Ana Sayfa YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004 E-Mail

Globalizm

(2. Bölüm)

Muhammed G.

Globalizmin gerçek yüzü:

Globalizmin gerçek yüzü işte budur. Globalizmin yol açtığı felaketlere şahit olmak için Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Endonezya, Türkiye veya Latin Amerika’ya gitmek yeterlidir.

Bir yönüyle mesafenin/mekanın yok olması anlamına da gelen küreselleşme, aynı zamanda, ulusal toplumların sınırlarını aşan bir “dünya toplumu”nun oluşmasını teşvik eden dinamikler de içermektedir.

Bir müddet önce bir Batılı, globalizmin etkilerini görmek için Latin Amerika’yı dolaştı. Bu Batılının konuştuğu sıradan insanlar, bu yolu/globalleşmeyi izleyen politikacılardan ve kamu şirketlerini satın alan yatırımcıların sundukları vaatlerden nefret eder duruma gelmişlerdi. Yani sefalet içerisinde yaşamalarına sebep olan globalizm prosedürlerinden/bu amaca hizmet eden yol ve yöntemden artık iyice bıkmışlardı.

Toplumun içerisinde neler olup bittiğini anlamadan, Atlantik’te kapalı kapılar arkasında politikalar üretenlerin bir icadı olan globalizmin gerçek yüzü işte budur.

Şüphesiz kendi ekonomi politikalarının yararsız etkileri onlara geri dönmüştür. Fakat onlar yine de ısrarla “one size fits all approach” -herkese uygun bir ölçü- demektedirler. Politika üretenlerin bu inatçı tavırları, komünizmin çökmesi ardından büyüyen kapitalizm modelinin tüm dünyada uygulanacak tek bir ekonomik model olmasını arzuladıklarının işaretidir.

2- Globalizmin siyasi ve kültürel boyutu

Globalizm, sadece ekonomik bir vakıa değildir. Aynı zamanda siyasi ve kültürel bir olgudur. Yani belirli güç odakları tarafından belirlenen siyasi hedefler ve faaliyetler “globalizm” adı altında tüm dünyaya empoze edilmektedir. Aynı şekilde bütün dünyaya Batı yaşam tarzı ve kriterleri “global değerler”, “global kriterler”, “global kültür” adı altında empoze edilmektedir. Globalleşme, bir bütünleşmeyi değil, farklı kültürler, farklı uygarlıklar ya da bölgeler arasında yeni çatışmaları beraberinde getirecektir.

a- Globalleşme adı altında eğitim kurumları 1980’lerden itibaren özelleştirilmeye başlanmıştır. Kamu yönetim taslağı olarak yapılan düzenlemelerde bunlar yer almaktadır. Türkiye’de 3 Kasım 2003 tarihinde kamuoyuna resmen açıklanan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Taslağı” diğer ülkelerde de eğitimde yenilikler şeklinde lanse edilerek globalleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerde proje kredileri temelinde yürüttüğü çalışmalara “Küresel Eğitim Reformu” adını vermektedir.

b- Globalleşme, her alanda mesafenin daha az önemli hale gelerek, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kapitalist olguların artırılarak, dünyanın bunun etrafında bütünleşmesini sağlamaktır. Bu kapitalist şirketlerin/sömürgecilerin uyguladığı tek yanlı bir süreçtir.

c- Hemen hemen bütün devletler kurallarını kendilerinin koymadıkları uluslar arası -hatta Avrupa Birliği gibi örneklerde uluslar üstü- hukuka göre taahhütler üstlenmek durumunda kalmaktadır. Aynı şekilde uluslararası ortak “insan hakları hukuku” da devletlerin kendi takdirlerine göre kural koyma ve uygulama yetkilerini büyük ölçüde sınırlandırmaktadır.

Devlet egemenliğini aşındıran başka bir gelişme, suç işlediği iddia olunan kişileri -bunlar devlet adına işlenmiş olsalar bile- doğrudan doğruya yargılamak üzere uluslararası mahkemelerin kurulmasıdır. Bu demektir ki, mutlak egemenlik yerini kayıtlı egemenliğe -yani, bir devletin dünya sistemine üyeliği onun kendi yurttaşlarına iyi davranmasına bağlı olduğu anlayışına- bırakmaktadır.

