Bütün
devletler İslâm'a düşmandır. Çünkü, onlar İslâm ile çelişkili
dinler ve ideolojilere inanmaktadırlar. Onların hayata bakış açıları
İslâm'ın hayata bakış açısıyla çelişmektedir. Özellikle
büyük devletlerin İslâm memleketlerine yönelik hırs ve arzuları
diğerlerinden daha fazladır. Bunun için İslâm ümmetini yok
etmek amacıyla İslâm Devleti'ni yok ettiler. Diğer ümmetler
arasında İslâm ümmetinin büyük ve güçlü bir ümmet haline
gelmesini engellemek, İslâm Devleti'nin hayata yeniden dönmesine
engel olmak için birçok plânlar çizdiler. İslâm ümmeti
harekete geçmeden önce İslâm Devleti'ni kendi beşiğinde
öldürmek için çabalar sarf edip plânlar yaptılar. İslâm
Devleti var olduğu müddetçe ve o düşman devletler, halklar ve
hatta fertler de kuvvetli oldukları müddetçe İslâm ümmetine
karşı bütün varlığı ve kuvveti ile direnmeye gayret sarf
edecekler.
-Milliyetçilik
fikri Osmanlı Devleti'nden Balkanları kopardı ve Arap
memleketleri ile Türk memleketlerini birbirinden ayırmak da
kuvvetli bir etken oldu.
-Demokratik
fikirler ve Batı hadareti ise İslam ülkelerinin Batıya
bağlanmalarını devam ettiren ve Batıdan ayrılmamalarını
sağlayan etkenlerdir.
Muaviye
iktidarı ele geçirip veliaht düzenini icat ettiği zaman İslam düşüncesinde
hasıl olan içtihat komünist düşüncesinde hasıl olan içtihat
gibi değildi. Ya da Osmanlı Devleti liderliği ele geçirip
devleti Osmanlı veya Türk devleti haline çevirdiği zaman İslam
düşüncesi, komünizm düşüncesinin konumunda değildi. Zira
İslam düşüncesine ümmet, kesin bir şekilde yerleşmiş bir
akide olarak inanıyordu. Bunda Arap ile Fars arasında, Türk ile
Hintliler arasında veya Avrupalı veya Asyalı ile Afrikalılar arasında
fark yoktur. Bunun için, yöneticilerin davranışları ve
izledikleri dış siyaset ümmeti etkilemedi. Hatta İslam Devleti
tamamen yok olmasına, İslam’ın ve Müslümanların otoritesi
tamamen yok olmasına rağmen ve Müslümanlar onlarca veya bazen
yüzlerce sene düşmanları olan kafirlerin istilası altına düşmelerine
rağmen ümmet etkilenmedi.
Dünyayı
bugün içinde bulunduğu girdaptan kurtaracak olan yine İslam
nizamıdır. Bu tek bir yoldur, ikinci bir yolu yoktur. Bu ise,
akıl üzerine kurulu -duyu organlarıyla hissedilebilen- maddeyi
veya vakıayı düşüncenin kaynağı değil ancak düşüncenin
konusu yapan, siyasi bir akide, fıtrata uygun bir kaide ve hayat
hakkında bir bakış açısı olacak insan, hayat ve kainat hakkında
genel ve kapsamlı bir fikir ortaya koymaktır. Bu fikir veya daha
doğrusu, bu siyasi akide dünyayı altında kaldığı zulümden
kurtaracak, istila ve sömürme üzerinde egemen olan nüfuzdan
kurtaracak tek şeydir.
İslam
Ümmeti, İslam akidesine insan, hayat ve kainat hakkında kapsamlı
genel bir fikir, fikri kaide, fikri liderlik ve hayat hakkında
belirli bir bakış açısı olarak inanmaktadır. Diğer taraftan dünyanın
tamamının dalgalanmalar içerisinde olduğunu görmektedir.
