Globalizmin
gerçek yüzü:
Globalizmin
gerçek yüzü işte budur. Globalizmin yol açtığı felaketlere
şahit olmak için Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen,
Endonezya, Türkiye veya Latin Amerika’ya gitmek yeterlidir.
Bir
yönüyle mesafenin/mekanın yok olması anlamına da gelen küreselleşme,
aynı zamanda, ulusal toplumların sınırlarını aşan bir “dünya
toplumu”nun oluşmasını teşvik eden dinamikler de içermektedir.
Bir
müddet önce bir Batılı, globalizmin etkilerini görmek için
Latin Amerika’yı dolaştı. Bu Batılının konuştuğu sıradan
insanlar, bu yolu/globalleşmeyi izleyen politikacılardan ve kamu
şirketlerini satın alan yatırımcıların sundukları vaatlerden
nefret eder duruma gelmişlerdi. Yani sefalet içerisinde yaşamalarına
sebep olan globalizm prosedürlerinden/bu amaca hizmet eden yol ve
yöntemden artık iyice bıkmışlardı.
Toplumun
içerisinde neler olup bittiğini anlamadan, Atlantik’te kapalı
kapılar arkasında politikalar üretenlerin bir icadı olan
globalizmin gerçek yüzü işte budur.
Şüphesiz
kendi ekonomi politikalarının yararsız etkileri onlara geri dönmüştür.
Fakat onlar yine de ısrarla “one size fits all approach”
-herkese uygun bir ölçü- demektedirler. Politika üretenlerin bu
inatçı tavırları, komünizmin çökmesi ardından büyüyen
kapitalizm modelinin tüm dünyada uygulanacak tek bir ekonomik
model olmasını arzuladıklarının işaretidir.
2-
Globalizmin siyasi ve kültürel boyutu
Globalizm,
sadece ekonomik bir vakıa değildir. Aynı zamanda siyasi ve kültürel
bir olgudur. Yani belirli güç odakları tarafından belirlenen
siyasi hedefler ve faaliyetler “globalizm” adı altında tüm
dünyaya empoze edilmektedir. Aynı şekilde bütün dünyaya Batı
yaşam tarzı ve kriterleri “global değerler”, “global
kriterler”, “global kültür” adı altında empoze
edilmektedir. Globalleşme, bir bütünleşmeyi değil, farklı kültürler,
farklı uygarlıklar ya da bölgeler arasında yeni çatışmaları
beraberinde getirecektir.
a-
Globalleşme adı altında eğitim kurumları 1980’lerden
itibaren özelleştirilmeye başlanmıştır. Kamu yönetim taslağı
olarak yapılan düzenlemelerde bunlar yer almaktadır. Türkiye’de
3 Kasım 2003 tarihinde kamuoyuna resmen açıklanan “Kamu Yönetimi
Temel Kanunu Taslağı” diğer ülkelerde de eğitimde yenilikler
şeklinde lanse edilerek globalleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu doğrultuda Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerde proje
kredileri temelinde yürüttüğü çalışmalara “Küresel Eğitim
Reformu” adını vermektedir.
b-
Globalleşme, her alanda mesafenin daha az önemli hale gelerek,
siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kapitalist olguların
artırılarak, dünyanın bunun etrafında bütünleşmesini
sağlamaktır. Bu kapitalist şirketlerin/sömürgecilerin uyguladığı
tek yanlı bir süreçtir.
c-
Hemen hemen bütün devletler kurallarını kendilerinin
koymadıkları uluslar arası -hatta Avrupa Birliği gibi
örneklerde uluslar üstü- hukuka göre taahhütler üstlenmek
durumunda kalmaktadır. Aynı şekilde uluslararası ortak “insan
hakları hukuku” da devletlerin kendi takdirlerine göre kural
koyma ve uygulama yetkilerini büyük ölçüde sınırlandırmaktadır.
Devlet
egemenliğini aşındıran başka bir gelişme, suç işlediği
iddia olunan kişileri -bunlar devlet adına işlenmiş olsalar
bile- doğrudan doğruya yargılamak üzere uluslararası
mahkemelerin kurulmasıdır. Bu demektir ki, mutlak egemenlik yerini
kayıtlı egemenliğe -yani, bir devletin dünya sistemine üyeliği
onun kendi yurttaşlarına iyi davranmasına bağlı olduğu
anlayışına- bırakmaktadır.
Bugün
dünyada 5000 civarında devletlerarası kurum vardır.
Globalleşmenin
bir boyutu olarak; “yeni dünya düzeni” uluslararası
normların ve ahlakilik standartlarının ortaklaşa tanınmasına
dayandığı için, bu düzende uyuşmazlıkların barışçı
yollardan çözülmesi, saldırganlık ve yayılmacılığa kaşı
direnme, silahlanmanın kontrolü ve azaltılması, ülke içinde
insan haklarına saygının sağlanması bütün devletler için
gözetilmesi gereken temel esaslar durumundadır. Bu çizgide bazı
işler verimlilik adı altında yürütülmektedir.
Giddens’ının
da dahil olduğu bu grup, globalleşmeyi, “modern toplumları
ve dünya düzenini yeniden şekillendiren hızlı sosyal, siyasal
ve ekonomik değişmelerin arkasındaki ana siyasal güç”
olarak görmektedir.