Bugün dünyada 5000 civarında devletlerarası kurum vardır.

Globalleşmenin bir boyutu olarak; “yeni dünya düzeni” uluslararası normların ve ahlakilik standartlarının ortaklaşa tanınmasına dayandığı için, bu düzende uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesi, saldırganlık ve yayılmacılığa kaşı direnme, silahlanmanın kontrolü ve azaltılması, ülke içinde insan haklarına saygının sağlanması bütün devletler için gözetilmesi gereken temel esaslar durumundadır. Bu çizgide bazı işler verimlilik adı altında yürütülmektedir.

Giddens’ının da dahil olduğu bu grup, globalleşmeyi, “modern toplumları ve dünya düzenini yeniden şekillendiren hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişmelerin arkasındaki ana siyasal güç” olarak görmektedir.

Özellikle Doğu Blokunun, yıkılması kapitalist sistemin yalnız kalması sonrasında serbest piyasa ekonomisine yönelik bir çıkış yaşanmıştır. Nitekim kısa bir sürede tüm maliyetine rağmen, devletçi ekonomiler, piyasa mekanizması süreci içinde, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin imkanlarından yararlanma çabası içine girmişlerdir. Bir diğer ifade ile duvarların yıkılmasının ardından, globalleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi aşılmıştır. Her ne kadar, Asya krizi sonrasında globalleşmeye yönelik itirazlar artmaya başlamış olsa bile, son dönemde neo-liberal ideolojinin temel ilkelerine güven anlayışı içerisinde hızlandırılarak sürdürülme çabası söz konusudur.

Ekonomik yönden bugün yeryüzündeki ülkelerin önemli bir kısmı birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin; Tayland’da başlayan bir kriz, bütün Asya’yı etkilediği gibi, bizi de etkileyebilmektedir. Ya da Rusya’da yaşanan bir krizin arkasından Türkiye’den bu ülkeye ihracat yapan bir çok firma kapısına kilit vurmak zorunda kalabilmektedir. Bu da doğal olarak ülkeleri kendi politikaları kadar, başka ülkelerin izlediği ekonomik ve siyasal politikalar konusunda da duyarlı olmaya zorlamaktadır. Yani artık ülkelerin iç işlerinde yaşadığı sorunlar ile dış ilişkilerindeki sorunlar arasındaki sınır giderek aşınmaya başlamıştır.

Onun için “globalizm” etiketli tüm siyasi ve kültürel telkinlere, propagandalara karşı ümmeti ve hatta tüm insanlığı uyarmak gerekir. Zira o şeytani güç odakları tüm insanları kendi çıkarlarına hizmet eden uysal sadık kullar haline getirmek istemektedirler. Yani globalizm kula kulluğun çağdaş versiyonu/değişik biçimi olmaktadır.

3- Herhangi bir ulus globalizm olmadan hayatta kalmayı başarabilir mi?

Konumuzun başında altını çizdiğimiz soru, Hilafet’in bu yeni globalizm düzeniyle rekabet edip edemeyeceği şeklinde idi. Bu soruyu soranlar, 1400 yıl önce gönderilmiş vahiyden kaynaklanan hükümler üzerine tekrar kurulacak olan Hilafet’in, bu modern dünyada var olup olamayacağı konusunda tereddüt edenlerdir. Bu soruyu bir örnekle cevaplayalım. Ki; bu örnek bir ulusun globalizm olmadan var olamayacağı iddiasını çürütmektedir.