Kendisi de siyasi ve ekonomik zulmün altında ezildiği, azgın
saldırgan bir gücün köleliğine boyun eğdiği, bedbahtlık, köleleşme
ve hezimet kabusu altında inlediği için dünyaya hidayeti, nuru
ve saadeti taşıyarak, onu fesadın ve sapıklığın karanlıklarından
kurtarıp çıkartma görevini kendi omuzları üzerine alması
farzdır. Ümmete, sömürgeci zalimlerin saldırıları ve
baskıları altında bulunsa da, sadece kendisini düşünmesi artık
caiz değildir. Çünkü, bencillik onun inandığı akideden
uzaktır. Bu, sahip olduğu ve kalbinin özünde bulunan değerler
ve fikirlere garip gelir. Kendisi bu dünyadan bir parçadır ve
insanlığa ancak hidayet götürmek için var edilmiştir. Artık
İslam Akide’sine inandıktan sonra insanlığı bedbahtlıktan
kurtarmak, onlara isabet eden zulüm ve huzursuzluğu defetmek,
üzerlerindeki zilleti ve köleliliği kaldırmak İslam Ümmeti’ne
yüklenen bir farz oldu.
İslam
Ümmeti ise, hayat hakkında temel bir fikre yani siyasi bir fikre
inanmaktadır. Bir ümmet doğru bir fikirle beraber metoduna sahip
olursa şüphesiz ki, hayır dağıtmaya ve bu fikri liderliği
taşımaya ehil ve layık olur. Buna göre İslam Ümmeti, doğru
kalkınmayı gerçekleştirmeye ve diğer birçok hayrın kaynağı
olmaya, bunu insanlara fikri liderlik ve bir hayata bakış açısı
olarak taşımaya layık olan ve gücü yeten tek ümmettir.
İslam
Ümmeti tüm tarihi boyunca, herhangi bir ümmet tarafından hiçbir
zaman yenilgiye uğratılmadı. Halklar ve ümmetlerin güçleri ne
kadar olursa olsun, onlarla çatışmasında kesinlikle yenilgiye
uğramayacaktır. Bu nedenle, kendisini istila eden devletlerin güçleri
ne kadar olursa olsun dünyayı onlardan kurtarma gücüne sahiptir.
Haçlı savaşları ki, bu savaşlar bir yüzyıldan daha fazla sürmesine
rağmen nihai zafer Müslümanların olmasından çok, Avrupa
halklarının hepsi İslam ümmeti ile savaşa kalkışmalarına
rağmen İslam Ümmeti, Batı ile İslam Ümmeti sıfatıyla
çatışmadı. Zira gerçekte savaş, Şam ve Mısır ülkeleriyle sınırlı
kalmıştı, savaşanlar Şam ve Mısır halkıydı, galip gelenler
de Şam ve Mısır halkıydı. Nitekim İslam Ümmeti, devletlere
benzeyen vilayetlere dağılmıştı ve Müslümanların Halifesinin
bu vilayetler üzerinde tam bir otoritesi yoktu. İslam Ümmeti,
haçlılarla bir savaşa girmedi, sadece Şam ve Mısır beldeleri
girdiler. Diğer birçok vilayet bu savaşa katılmış değildiler.
Çünkü diğer valiler kendi sultalarını yerleştirmekle meşgul
olmaktan çok, kafirlerle cihat etmenin farz-ı kifaye olduğunu görüyorlardı.
Şam ve Mısır halkları, kafirlerin gözlerini İslam
ülkelerinden geri çevirmeye yeterdi ve bilfiil yeterliydiler.
Bundan dolayı, nihai zafer Müslümanların oldu. Mısır ve Şam
ülkelerinden haçlılar kovulup, bu ülkelere yeniden İslam
otoritesi geldi.
İslam
Ümmeti, İslam Ümmeti sıfatıyla tarihinde kesin olarak hiç
yenilmedi. İslam Ümmeti sıfatıyla, bütün çağlarda ve bütün
savaşlarda kesin zafer bayrağı kendi elinde dalgalanıyordu.
Nitekim o zamanda bilinen eski dünya ülkelerinin çoğunu fethedip
bu geniş sahada İslam Alemi’ni oluşturdu. Bundan dolayı,
İslam Ümmeti yeniden İslam Ümmeti sıfatını sahip
olursa bu dünyayı, üzerinde egemenlik kuran ve kendisine musallat
olan bu bedbahtlık, zillet ve köleleştirme renklerini gösteren
bu eşkıya güçlerden kurtarmaya mutlaka güç yetirecektir.
