Ana Sayfa YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004 E-Mail

“İSLAM ÜMMETİ” DÜŞÜNCESİNE YÖNELİŞ

Hilafet Dergisi

Bütün devletler İslâm'a düşmandır. Çünkü, onlar İslâm ile çelişkili dinler ve ideolojilere inanmaktadırlar. Onların hayata bakış açıları İslâm'ın hayata bakış açısıyla çelişmektedir. Özellikle büyük devletlerin İslâm memleketlerine yönelik hırs ve arzuları diğerlerinden daha fazladır. Bunun için İslâm ümmetini yok etmek amacıyla İslâm Devleti'ni yok ettiler. Diğer ümmetler arasında İslâm ümmetinin büyük ve güçlü bir ümmet haline gelmesini engellemek, İslâm Devleti'nin hayata yeniden dönmesine engel olmak için birçok plânlar çizdiler. İslâm ümmeti harekete geçmeden önce İslâm Devleti'ni kendi beşiğinde öldürmek için çabalar sarf edip plânlar yaptılar. İslâm Devleti var olduğu müddetçe ve o düşman devletler, halklar ve hatta fertler de kuvvetli oldukları müddetçe İslâm ümmetine karşı bütün varlığı ve kuvveti ile direnmeye gayret sarf edecekler.

-Milliyetçilik fikri Osmanlı Devleti'nden Balkanları kopardı ve Arap memleketleri ile Türk memleketlerini birbirinden ayırmak da kuvvetli bir etken oldu.

-Demokratik fikirler ve Batı hadareti ise İslam ülkelerinin Batıya bağlanmalarını devam ettiren ve Batıdan ayrılmamalarını sağlayan etkenlerdir.

Muaviye iktidarı ele geçirip veliaht düzenini icat ettiği zaman İslam düşüncesinde hasıl olan içtihat komünist düşüncesinde hasıl olan içtihat gibi değildi. Ya da Osmanlı Devleti liderliği ele geçirip devleti Osmanlı veya Türk devleti haline çevirdiği zaman İslam düşüncesi, komünizm düşüncesinin konumunda değildi. Zira İslam düşüncesine ümmet, kesin bir şekilde yerleşmiş bir akide olarak inanıyordu. Bunda Arap ile Fars arasında, Türk ile Hintliler arasında veya Avrupalı veya Asyalı ile Afrikalılar arasında fark yoktur. Bunun için, yöneticilerin davranışları ve izledikleri dış siyaset ümmeti etkilemedi. Hatta İslam Devleti tamamen yok olmasına, İslam’ın ve Müslümanların otoritesi tamamen yok olmasına rağmen ve Müslümanlar onlarca veya bazen yüzlerce sene düşmanları olan kafirlerin istilası altına düşmelerine rağmen ümmet etkilenmedi.

Dünyayı bugün içinde bulunduğu girdaptan kurtaracak olan yine İslam nizamıdır. Bu tek bir yoldur, ikinci bir yolu yoktur. Bu ise, akıl üzerine kurulu -duyu organlarıyla hissedilebilen- maddeyi veya vakıayı düşüncenin kaynağı değil ancak düşüncenin konusu yapan, siyasi bir akide, fıtrata uygun bir kaide ve hayat hakkında bir bakış açısı olacak insan, hayat ve kainat hakkında genel ve kapsamlı bir fikir ortaya koymaktır. Bu fikir veya daha doğrusu, bu siyasi akide dünyayı altında kaldığı zulümden kurtaracak, istila ve sömürme üzerinde egemen olan nüfuzdan kurtaracak tek şeydir.

