum var olan böylesi statükoyu koruduğu sürece asla ama asla ömründe kalkınma ile hiç mi hiç tanışmayacaktır.

Benzer bir biçim olarak, yaygın olan anlayış ile idarecilerin, toplumun duygu ve düşünceleri ile çatışan, uyuşmayan sistemleri uygulamaları ile bir bölünmenin yaşandığı toplumlar, yönetilen ve yönetenler arasında düşmanlığın sürekli alevlenmesi tıkanıklığın, bunalımların yaşandığı toplumlar olacaktır. Bu tip toplumlar gelişmişliğe ve kalkınmaya en uzak toplumlardır. Dahası toplumların ilerlemeleri, duygu, düşünce ve sistemlerin yüceliği ve ulviliği ile olacak, bunların düzeysiz ve tutarsızlığı ise çöküşünü hazırlayacaktır. Ancak bir toplumun fikirleri, duyguları akli bir akideye dayalı olması, sistemlerinin de böylesi bir akideden çıkmış olması halinde kalkınmış bir toplum olacaktır.

Şayet, doğru kalkınmış bir toplum istiyorsak bu, ancak İslam toplumunun oluşumu ile mümkün olacaktır. Yani İslam akidesi üzerine bina edilmiş, tüm duygu, düşünce ve sistemin İslamî olduğu bir toplumu oluşturmakla olacaktır. Çünkü tek doğru akide İslam akidesidir.

(Bu yazı dizisi burada noktalanmıştır)

YIL 13  SAYI 151  R.AHİR 1422  TEMMUZ 2002

Yukarı