Birçok
kimse şöyle bir soru sorabilir:
İslam
Ümmeti, birçok dünya ülkesi gibi bu eşkiya güçlere boyun eğmektedir
ve İslam Ümmeti de diğer birçok halk gibi, bedbahtlık, zillet
ve köleleştirmenin tadını tatmaktadır. Yine siyasi, ekonomik, kültürel
hatta bazı zamanlarda askeri işgallerin tüm şekilleri diğer
insanlar gibi İslam Ümmeti’ne de uygulanmaktadır. Buna göre,
kendisinden başkasını kurtarmayı talep etmektense kendisi başkasından
bu istila ve nüfuzdan kurtulmayı talep etmesi daha uygun değil
midir? Çünkü kendisi kurtulmaya diğer insanlardan daha fazla
muhtaçtır. Kendisi bizzat kurtuluş yolunda yürümeye başladığında
da mücadele edeceği eşkıya güçleri, kendi gücünden daha
büyük bir güce sahip olduklarından dolayı, bu güçler ile çatışmaya
nasıl güç yetirebilir?..
İnsanların
birçoğu böyle bir soruyu ya kendilerine ya da başkalarına
sorabilirler. Ancak, bu sorunun sorulması ya Müslümanların
tabiatını bilmemekten ya da yanlış, yanıltıcı sözle saptırma
gayretinden veyahut da çatışmada İslam’ın gücünün boyutunu
kavrayamamaktan kaynaklanır.
İslam,
insanın akide merkezine yerleşirse ve insanda çekirdeği
oluşursa bu, o insanı kuvvetli insandan daha kuvvetli insana,
yüksek insandan daha yüksek insana ve askerlerden, hikmet
sahiplerinden, mütefekkirlerden daha büyük seviyeli bir kişiye
çevirir. Bunun en güzel delili; İslam Akidesi’nin Arap ve Arap
olmayanları halklar ve kabileler halinden, zirvede ve yüksek
tepede oturmuş bulunan azametli bir ümmet haline getirmesidir.
Daha sonra Haçlı savaşları tecrübesi; bu, ani olarak
Müslümanlar üzerine doğan üstün bir gücü, Müslümanların
tabiatında bulunan kuvvetli bir gücü orta yere çıkardı. O ise;
Müslüman’ı, kölelikten efendiliğe, mağlubiyetten galibiyete
ve en alçak seviyeden en yüksek seviyeye nakleden güçtür.
İslam’ın
doğuşu ile Haçlı savaşları arasında zaman farkları ve
olayların çeşitliliğinde değişiklikler bulunmasına rağmen
Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi kimseler ancak Halid b.
Velid ve Sa’d b. Ebu Vakkas gibi, kimselerdi. Müslümanların
asaleti ise, zamandan daha derin asil, zaman ve mekana karşı
sebattan daha sebatlıdır. Onların tabiatı asaletlerinin
tabiatıdır. Asaletli kimse ise, ne kadar açlığa uğratılırsa
ve ne kadar zulüm ve işkenceye uğratılırsa uğratılsın
asaletli olarak kalır.
İnsanların
benliğine bunu yerleştiren, kendisine inanan ve Risaletini yüklenen
nesillerde böyle bir asaleti kazandıran ancak İslam’dır. Zaman
ne kadar uzarsa uzasın ve ümmet ne kadar uyursa uyusun bu asaleti
daha da derinleştiren şey işte budur!
Bunun
etki gücü, görüş mesafesini yok eder. İdrak ve basireti aşar,
hatta rüyaların mesafesini dahi aşar. Bu nedenle, İslam Ümmeti’nden
sadece kendisini kurtarmayı düşünmesi istenilmez.
İslam
Ümmeti’nden ancak dünyaya hidayeti yayması, dünyayı istila,
işgal, zillet, kölelik, sömürü, zulüm, küfür ve dalalet kuşatmasından
kurtarması için İslam Daveti’ni taşıması istenilir. Bundan
dolayı, ümmetten sadece kendisini kurtarması değil, insanların
tamamının kurtarılmasının istenilmesi daha doğrudur. Zira
kendisi insanlara karşı sorumludur ve insanlar arasında hidayete
yaymakla görevlidir.
İnsanlar
tarafından, özel olarak da Müslümanlar tarafından kavranması
gereken şey şudur: Şerlerin, kafirlerin sayılarının ve güçlerinin
toplamı ne kadar olursa olsun İslam Ümmeti daima daha
güçlüdür.