İslam Ümmeti, İslam akidesine insan, hayat ve kainat hakkında kapsamlı genel bir fikir, fikri kaide, fikri liderlik ve hayat hakkında belirli bir bakış açısı olarak inanmaktadır. Diğer taraftan dünyanın tamamının dalgalanmalar içerisinde olduğunu görmektedir. Kendisi de siyasi ve ekonomik zulmün altında ezildiği, azgın saldırgan bir gücün köleliğine boyun eğdiği, bedbahtlık, köleleşme ve hezimet kabusu altında inlediği için dünyaya hidayeti, nuru ve saadeti taşıyarak, onu fesadın ve sapıklığın karanlıklarından kurtarıp çıkartma görevini kendi omuzları üzerine alması farzdır. Ümmete, sömürgeci zalimlerin saldırıları ve baskıları altında bulunsa da, sadece kendisini düşünmesi artık caiz değildir. Çünkü, bencillik onun inandığı akideden uzaktır. Bu, sahip olduğu ve kalbinin özünde bulunan değerler ve fikirlere garip gelir. Kendisi bu dünyadan bir parçadır ve insanlığa ancak hidayet götürmek için var edilmiştir. Artık İslam Akide’sine inandıktan sonra insanlığı bedbahtlıktan kurtarmak, onlara isabet eden zulüm ve huzursuzluğu defetmek, üzerlerindeki zilleti ve köleliliği kaldırmak İslam Ümmeti’ne yüklenen bir farz oldu.

İslam Ümmeti ise, hayat hakkında temel bir fikre yani siyasi bir fikre inanmaktadır. Bir ümmet doğru bir fikirle beraber metoduna sahip olursa şüphesiz ki, hayır dağıtmaya ve bu fikri liderliği taşımaya ehil ve layık olur. Buna göre İslam Ümmeti, doğru kalkınmayı gerçekleştirmeye ve diğer birçok hayrın kaynağı olmaya, bunu insanlara fikri liderlik ve bir hayata bakış açısı olarak taşımaya layık olan ve gücü yeten tek ümmettir.

İslam Ümmeti tüm tarihi boyunca, herhangi bir ümmet tarafından hiçbir zaman yenilgiye uğratılmadı. Halklar ve ümmetlerin güçleri ne kadar olursa olsun, onlarla çatışmasında kesinlikle yenilgiye uğramayacaktır. Bu nedenle, kendisini istila eden devletlerin güçleri ne kadar olursa olsun dünyayı onlardan kurtarma gücüne sahiptir. Haçlı savaşları ki, bu savaşlar bir yüzyıldan daha fazla sürmesine rağmen nihai zafer Müslümanların olmasından çok, Avrupa halklarının hepsi İslam ümmeti ile savaşa kalkışmalarına rağmen İslam Ümmeti, Batı ile İslam Ümmeti sıfatıyla çatışmadı. Zira gerçekte savaş, Şam ve Mısır ülkeleriyle sınırlı kalmıştı, savaşanlar Şam ve Mısır halkıydı, galip gelenler de Şam ve Mısır halkıydı. Nitekim İslam Ümmeti, devletlere benzeyen vilayetlere dağılmıştı ve Müslümanların Halifesinin bu vilayetler üzerinde tam bir otoritesi yoktu. İslam Ümmeti, haçlılarla bir savaşa girmedi, sadece Şam ve Mısır beldeleri girdiler. Diğer birçok vilayet bu savaşa katılmış değildiler. Çünkü diğer valiler kendi sultalarını yerleştirmekle meşgul olmaktan çok, kafirlerle cihat etmenin farz-ı kifaye olduğunu görüyorlardı. Şam ve Mısır halkları, kafirlerin gözlerini İslam ülkelerinden geri çevirmeye yeterdi ve bilfiil yeterliydiler. Bundan dolayı, nihai zafer Müslümanların oldu. Mısır ve Şam ülkelerinden haçlılar kovulup, bu ülkelere yeniden İslam otoritesi geldi.

İslam Ümmeti, İslam Ümmeti sıfatıyla tarihinde kesin olarak hiç yenilmedi. İslam Ümmeti sıfatıyla, bütün çağlarda ve bütün savaşlarda kesin zafer bayrağı kendi elinde dalgalanıyordu. Nitekim o zamanda bilinen eski dünya ülkelerinin çoğunu fethedip bu geniş sahada İslam Alemi’ni oluşturdu. Bundan dolayı, İslam Ümmeti yeniden İslam Ümmeti sıfatını sahip olursa bu dünyayı, üzerinde egemenlik kuran ve kendisine musallat olan bu bedbahtlık, zillet ve köleleştirme renklerini gösteren bu eşkıya güçlerden kurtarmaya mutlaka güç yetirecektir.