Asya kıtası 1997’de tüm dünyanın “Asian Flu” olarak bildiği bir ekonomik krize şahitlik etti. Bir çok bölgelerde ekonomik ve finanssal erimeler/çözülmeler görüldü. Globalizm, finans sektörünün geniş liberalizm/serbestlik hareketi sonucu, yabancı yatırımlar 1990’lı yılları boyunca bölgeye akın etti. 1996’da net olarak 93 milyar dolar ülkeye giriş yaptı. Daha sonra yabancı yatırımlar geldikleri gibi hızla pazardan çekildiler ve arkalarında kaos içerisinde yıkılmış bir pazar bıraktılar. Kriz en fazla Endonezya’yı vurmuştu. Kasım 1997 ve Nisan 1998 arası yabancı devletler ülke ekonomisinden 40 milyar dolar sömürdüler. Yaklaşık 40 milyonluk nüfuzun 50%’si fakirleşti ve ekonomi 13%’si küçüldü. Krizi açıklamak ve geçiştirmek için birçok teori sunuldu. Çünkü bu globalleşme yolunda ısrarlı olanlar için kötü bir olaydı. İki yüzlü politika burada da devreye girdi ve olay farklı bir noktaya çekilerek gerçekler insanların nazarından uzaklaştırıldı. Asya kıtasındaki bir çok insan halen konun ehemmiyetini anlamaktan uzak vaziyette, ortaya atılan bu teoriye inandı ve inanmaya devam etmekte. Bu teoriye göre krizin sebebi; Asya’nın, Batı ulusları tarafından özgür kapitalist pazar sistemine girmediğinden dolayı cezalandırılması idi.

Aynı zamanda konuya derinlemesine baktığımızda görülen odur ki; IMF’nin, bir ulusun ekonomik çöküşünü değil yatırımcıların ve spekülatörlerin/vurguncuların karlarını düşündüğünü göstermektedir.

Buraya kadar belirttiğimiz gibi; globalizmin ekonomik çöküş ve yıkım getirdiği açıkça gözle görülmektedir. Globalizm olmadan hayatta kalınamayacağını savunanlara savunduklarını çürütecek, globalizmin ulaştığı tüm uluslara ölüm ve hastalık getirdiğinin kanıtı/delili çoktur. Meksika Peso krizi (1995), Roubel krizi (1998), Asya krizi (1997), Arjentinya ve Türkiye (2001/2002) krizleri globalizmin ürünlerinden sadece birkaç tanesidir.

Globalizm bütün ulusları George Soros gibi stoklara ve fonlara yatırım yapıp devasa dolarlar kazanan vurguncuların geçici isteklerine bırakmıştır.

7 temmuz 1997’de Thai Bhat para birimi 25% değer kaybetti. Yerel para birimine müdahale edip giriş ve dış para biriminden hareketle çıkış yapan vurguncular ulusal para biriminde büyük devalüasyolara sebep oluyorlar.

Bir Müslüman olarak cevaplandırılması gereken en önemli soru, bizler bu globalizm prosedüründe yer almak istiyor muyuz? Etiyopya, Kongo, Şili, Brezilya vs. gibi olmak istenebilir mi???

Realite şudur; diğer ülkeler gibi bizlerden de Müslümanlar ve beldelerin pazarlarından da bahsedilmektedir.

Neo-liberalizm (yenilikçi) politikalar adı altında piyasaya çıkanlar globalizmi değişik bir tarzda insanlığa sunmaktadırlar. Aynı anda bunlar globalizme kölelik yapmaktalar. Chomsky gibi bazı batılı düşünürler dahi globalizmi; “kar peşinde koşan dev işletmelerin, totaliter ufak bir grubun elinde toplandığı, baskıcı kurumların gaddarlığı” olarak nitelemekteler.

Globalleşme sürecinin, Marks’ın “bütün dünyanın işçileri birleşin” anlayışından ziyade, kapitalist piyasa ekonomisi içinde gerçekleşmiş olması, günümüzün neo-liberallerini memnun ederken, yine aynı radikal grup içerisinde yer alan, neo-marksistlerin kötümser yorumlar da yapmalarına sebep olmaktadır. Ancak sonuçta gruplar ulus devletin aşıldığı ve küresel bir uygarlığın doğmakta olduğu şeklindeki hiper-küreselleşmeci bir yaklaşım içerisinde benzer görüşleri savunmaktadırlar.