Bu,
şu iki sebepten dolayıdır:
Birincisi;
İslam Ümmeti’nin, hiçbir ümmet veya halkın sahip olamadığı
insan, hayat ve kainat hakkında genel ve kapsamlı bir fikre sahip
olmasıdır. Bu fikir ise, güçlü ve dinamiktir. Aynı zamanda bu
fikir dünya hakkında, insanlar hakkında, devletler hakkında ve
toplumlar hakkında, hakiki bir suret (tanımlama) verir. Ayrıca,
kafir devletler ne kadar güçlü ve büyük olursa olsunlar, onların
üzerine nasıl galip gelineceğinin doğru bir metodunu (yolunu)
verir. Bu nedenle, bu külli fikre sahip olan İslam Ümmeti’nin
sahip olduğu güçlerin yenilmez güçler olması, garip ve
şaşılacak bir şey değildir.
İkincisi;
İslam Ümmeti, başkalarının sahip olamadıkları maddi güçlerin
sahibidir. Mülkiyeti altında bulunan bu güçler, hayli büyük
güçlerdir ve bunun seviyesine herhangi bir kuvvet ulaşamaz. Bu güçlerin
sahibi kendisidir ve kendi tasarrufundadır. Bu nedenle, gireceği
çalışmanın durumu hangi halde olursa olsun ve çatışacağı güçler
ne şekilde bulunursa bulunsun zafer kendisine vaat edilmiştir.
Konu
tek bir konudur başka bir şey değildir. Bu ise, ancak İslam
Ümmeti’dir. İslam Ümmeti ne zaman harekete geçerse kurtuluş
olur. Ne zaman ayağa kalkarsa kalkınma gerçekleşir. Ne zaman
şiddetini gösterirse zalimler ve gaddarlar kendisine secde ederek
boyun eğerler. Meselenin tamamı harekete geçme, ayağa kalkma ve
şiddet göstermektir. Bu, saadet ve ferahı oluşturur, güven ve
istikrar getirir. İnsanlar ilerlemenin ve en iyi gelişmenin gölgesine
girerler. İşte, meselenin özü budur! Yani İslam Ümmeti’nin
harekete geçmesidir.
İslam
Ümmeti, Muhammed (sav)’in Allah (cc)’ın Resulü ve Nebisi olduğuna
ve bütün insanlar için gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyici
olduğuna inanırken, kendisine karşı görevini ve insanlara karşı
sorumlu olduğu görevini anlar. Kendisi Allah (cc)’ın Kitabı’na
inandı ve bunu bildi. Yine Muhammed (sav)’in Sünneti ve Sireti’ne
inandı ve bunu kavradı. Bu nedenle siyaset ve savaşın mefhumunu
idrak eder, kafirlerin güçleriyle nasıl çatışacağını ve
zalimlerin tahtını nasıl sarsacağını bilir. Yine Bedir Vakıası’nı
bilir, bu savaşı idrak eder ve kalbinde ihya eder. Ticaret ve malı
bırakarak, kibrin ve küfrün güçleri kat kat bile olsa, onlarla
çatışmaya girmesi büyük bir şey değildir.
“Şimdi
Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O
halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye
galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle
(onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle
beraberdir.” (Enfal 66)
İslam
ümmeti Allah-u Teala’nın bu sözünü okurken düşmanların güçleri
kendi güçlerinin iki katı da olsa, onlarla savaşmanın kendisine
farz olduğunu bilir. Bunun farzların en hafifi olduğunun
bilincindedir. Şer güçleri kendi güçlerinden daha fazla olsa
da, onlara saldırmakta tereddüt etmez.
Aynı
zamanda, Ahzab (Hendek) Gazvesi’ni ve çeşitli kabilelerden küfür
güçlerinin İslam’ı yok etmek için Müslümanlara karşı
nasıl toplandığını da bilir. Bütün dünyaya karşı tek
başına durması, savaşmasının yanı sıra siyaseti takip
etmesi, cihada hazırlanma ve gücünü korumakla birlikte dehasını
göstermesi ve yeteneğini kullanması da şaşırtıcı bir şey
değildir.
“Artık
Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu
tutulmazsın…” (Nisa 84)
Ümmet,
Allah-u Teala’nın Resul (sav) bu hitabını okurken; kendisi
savunma halindeyken, düşmanların güçleri ne kadar olursa olsun
ve kendisi de ne kadar zayıf bulunursa bulunsun, düşmanı
kendisinden uzaklaştırmak uğruna ölünceye kadar savaşmanın
gerekli olduğunu idrak eder.