Birçok kimse şöyle bir soru sorabilir:

İslam Ümmeti, birçok dünya ülkesi gibi bu eşkiya güçlere boyun eğmektedir ve İslam Ümmeti de diğer birçok halk gibi, bedbahtlık, zillet ve köleleştirmenin tadını tatmaktadır. Yine siyasi, ekonomik, kültürel hatta bazı zamanlarda askeri işgallerin tüm şekilleri diğer insanlar gibi İslam Ümmeti’ne de uygulanmaktadır. Buna göre, kendisinden başkasını kurtarmayı talep etmektense kendisi başkasından bu istila ve nüfuzdan kurtulmayı talep etmesi daha uygun değil midir? Çünkü kendisi kurtulmaya diğer insanlardan daha fazla muhtaçtır. Kendisi bizzat kurtuluş yolunda yürümeye başladığında da mücadele edeceği eşkıya güçleri, kendi gücünden daha büyük bir güce sahip olduklarından dolayı, bu güçler ile çatışmaya nasıl güç yetirebilir?..

İnsanların birçoğu böyle bir soruyu ya kendilerine ya da başkalarına sorabilirler. Ancak, bu sorunun sorulması ya Müslümanların tabiatını bilmemekten ya da yanlış, yanıltıcı sözle saptırma gayretinden veyahut da çatışmada İslam’ın gücünün boyutunu kavrayamamaktan kaynaklanır.

İslam, insanın akide merkezine yerleşirse ve insanda çekirdeği oluşursa bu, o insanı kuvvetli insandan daha kuvvetli insana, yüksek insandan daha yüksek insana ve askerlerden, hikmet sahiplerinden, mütefekkirlerden daha büyük seviyeli bir kişiye çevirir. Bunun en güzel delili; İslam Akidesi’nin Arap ve Arap olmayanları halklar ve kabileler halinden, zirvede ve yüksek tepede oturmuş bulunan azametli bir ümmet haline getirmesidir. Daha sonra Haçlı savaşları tecrübesi; bu, ani olarak Müslümanlar üzerine doğan üstün bir gücü, Müslümanların tabiatında bulunan kuvvetli bir gücü orta yere çıkardı. O ise; Müslüman’ı, kölelikten efendiliğe, mağlubiyetten galibiyete ve en alçak seviyeden en yüksek seviyeye nakleden güçtür.

İslam’ın doğuşu ile Haçlı savaşları arasında zaman farkları ve olayların çeşitliliğinde değişiklikler bulunmasına rağmen Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi kimseler ancak Halid b. Velid ve Sa’d b. Ebu Vakkas gibi, kimselerdi. Müslümanların asaleti ise, zamandan daha derin asil, zaman ve mekana karşı sebattan daha sebatlıdır. Onların tabiatı asaletlerinin tabiatıdır. Asaletli kimse ise, ne kadar açlığa uğratılırsa ve ne kadar zulüm ve işkenceye uğratılırsa uğratılsın asaletli olarak kalır.

İnsanların benliğine bunu yerleştiren, kendisine inanan ve Risaletini yüklenen nesillerde böyle bir asaleti kazandıran ancak İslam’dır. Zaman ne kadar uzarsa uzasın ve ümmet ne kadar uyursa uyusun bu asaleti daha da derinleştiren şey işte budur!

Bunun etki gücü, görüş mesafesini yok eder. İdrak ve basireti aşar, hatta rüyaların mesafesini dahi aşar. Bu nedenle, İslam Ümmeti’nden sadece kendisini kurtarmayı düşünmesi istenilmez.

İslam Ümmeti’nden ancak dünyaya hidayeti yayması, dünyayı istila, işgal, zillet, kölelik, sömürü, zulüm, küfür ve dalalet kuşatmasından kurtarması için İslam Daveti’ni taşıması istenilir. Bundan dolayı, ümmetten sadece kendisini kurtarması değil, insanların tamamının kurtarılmasının istenilmesi daha doğrudur. Zira kendisi insanlara karşı sorumludur ve insanlar arasında hidayete yaymakla görevlidir.

İnsanlar tarafından, özel olarak da Müslümanlar tarafından kavranması gereken şey şudur: Şerlerin, kafirlerin sayılarının ve güçlerinin toplamı ne kadar olursa olsun İslam Ümmeti daima daha güçlüdür.