Globalizmin bir parçası olmak onlar için kayıp değil aslında bir kazançtır, çünkü globalizm sadece toplumun bir kısmı (kapitalistler) için bir kazançtır.

Globalizm aslında; devlet ve ekonomi arasında ticaret ve yatırım aktivitesidir. Bunu devletler rahatlıkla benimsemektedirler. Fakat toplumun kabullenemediği globalizmin ve neo-liberalizmin -açıkça görülebileceği gibi- sinsi doğasıdır.

Globalizmi kabul etmemek ticaret ve yatırımdan nefret etmek değil fakat yıkım ve sefalete sebep olan ekonomik politikaları kabul etmemek demektir.

Dikkat edilirse; globalizmin içerisi batılılarca doldurulmuştur. Yani bu şekliyle batı mefhumları arasında yer almıştır. Eğer genel anlamıyla ticaret ve yatırım söz konusu ise bu noktada -İslam’i çerçevede kalmak şartı ile- bir sorun yoktur.

4- Hilafet ve globalizm

Hilafet 1400 yıl boyunca mevcuttu ve bu uzun yaşam sürecinde siyasi, askeri ve ekonomik alanlara hükmetmekte idi. Osmanlı Hilafet’inin son dönemlerinde dahi insanlar ekonomik imkanlardan rahatlıkla istifade edebiliyorlardı. O dönemde Hilafet devleti, ticaret ve yatırımların merkezi idi. Bir çok ticaret yolları -ipek yolu gibi- ve tüm dünyadan ticaretçiler Hilafet devletinden geçmekteydiler. Osmanlı Hilafet devleti, uluslararası ticaret yapmakta idi. Müslümanlar, Avrupalı ticaretçilerin gümrük parası ödedikleri takdirde geçitlerine izin vermekte idiler.

Sağlıklı ekonomik aktivite Hilafetin kontrolü altında idi. Asya, Afrika ve Avrupa’ya yönelik ticari bağlantılarda olduğu gibi.

Ticaretçilerin, ticari seyahatleri boyunca İslam davasını taşımaları sonucu Endonezya ve Orta Asya gibi bölgeler İslam’a tamamen kendini açmıştı. Bu yolla bir çok kavim İslam’ı din olarak tercih etmişlerdi. Hilafet hiç bir zaman izole/bu hususu tecrit etmemiş, baskı altına almamış aksine ekonomik gelişmenin merkezi olmuştur.

Hilafet devleti ticaret yapıyordu ve aynı zamanda Ümmetin servetlerini koruyor, onların şer’i çerçevede dağıtımını gerçekleştiriyor ve rahatlarının sağlanmasına itina gösteriyordu.

Bu durumu günümüzle karşılaştıracak olduğumuzda tam tersi bir durumun olduğu ortadadır. Müslümanların kaynaklarının göz göre göre çalındığını, sömürge kavgasında İslam beldelerinin batılıların savaş merkezi haline dönüştüğünü, yıkım, talan, zulüm, işkence ve büyük katliamların yaşandığını görüyoruz. Dünya ticaretinde söz sahibi olmak isteyen devletler ve onların arkasındaki obur şahsiyetler dünyanın bir çok zengin kaynaklarını güdümlerine geçirmek için yarış içerisindedirler.

İslam devleti Hilafetin kurulması ile İslam ekonomi düzeni de hakim olacaktır. Hilafet ümmeti, bu gün içerisinde bulunduğu yıkımdan ve globalizm felaketinden kurtaracak ve koruyacaktır.

Hilafet, Ümmeti liberal ekonomi (serbest ticaret politikalarından) ve bunların sonucu olan yıkımdan kurtaracaktır.

Hilafet, uluslararası ticaret konusuna da el atıp her şeyi düzenlediği gibi hemen uygulama alanına koyacaktır.

Sınırlarda kontrol noktaları kurar ki; böylelikle ticaret kontrol edilebilsin.