Ümmet,
Hudeybiye Umresini okurken; Resulullah (sav)’in Hayber ile Kureyş’in
Medine’de kendisine saldırıp kendisini varlık sahasından yok
etmek için aralarında bir pakt oluşturduklarına dair haber
geldiğinde nasıl hareket ettiğini bilir. Bunu duyunca Kureyş’
le barış yapıp anlaşma imzalamak için umre yapmaya karar verdiğini,
onunla anlaşma yapıp şerrinden emin olduktan sonra Hayber
yahudilerine nasıl yöneldiğini ve savaşarak onları varlık
sahasından nasıl yok ettiğini de bilir.
Ümmet
bunları okurken; karşı devletlerin kendisini yok etmek üzere
örgütleştiklerinde nasıl davranacağını ve düşmanların
örgütleşmelerini engellemek, şerlerini uzaklaştırmak ve
onları yok etmek için nasıl vuracağını öğrenir.
“(Antlaşma
yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de
(onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine
bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.” (Enfal 58)
Ümmet
Allah-u Teala’nın bu sözünü okuyunca sözleşmelere ve
anlaşmalara esir olmayacağını, sözüne sadık kalmakla beraber
bir kötülük veya ihanet hissettiğinde hemen anlaşmaları
bozmaya başvuracağını anlar.
Ümmet,
Mekke’nin savaş ve barış ile birlikte fethedildiğini idrak
eder. Resulullah (sav)’in Mekke’ye girdikten sonra Ensar'ı
bana çağırın! dediğini, onları topladıktan sonra Kureyş’in
şerrini defettiğini ve iki ellerini birbirine sürterek, Onları
buğday gibi biçin! dediğini bilir. Böylece İslam orduları,
bir memlekete girince o memleketin halkının İslam’a girmeyip de
savaşmayı düşündüğünü veya ihanet edeceğini hissederse bu
memleketin tamamen ezilmesi gerekli olduğunu ve son kuvvetlerini
bitirinceye kadar onlarla savaşın devam etmesinin gerekli olduğunu
öğrenir.
İşte,
İslam Ümmeti bunların hepsini öğrenirken, zorunlu faktörler
yüzünden, bazı geri adımlar atıldığını anlar. Bu durumda,
bunlara karşı susmasının doğru olmadığını, aksine
kendilerine karşı duracak ezici gücü hazırladıktan sonra mümkün
olan en kısa zamanda bunları reddetmenin gerekli olduğunu kavrar.
Ayrıca,
içinde birden fazla devletin veya Halife’nin bulunmasının,
kendi bünyesinde veya memleketinde hayat hakkında İslam dışı
mefhumların herhangi birisinin serbestçe bulunmasının veya
yayılmasının ve İslam’ın sesi dışında başka herhangi bir
sesin yükselmesinin doğru olmadığını da iyice anlar.
“İzzet
ancak Allah’a, Rasul’üne ve müminlere aittir.” (Münafikun
8)
Yine
ümmet, Allah-u Teala’nın bu sözünü okurken; İslam ülkesinde
İslam’dan başka hiçbir izzetin bulunmadığını bilir.
İslam
Ümmeti Kitab’ı, Sünneti ve Resulullah (sav)’in Sireti’ni
okuyarak bunları hatırlarken şüphesiz ki; siyasetin ve savaşın
sadece kendi bilgilerinden, incelemelerinden, tecrübelerinden veya
ihtiyaçlarından değil de, ancak kendi akidesinden bir fikir,
kendi Şeriatından bir hüküm ve kendisine yerleşmiş bir mefhum
olarak kanına ve varlığına kök salmış olduğunu fark eder. O,
büyük devletlerin siyasetini incelerken ancak şer’i fikirler ve
hükümler ile vakıayı tedavi etmek için inceler. Siyaset ve savaş
ile gerektiğinde onlara karşı koyar. Bunu yaparken hangi yol
üzerinde ve nasıl yürüyeceğini bilir.
İngiltere’nin
kendisini ancak halk olarak sömürdüğünü, Fransa’nın ise
devlet olarak kendisine saldıracağını ve Rusya’nın halklar
olmasına rağmen bir ümmet olarak nüfuzunu yayacağını görür.
Böylece, bir ümmet vasfıyla sömürgecilik, saldırı, istila ve
nüfuz yerleştirmede kendisinin hedef alındığını hisseder.