Bu, şu iki sebepten dolayıdır:

Birincisi; İslam Ümmeti’nin, hiçbir ümmet veya halkın sahip olamadığı insan, hayat ve kainat hakkında genel ve kapsamlı bir fikre sahip olmasıdır. Bu fikir ise, güçlü ve dinamiktir. Aynı zamanda bu fikir dünya hakkında, insanlar hakkında, devletler hakkında ve toplumlar hakkında, hakiki bir suret (tanımlama) verir. Ayrıca, kafir devletler ne kadar güçlü ve büyük olursa olsunlar, onların üzerine nasıl galip gelineceğinin doğru bir metodunu (yolunu) verir. Bu nedenle, bu külli fikre sahip olan İslam Ümmeti’nin sahip olduğu güçlerin yenilmez güçler olması, garip ve şaşılacak bir şey değildir.

İkincisi; İslam Ümmeti, başkalarının sahip olamadıkları maddi güçlerin sahibidir. Mülkiyeti altında bulunan bu güçler, hayli büyük güçlerdir ve bunun seviyesine herhangi bir kuvvet ulaşamaz. Bu güçlerin sahibi kendisidir ve kendi tasarrufundadır. Bu nedenle, gireceği çalışmanın durumu hangi halde olursa olsun ve çatışacağı güçler ne şekilde bulunursa bulunsun zafer kendisine vaat edilmiştir.

Konu tek bir konudur başka bir şey değildir. Bu ise, ancak İslam Ümmeti’dir. İslam Ümmeti ne zaman harekete geçerse kurtuluş olur. Ne zaman ayağa kalkarsa kalkınma gerçekleşir. Ne zaman şiddetini gösterirse zalimler ve gaddarlar kendisine secde ederek boyun eğerler. Meselenin tamamı harekete geçme, ayağa kalkma ve şiddet göstermektir. Bu, saadet ve ferahı oluşturur, güven ve istikrar getirir. İnsanlar ilerlemenin ve en iyi gelişmenin gölgesine girerler. İşte, meselenin özü budur! Yani İslam Ümmeti’nin harekete geçmesidir.

İslam Ümmeti, Muhammed (sav)’in Allah (cc)’ın Resulü ve Nebisi olduğuna ve bütün insanlar için gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyici olduğuna inanırken, kendisine karşı görevini ve insanlara karşı sorumlu olduğu görevini anlar. Kendisi Allah (cc)’ın Kitabı’na inandı ve bunu bildi. Yine Muhammed (sav)’in Sünneti ve Sireti’ne inandı ve bunu kavradı. Bu nedenle siyaset ve savaşın mefhumunu idrak eder, kafirlerin güçleriyle nasıl çatışacağını ve zalimlerin tahtını nasıl sarsacağını bilir. Yine Bedir Vakıası’nı bilir, bu savaşı idrak eder ve kalbinde ihya eder. Ticaret ve malı bırakarak, kibrin ve küfrün güçleri kat kat bile olsa, onlarla çatışmaya girmesi büyük bir şey değildir.

“Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 66)

İslam ümmeti Allah-u Teala’nın bu sözünü okurken düşmanların güçleri kendi güçlerinin iki katı da olsa, onlarla savaşmanın kendisine farz olduğunu bilir. Bunun farzların en hafifi olduğunun bilincindedir. Şer güçleri kendi güçlerinden daha fazla olsa da, onlara saldırmakta tereddüt etmez.

Aynı zamanda, Ahzab (Hendek) Gazvesi’ni ve çeşitli kabilelerden küfür güçlerinin İslam’ı yok etmek için Müslümanlara karşı nasıl toplandığını da bilir. Bütün dünyaya karşı tek başına durması, savaşmasının yanı sıra siyaseti takip etmesi, cihada hazırlanma ve gücünü korumakla birlikte dehasını göstermesi ve yeteneğini kullanması da şaşırtıcı bir şey değildir.

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın…” (Nisa 84)

Ümmet, Allah-u Teala’nın Resul (sav) bu hitabını okurken; kendisi savunma halindeyken, düşmanların güçleri ne kadar olursa olsun ve kendisi de ne kadar zayıf bulunursa bulunsun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmak uğruna ölünceye kadar savaşmanın gerekli olduğunu idrak eder.