Hilafet devleti altında, uluslararası ticaret, ürünlerin kaynağına göre değil ticaretçinin normal bir vatandaş olduğu gerçeği üzerine temellendirilir. İslam devletiyle savaş halinde olan herhangi bir devletin tüccarı, İslam devletinde ticaret yapmasına izin verilmez fakat tüccar veya ürünleri için özel bir izni varsa müstesna. Devletle antlaşması olan tüccarların ticaret alanları antlaşmada belirtilen alandır. Ülkenin tebaasından olan tüccarların stratejik veya diğer gerekli maddeleri satmasına izin verilmez.

Hilafet, günümüzde ekonomiyi çöplüğe çeviren Batı’dan koruyacak ve sadece kendisine kar getirecek uluslarla ticaret yapacaktır. Devlet global ticaret sisteminden bağımsız kalır ve aynı zamanda kendisini izole (tecrit) etmez.

Hilafet devleti, ekonominin ve arkasındaki çıkar gruplarının devlet olmasının önüne geçecek, hayatı yönlendirmede ideoloji ön plana çıkaracaktır. Bu ekonominin dışa açılımında bir set oluşturmak demek değildir. Hiç şüphe yok ki üretimin ihraç edilmesi ülkelerin servetini artıran işlerin en önemlilerindendir. Hatta bazı ülkeler büyüklüklerini dış ticarete getirdiği korumalar ve dış pazarlar oluşturma sayesinde gerçekleştirebilmişlerdir. Ekonomik ilişkiler, dış pazarlar oluşturmanın, bulmanın en önemli hedeflerinden bazıları sanayi devrimini gerçekleştirebilmek için gerekli olan bilgi transferi/teknolojik bilgi sanayisel ürünler ve gerekli olan dövizi elde edebilmek ve böylece de sanayi devrimi için gerekli olan malları satın alabilmektir. Bu şirketlerin, ticaretin globalleşmesi değil -Dış Ticaret Dengesi ister aleyhimize olsun isterse lehimize olsun- önemli olan dış ticaret siyasetinin “sanayi mamulleri ticareti esası” üzere yürütülmesidir.

Globalizm, dünyadaki bütün ülkelerin tacirin tabiiyetini esas alarak değil malın menşesini esas alarak ticari faaliyetleri yürütmesini esas almaktadır. Hilafet devleti ise, ticari ilişkilerini malın menşesini esas alarak değil, tacirin vatandaşlığını esas alarak gerçekleştirecektir. Dolayısıyla da ticari anlaşmalarda bu kural mutlak surette göz önünde bulundurulması gerekir.

Ülkeye malların veya insanların girişi ya da çıkışı İslâm Devleti'nin vatandaşları için mutlak şekilde serbesttir.

Günümüzde görüldüğünün aksine Hilafet devleti, ümmetin kaynaklarını ve rahatını korur, alakalarını düzenler.

Hilafet devleti, para birimini altın ve gümüşe çevirerek ülke içi ekonomiyi stabilize (sağlamlaştıracak) ve manipüleye (doğruların gizlenilmesine) bir son verecektir.

Globalizmin, minimum olarak verdiği sağlık ve eğitim hizmetini Hilafet devleti düzenleyecek ve tamamen halka açacaktır.

Hilafet bir durum veya bir işi yalnızca kendi yetkisi altında görmeyi kaldıracaktır ki; bu icat ve yenilik bakımından müthiş bir olaydır. Çünkü günümüzde patentler ekonomik konuda çok büyük engellerdir. Bunun sonucu ümmet sahip olduğu kaynaklarla, servetle, kapasite ve doğru düşüncelerle uluslararası alanda hakim duruma gelir. Mesela; ne gariptir ki; bugün Pakistan bir çok madenlere, petrol rezervlerine, insan kaynaklarına ve önemli deniz kapılarına sahip olduğu halde ekonomik kriz içerisindedir. Mısır’ın dış ülkelerden yiyecek ithalat ettiğini görüyoruz ki, bu çok gariptir. Çünkü Mısır en verimli topraklara sahiptir. O kadar büyük ekonomik canlılığına rağmen Türkiye`de ekonomik krizin ve yoksulluğun olması garip bir durum değil midir?