Diğerlerinin sömürmeleri, saldırmaları, topraklarını istila
etmeleri ve nüfuz yerleştirmelerinin ancak, kendi memleketlerini
devletçiklere bölmekle, bütünlüğünü oluşturan halklarını
birbirinden ayırmakla, dininin hayattan uzaklaştırılmasıyla mümkün
olduğundan ve gücünün sırrından haberdardır.
İslam
Ümmeti her ne kadar sömürülüyor, üzerine saldırılıyor,
istila ediliyor ve kendi toprakları üzerinde nüfuz yayılıyor
olsa da, asıl kastedilen ne sadece maddi yöndür ne de sadece
İslam memleketlerinin servetlerinin çalınmasıdır. Vurgulanan
yani kastedilen asıl sebep, ancak İslam Ümmeti’nin fikri ve
siyasi olarak yenilmesi tamamlandıktan sonra yeniden ayağa kalkıp,
fikri ve siyasi servetlerine sahip çıkmasının, sonra da bir nur
ve hidayet olarak dünyaya İslam Risaleti’ni taşımasının
önüne geçilmeye çalışılmasıdır ve de tüm şer güçleri
parçalamasından, zalimlerin tahtlarını vurmasından
korkulmasıdır.
İşte,
esas ve asıl olan budur! Bu bütün meselenin gerçek yüzüdür.
Mesele yalnızca sömürgecilik meselesi değil, aksine İslam
Ümmeti’nin tekrar dünyaya İslam Risaleti’ni taşımaya
başlamaması için İslam Ümmeti vasfını tamamen parçalayıp
varlığını yok etme meselesidir.
Tarihin
ve Müslümanların saptırılması meselesinin aslının bu
olduğuna ve sadece sömürme veya servetler çalma olmadığına
verilen deliller yeterlidir.
Tarihte
olaylar, İslam Ümmeti üzerine üşüşen sömürgeci kafirlerin
saldırılarının, istilalarının ve nüfuzunun gerçeğini
kavramak için fazlasıyla yeterlidir. Bundan dolayı İslam
memleketlerinin meselenin doğru yerine konulması, meselenin gerçek
yüzünün bu açıdan gösterilmesi, başkası üzerine değil
ancak ve ancak İslam ümmeti esası üzerine çalışılması
zorunludur.
İslam
Ümmeti’nin düşman kafir devletlerin sömürmesi, aziz bedenine
saldırmasını, servetlerini istila etmesi ve topraklarında nüfuzunu
yerleştirmesinin üzerinden yıllar geçti ve artık biz bu
yılların sonundayız. Ümmeti katletmek, hararetini dindirmek ve
harekete geçmesini önlemek üzere atılan kurşun artık
menzilinin sonuna ulaştı. Kafir düşman ise, kurbanının ruhunu
teslim etmek ve son nefesini vermek üzere olduğunu zannediyor.
Oysa, ümmet hala canlıdır. Harareti yükselmiş ve gücü artmıştır.
Bu sebeple onun harekete geçmesi, öncesinden daha kolaylaştı ve
başarılı olmaya çok daha yakın oldu. Dünyanın, Ümmete ve
Davetine olan ihtiyacı açlık haline geldi. Bundan dolayı, İslam
Ümmeti’nin bu bedbaht dünyayı kurtarmak için harekete
geçmesi, öne çıkması ve kuvvetli şekilde ayağa kalkmasının
zamanı geldi.
İslam
Ümmeti’ne düşmanlarının saldırıları, Hicri 11. (M. 17.) yüzyıldan
sonra başlamıştı. Bu saldırılar, İslam Ümmeti en güçlü
halindeyken ve yüksekliği en son zirvedeyken başlamıştı. O
zamanlar İslam ordusunun yenilmez bir ordu olduğu, açıkça
biliniyordu. Ancak bu saldırılar İslam Ümmeti’nin fertlerine
ve İslam toplumuna, fikri bir saldırı olarak başlamıştı. Daha
sonra Avrupa’da sanayi devrimi gerçekleşince düşmanlar bunu
altın bir fırsat olarak değerlendirip, fikri saldırı için bir
vesile ve siyasi saldırı için bir davet olarak, askeri saldırı
için de bir güç olarak kullandılar. Hilafeti bitirmek için
yetersiz kaldıklarını hissettiklerinde de başka bir üslup
kullandılar. Bu üslup, ümmeti kenardan/en dış sınırından
başlamak üzere parçalamaktı. Müslümanların Halifesi üzerine
saldırabilmek için İslam ülkelerini memleket memleket
parçalamaya başladılar.