Ümmet, Hudeybiye Umresini okurken; Resulullah (sav)’in Hayber ile Kureyş’in Medine’de kendisine saldırıp kendisini varlık sahasından yok etmek için aralarında bir pakt oluşturduklarına dair haber geldiğinde nasıl hareket ettiğini bilir. Bunu duyunca Kureyş’ le barış yapıp anlaşma imzalamak için umre yapmaya karar verdiğini, onunla anlaşma yapıp şerrinden emin olduktan sonra Hayber yahudilerine nasıl yöneldiğini ve savaşarak onları varlık sahasından nasıl yok ettiğini de bilir.

Ümmet bunları okurken; karşı devletlerin kendisini yok etmek üzere örgütleştiklerinde nasıl davranacağını ve düşmanların örgütleşmelerini engellemek, şerlerini uzaklaştırmak ve onları yok etmek için nasıl vuracağını öğrenir.

“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.” (Enfal 58)

Ümmet Allah-u Teala’nın bu sözünü okuyunca sözleşmelere ve anlaşmalara esir olmayacağını, sözüne sadık kalmakla beraber bir kötülük veya ihanet hissettiğinde hemen anlaşmaları bozmaya başvuracağını anlar.

Ümmet, Mekke’nin savaş ve barış ile birlikte fethedildiğini idrak eder. Resulullah (sav)’in Mekke’ye girdikten sonra Ensar'ı bana çağırın! dediğini, onları topladıktan sonra Kureyş’in şerrini defettiğini ve iki ellerini birbirine sürterek, Onları buğday gibi biçin! dediğini bilir. Böylece İslam orduları, bir memlekete girince o memleketin halkının İslam’a girmeyip de savaşmayı düşündüğünü veya ihanet edeceğini hissederse bu memleketin tamamen ezilmesi gerekli olduğunu ve son kuvvetlerini bitirinceye kadar onlarla savaşın devam etmesinin gerekli olduğunu öğrenir.

İşte, İslam Ümmeti bunların hepsini öğrenirken, zorunlu faktörler yüzünden, bazı geri adımlar atıldığını anlar. Bu durumda, bunlara karşı susmasının doğru olmadığını, aksine kendilerine karşı duracak ezici gücü hazırladıktan sonra mümkün olan en kısa zamanda bunları reddetmenin gerekli olduğunu kavrar.

Ayrıca, içinde birden fazla devletin veya Halife’nin bulunmasının, kendi bünyesinde veya memleketinde hayat hakkında İslam dışı mefhumların herhangi birisinin serbestçe bulunmasının veya yayılmasının ve İslam’ın sesi dışında başka herhangi bir sesin yükselmesinin doğru olmadığını da iyice anlar.

“İzzet ancak Allah’a, Rasul’üne ve müminlere aittir.” (Münafikun 8)

Yine ümmet, Allah-u Teala’nın bu sözünü okurken; İslam ülkesinde İslam’dan başka hiçbir izzetin bulunmadığını bilir.

İslam Ümmeti Kitab’ı, Sünneti ve Resulullah (sav)’in Sireti’ni okuyarak bunları hatırlarken şüphesiz ki; siyasetin ve savaşın sadece kendi bilgilerinden, incelemelerinden, tecrübelerinden veya ihtiyaçlarından değil de, ancak kendi akidesinden bir fikir, kendi Şeriatından bir hüküm ve kendisine yerleşmiş bir mefhum olarak kanına ve varlığına kök salmış olduğunu fark eder. O, büyük devletlerin siyasetini incelerken ancak şer’i fikirler ve hükümler ile vakıayı tedavi etmek için inceler. Siyaset ve savaş ile gerektiğinde onlara karşı koyar. Bunu yaparken hangi yol üzerinde ve nasıl yürüyeceğini bilir.

İngiltere’nin kendisini ancak halk olarak sömürdüğünü, Fransa’nın ise devlet olarak kendisine saldıracağını ve Rusya’nın halklar olmasına rağmen bir ümmet olarak nüfuzunu yayacağını görür. Böylece, bir ümmet vasfıyla sömürgecilik, saldırı, istila ve nüfuz yerleştirmede kendisinin hedef alındığını hisseder. Diğerlerinin sömürmeleri, saldırmaları, topraklarını istila etmeleri ve nüfuz yerleştirmelerinin ancak, kendi memleketlerini devletçiklere bölmekle, bütünlüğünü oluşturan halklarını birbirinden ayırmakla, dininin hayattan uzaklaştırılmasıyla mümkün olduğundan ve gücünün sırrından haberdardır.