Müslüman yatırımcılar ise -uluslararası şirketler tarafından ellerinden alınan yatırım olanakları ve oluşan güvenlik sorunlarından dolayı- ellerinde bulunan ümmetin sermayesini gelişi güzel kullanıyorlar, yönetimlerin bazı tecrit hareketlerinden etkilenerek sermayeyi dış ülkelere taşıyorlar veya dışarının taşeronculuğunu yapıyorlar.

Afrika, çok geniş kaynaklara sahiptir fakat açıklıktan ölen milyonlarca insanı için bir kaç dolar dahi bulamamakta.

Müslüman dünyasındaki kukla ya da hain liderlerin, IMF ve DB gibi kurumların globalizm adına ekonomik politikalar uygulamaları Ümmetin ekonomik çöküntüye uğramasına sebep oldu. İslam bu gidişata dur diyecektir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.” (Bakara 188)

Bu vakıayı değiştirmek için Ümmetin kaynaklarını kullanabilecek İslam ideolojisine, düşünce ve fikirlerini dış etkenlerden esinlenmeden sadece İslam’dan alan, çok uyanık ve dürüst liderliğe ihtiyaç vardır.

Hilafet’in geri dönüşüyle Amerika ve İngiltere gibi ülkelerin globalizm adı altında Ümmetin servetini sömüren asalaklar olduğu açıkça görülecek ve onların hayat kaynağı olan bölgeler kurtarılacak, böylece bu günkü dev varlığını İslam beldelerindeki yer altı ve yer üstü kaynaklarına dayandıran batı ekonomisi eriyecektir.

Globalizmin ekonomik olarak hükümran oluşunu; onu hayatta tutabilmek için başkalarına ihtiyacı olduğunu görmekteyiz. Fakat Hilafet devleti bunun aksine bağımlı veya bağımlı olmaya mecbur değildir ve globalizmin gerçek yüzünü sergileyebilme gücündedir.

Sonuç:

Ümmet, sefalet ve sorunlar açan globalizm olmadan hayatta kalma kapasitesine sahiptir. Şuan İMF, DB ve kapitalist elit tabakanın sömürdüğü Ümmetin sahip olduğu kaynaklar onların ellerinden devlet olmuştur. Hilafetin gelişi ile buna bir son verilecek, servetler İslam’ın belirlediği çerçevede Müslümanların yararına kullanılması için seferber edilecektir. Allah (cc) şöyle buyurdu:

“… Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz...” (Haşr 7)

Hilafet Ümmete, tekrar insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı toplum sıfatını kazandıracak ve globalizm zincirlerinden kurtaracaktır.

Şu gerçek bilinmelidir ki; İslâm akidesi esas alınmadan ne globalizmin, ne sömürgeciliğin, ne liberal ekonominin önüne geçmek mümkündür.

Yine, İslam akidesi temel alınmadığı takdirde ortaya konan iktisat ile ilgili hükümler ve bu hükümler üzerine oturtulan düşüncelerle ülkedeki servetin artırılması ve iktisatta herhangi bir ilerleme sağlanması mümkün değildir. Ortaya konan İslâm’i çözümleri koruyan ve kollayan faktör İslâm akidesidir. Çünkü İslâm akidesi kalkınmada temel olduğu gibi maddi ilerlemede de temeldir. Ortaya konulan çözümleri koruyan akideden daha kuvvetli bir unsur söz konusu değildir. Hele bu akide tek doğru akide olan İslâm akidesi ise.

Böylece İslam akidesi temelleri üzerine kurulacak olan Hilafet devletinin kurulması ile ekonomi canlılığını kazanacak, çalınan servet ve tüm zenginlikleri sahibi olan ümmete geri döndürecektir. İzole etme, tekelleştirme yöntemine gitmeyecektir. Sağlıklı yapısı, elde edeceği devası ekonomik güçle, Ümmetin verdiği destekle -İnşallah- tüm insanlığa İslam’ı yayacak ve hakim kılacaktır. İnsanlığı kula kul olma zilletinden kurtarıp Alemlerin Yaratıcısı Şanı Yüce Allah”a kul olma onuruna kavuşturacaktır.

YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004

Yukarı