Napolyon
Mısır’a saldırdığı ve işgal ettiği zaman, ordusunun
komutan ve kurmaylarını geniş bir odada topladı. Bu odaya büyük
bir seccade yayıp bu seccadenin ortasına bir şapka koyarak
komutanlarına şöyle dedi: “Bu şapkayı bana hanginiz
getirebilir?” Bir komutan getirmek için yürüdü. Napolyon
ona; “Seccade üzerinde yürüme!” dedi. Başka bir
komutan uzun bir sopa ile almayı denedi. Napolyon ona; kendi eliyle
getirmesini söyledi. Böylece birkaç komutan bu şapkayı yerinden
almaya çalıştılar. Napolyon’un istediği şekilde onu
getirmekte hiçbiri başarılı olamadı. Napolyon onlara şöyle
dedi: “Seccadeyi sararsak şapkayı alırız.” Ve onlara
bakarak şöyle dedi: “Bu şapka Hilafet gibi ve bu seccade de
İslam ülkeleri gibidir. Bu şapkayı el ile alabilmek ancak
seccadenin sarılmasıyla mümkün olur. Böylece Hilafet’i yok
etmek, ancak seccadenin sarılması gerektiği gibi, İslam
ülkelerinin memleket memleket alınmasıyla mümkün olur. Daha
sonra Hilafet’in yok edilmesi kolaylaşır. İşte, biz Mısır’ı
aldık. Bundan sonra Şam ülkelerini alırız ve böylece Hilafet
yok olana kadar böyle yaparız.
Böylece,
Batılı kafir devletler İslam memleketlerini Birinci Dünya Savaşı
olana kadar parçalamayı sürdürdüler. Bu savaş sonunda önce
İslam memleketlerini sömürgeleştirerek, daha sonra devletçikler
halinde bölmeyi ve Müslümanların saflarını halklara, kavimlere
ve milliyetlere ayırmayı başardıktan sonra İslam Ümmeti’nin
parçalanmasında ve Hilafet’in yok edilmesinde güç sahibi
oldular. İslam Ümmeti’ni istila edip parçalayabildiler. Şimdi
de son nefesini verdirmek için saldırı girişimi üzerindedirler.
İslam
Ümmeti için seçilen bu aşamalar artık sona erdi. Çünkü, düşmanların
güçlerinin -bizim bir maddi kuvvetimiz olmadığı halde- sadece
maddi ve askeri güçle sınırlı olduğu ortaya çıktı. Fikri
bozukluğu ve hayata bakış açısının fesatlığı bütün
insanlara göründü. Ajanları zayıfladı ve deşifre edildi.
Hatta bunların yalancılıkları ve saptırmaları, kendi
tebaalarına ve kendilerinden menfaat alanlara bile gizli kalmadı.
Bu düşmanların kendilerini örtmeyen, yırtılmış, şeffaf
elbiseleri, nüfuzlarını ve komplolarını gizleyemedi. İsrail,
Kıbrıs ve Lübnan gibi, kendileri için yaptıkları köprülerin
üzerine oturduğu temeller sarsıntıya uğradı. Bundan dolayı,
sadece düşmanların İslam ülkelerinden sökülmesi ve İslam
Ümmeti üzerindeki kabusun kaldırılması fırsatı değil,
bununla beraber dünyaya İslam davetini taşımak fırsatı da
doğdu. Bu fırsat ise elverişli bir fırsattır. Bu fırsat, her
geçen gün daha da güçlenir. Çünkü, düşmanların açığa çıkartılması
ve aldatmalarının gün yüzüne çıkarılması yoğunlaşır. Artık
onların pis ellerinin üzerimizden çekilmesi görünür şekilde
artmaktadır. Bunun için şüphesiz ki İslam Ümmeti harekete
geçecek, şüphesiz ki ileriye gidecek, şüphesiz ki kuvvetli bir
atılım yapacaktır. Kendisi geçmişteki ve şu andaki düşmanlarının
aldatma ve vurmalarını görüyor. Bu kudurmuş düşmanların
entrika ve komplolarının ne dereceye vardığını biliyor. İşte
bu durumlar, izzetli bir zaferin geleceğine olan güvenimizi daha
da kesinleştiriyor.
“Şüphesiz
O’nun vaadi yerini bulacaktır.” (Meryem 61)
|