İslam Ümmeti her ne kadar sömürülüyor, üzerine saldırılıyor, istila ediliyor ve kendi toprakları üzerinde nüfuz yayılıyor olsa da, asıl kastedilen ne sadece maddi yöndür ne de sadece İslam memleketlerinin servetlerinin çalınmasıdır. Vurgulanan yani kastedilen asıl sebep, ancak İslam Ümmeti’nin fikri ve siyasi olarak yenilmesi tamamlandıktan sonra yeniden ayağa kalkıp, fikri ve siyasi servetlerine sahip çıkmasının, sonra da bir nur ve hidayet olarak dünyaya İslam Risaleti’ni taşımasının önüne geçilmeye çalışılmasıdır ve de tüm şer güçleri parçalamasından, zalimlerin tahtlarını vurmasından korkulmasıdır.

İşte, esas ve asıl olan budur! Bu bütün meselenin gerçek yüzüdür. Mesele yalnızca sömürgecilik meselesi değil, aksine İslam Ümmeti’nin tekrar dünyaya İslam Risaleti’ni taşımaya başlamaması için İslam Ümmeti vasfını tamamen parçalayıp varlığını yok etme meselesidir.

Tarihin ve Müslümanların saptırılması meselesinin aslının bu olduğuna ve sadece sömürme veya servetler çalma olmadığına verilen deliller yeterlidir.

Tarihte olaylar, İslam Ümmeti üzerine üşüşen sömürgeci kafirlerin saldırılarının, istilalarının ve nüfuzunun gerçeğini kavramak için fazlasıyla yeterlidir. Bundan dolayı İslam memleketlerinin meselenin doğru yerine konulması, meselenin gerçek yüzünün bu açıdan gösterilmesi, başkası üzerine değil ancak ve ancak İslam ümmeti esası üzerine çalışılması zorunludur.

İslam Ümmeti’nin düşman kafir devletlerin sömürmesi, aziz bedenine saldırmasını, servetlerini istila etmesi ve topraklarında nüfuzunu yerleştirmesinin üzerinden yıllar geçti ve artık biz bu yılların sonundayız. Ümmeti katletmek, hararetini dindirmek ve harekete geçmesini önlemek üzere atılan kurşun artık menzilinin sonuna ulaştı. Kafir düşman ise, kurbanının ruhunu teslim etmek ve son nefesini vermek üzere olduğunu zannediyor. Oysa, ümmet hala canlıdır. Harareti yükselmiş ve gücü artmıştır. Bu sebeple onun harekete geçmesi, öncesinden daha kolaylaştı ve başarılı olmaya çok daha yakın oldu. Dünyanın, Ümmete ve Davetine olan ihtiyacı açlık haline geldi. Bundan dolayı, İslam Ümmeti’nin bu bedbaht dünyayı kurtarmak için harekete geçmesi, öne çıkması ve kuvvetli şekilde ayağa kalkmasının zamanı geldi.

İslam Ümmeti’ne düşmanlarının saldırıları, Hicri 11. (M. 17.) yüzyıldan sonra başlamıştı. Bu saldırılar, İslam Ümmeti en güçlü halindeyken ve yüksekliği en son zirvedeyken başlamıştı. O zamanlar İslam ordusunun yenilmez bir ordu olduğu, açıkça biliniyordu. Ancak bu saldırılar İslam Ümmeti’nin fertlerine ve İslam toplumuna, fikri bir saldırı olarak başlamıştı. Daha sonra Avrupa’da sanayi devrimi gerçekleşince düşmanlar bunu altın bir fırsat olarak değerlendirip, fikri saldırı için bir vesile ve siyasi saldırı için bir davet olarak, askeri saldırı için de bir güç olarak kullandılar. Hilafeti bitirmek için yetersiz kaldıklarını hissettiklerinde de başka bir üslup kullandılar. Bu üslup, ümmeti kenardan/en dış sınırından başlamak üzere parçalamaktı. Müslümanların Halifesi üzerine saldırabilmek için İslam ülkelerini memleket memleket parçalamaya başladılar.

Napolyon Mısır’a saldırdığı ve işgal ettiği zaman, ordusunun komutan ve kurmaylarını geniş bir odada topladı. Bu odaya büyük bir seccade yayıp bu seccadenin ortasına bir şapka koyarak komutanlarına şöyle dedi: “Bu şapkayı bana hanginiz getirebilir?” Bir komutan getirmek için yürüdü. Napolyon ona; “Seccade üzerinde yürüme!” dedi. Başka bir komutan uzun bir sopa ile almayı denedi. Napolyon ona; kendi eliyle getirmesini söyledi. Böylece birkaç komutan bu şapkayı yerinden almaya çalıştılar. Napolyon’un istediği şekilde onu getirmekte hiçbiri başarılı olamadı. Napolyon onlara şöyle dedi: “Seccadeyi sararsak şapkayı alırız.” Ve onlara bakarak şöyle dedi: “Bu şapka Hilafet gibi ve bu seccade de İslam ülkeleri gibidir. Bu şapkayı el ile alabilmek ancak seccadenin sarılmasıyla mümkün olur. Böylece Hilafet’i yok etmek, ancak seccadenin sarılması gerektiği gibi, İslam ülkelerinin memleket memleket alınmasıyla mümkün olur. Daha sonra Hilafet’in yok edilmesi kolaylaşır. İşte, biz Mısır’ı aldık. Bundan sonra Şam ülkelerini alırız ve böylece Hilafet yok olana kadar böyle yaparız.

Böylece, Batılı kafir devletler İslam memleketlerini Birinci Dünya Savaşı olana kadar parçalamayı sürdürdüler. Bu savaş sonunda önce İslam memleketlerini sömürgeleştirerek, daha sonra devletçikler halinde bölmeyi ve Müslümanların saflarını halklara, kavimlere ve milliyetlere ayırmayı başardıktan sonra İslam Ümmeti’nin parçalanmasında ve Hilafet’in yok edilmesinde güç sahibi oldular. İslam Ümmeti’ni istila edip parçalayabildiler. Şimdi de son nefesini verdirmek için saldırı girişimi üzerindedirler.

İslam Ümmeti için seçilen bu aşamalar artık sona erdi. Çünkü, düşmanların güçlerinin -bizim bir maddi kuvvetimiz olmadığı halde- sadece maddi ve askeri güçle sınırlı olduğu ortaya çıktı. Fikri bozukluğu ve hayata bakış açısının fesatlığı bütün insanlara göründü. Ajanları zayıfladı ve deşifre edildi. Hatta bunların yalancılıkları ve saptırmaları, kendi tebaalarına ve kendilerinden menfaat alanlara bile gizli kalmadı. Bu düşmanların kendilerini örtmeyen, yırtılmış, şeffaf elbiseleri, nüfuzlarını ve komplolarını gizleyemedi. İsrail, Kıbrıs ve Lübnan gibi, kendileri için yaptıkları köprülerin üzerine oturduğu temeller sarsıntıya uğradı. Bundan dolayı, sadece düşmanların İslam ülkelerinden sökülmesi ve İslam Ümmeti üzerindeki kabusun kaldırılması fırsatı değil, bununla beraber dünyaya İslam davetini taşımak fırsatı da doğdu. Bu fırsat ise elverişli bir fırsattır. Bu fırsat, her geçen gün daha da güçlenir. Çünkü, düşmanların açığa çıkartılması ve aldatmalarının gün yüzüne çıkarılması yoğunlaşır. Artık onların pis ellerinin üzerimizden çekilmesi görünür şekilde artmaktadır. Bunun için şüphesiz ki İslam Ümmeti harekete geçecek, şüphesiz ki ileriye gidecek, şüphesiz ki kuvvetli bir atılım yapacaktır. Kendisi geçmişteki ve şu andaki düşmanlarının aldatma ve vurmalarını görüyor. Bu kudurmuş düşmanların entrika ve komplolarının ne dereceye vardığını biliyor. İşte bu durumlar, izzetli bir zaferin geleceğine olan güvenimizi daha da kesinleştiriyor.

“Şüphesiz O’nun vaadi yerini bulacaktır.” (Meryem 61)

YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004

Yukarı