Özellikle
Doğu Blokunun, yıkılması kapitalist sistemin yalnız kalması
sonrasında serbest piyasa ekonomisine yönelik bir çıkış
yaşanmıştır. Nitekim kısa bir sürede tüm maliyetine rağmen,
devletçi ekonomiler, piyasa mekanizması süreci içinde, serbest
ticaretin ve yabancı sermayenin imkanlarından yararlanma çabası
içine girmişlerdir. Bir diğer ifade ile duvarların yıkılmasının
ardından, globalleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi
aşılmıştır. Her ne kadar, Asya krizi sonrasında globalleşmeye
yönelik itirazlar artmaya başlamış olsa bile, son dönemde
neo-liberal ideolojinin temel ilkelerine güven anlayışı içerisinde
hızlandırılarak sürdürülme çabası söz konusudur.
Ekonomik
yönden bugün yeryüzündeki ülkelerin önemli bir kısmı
birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin; Tayland’da
başlayan bir kriz, bütün Asya’yı etkilediği gibi, bizi de
etkileyebilmektedir. Ya da Rusya’da yaşanan bir krizin
arkasından Türkiye’den bu ülkeye ihracat yapan bir çok firma
kapısına kilit vurmak zorunda kalabilmektedir. Bu da doğal olarak
ülkeleri kendi politikaları kadar, başka ülkelerin izlediği
ekonomik ve siyasal politikalar konusunda da duyarlı olmaya
zorlamaktadır. Yani artık ülkelerin iç işlerinde yaşadığı
sorunlar ile dış ilişkilerindeki sorunlar arasındaki sınır
giderek aşınmaya başlamıştır.
Onun
için “globalizm” etiketli tüm siyasi ve kültürel telkinlere,
propagandalara karşı ümmeti ve hatta tüm insanlığı uyarmak
gerekir. Zira o şeytani güç odakları tüm insanları kendi çıkarlarına
hizmet eden uysal sadık kullar haline getirmek istemektedirler.
Yani globalizm kula kulluğun çağdaş versiyonu/değişik biçimi
olmaktadır.
3-
Herhangi bir ulus globalizm olmadan hayatta kalmayı başarabilir
mi?
Konumuzun
başında altını çizdiğimiz soru, Hilafet’in bu yeni globalizm
düzeniyle rekabet edip edemeyeceği şeklinde idi. Bu soruyu
soranlar, 1400 yıl önce gönderilmiş vahiyden kaynaklanan hükümler
üzerine tekrar kurulacak olan Hilafet’in, bu modern dünyada var
olup olamayacağı konusunda tereddüt edenlerdir. Bu soruyu bir
örnekle cevaplayalım. Ki; bu örnek bir ulusun globalizm olmadan
var olamayacağı iddiasını çürütmektedir.
Asya
kıtası 1997’de tüm dünyanın “Asian Flu” olarak bildiği
bir ekonomik krize şahitlik etti. Bir çok bölgelerde ekonomik ve
finanssal erimeler/çözülmeler görüldü. Globalizm, finans
sektörünün geniş liberalizm/serbestlik hareketi sonucu, yabancı
yatırımlar 1990’lı yılları boyunca bölgeye akın etti. 1996’da
net olarak 93 milyar dolar ülkeye giriş yaptı. Daha sonra
yabancı yatırımlar geldikleri gibi hızla pazardan çekildiler ve
arkalarında kaos içerisinde yıkılmış bir pazar bıraktılar.
Kriz en fazla Endonezya’yı vurmuştu. Kasım 1997 ve Nisan 1998
arası yabancı devletler ülke ekonomisinden 40 milyar dolar
sömürdüler. Yaklaşık 40 milyonluk nüfuzun 50%’si fakirleşti
ve ekonomi 13%’si küçüldü. Krizi açıklamak ve geçiştirmek
için birçok teori sunuldu. Çünkü bu globalleşme yolunda ısrarlı
olanlar için kötü bir olaydı. İki yüzlü politika burada da
devreye girdi ve olay farklı bir noktaya çekilerek gerçekler
insanların nazarından uzaklaştırıldı. Asya kıtasındaki bir
çok insan halen konun ehemmiyetini anlamaktan uzak vaziyette,
ortaya atılan bu teoriye inandı ve inanmaya devam etmekte. Bu
teoriye göre krizin sebebi; Asya’nın, Batı ulusları
tarafından özgür kapitalist pazar sistemine girmediğinden dolayı
cezalandırılması idi.
Aynı
zamanda konuya derinlemesine baktığımızda görülen odur ki; IMF’nin,
bir ulusun ekonomik çöküşünü değil yatırımcıların ve spekülatörlerin/vurguncuların
karlarını düşündüğünü göstermektedir.
Buraya
kadar belirttiğimiz gibi; globalizmin ekonomik çöküş ve yıkım
getirdiği açıkça gözle görülmektedir. Globalizm olmadan
hayatta kalınamayacağını savunanlara savunduklarını
çürütecek, globalizmin ulaştığı tüm uluslara ölüm ve
hastalık getirdiğinin kanıtı/delili çoktur. Meksika Peso krizi
(1995), Roubel krizi (1998), Asya krizi (1997), Arjentinya ve
Türkiye (2001/2002) krizleri globalizmin ürünlerinden sadece
birkaç tanesidir.
Globalizm
bütün ulusları George Soros gibi stoklara ve fonlara yatırım
yapıp devasa dolarlar kazanan vurguncuların geçici isteklerine bırakmıştır.
7
temmuz 1997’de Thai Bhat para birimi 25% değer kaybetti. Yerel
para birimine müdahale edip giriş ve dış para biriminden
hareketle çıkış yapan vurguncular ulusal para biriminde büyük
devalüasyolara sebep oluyorlar.
Bir
Müslüman olarak cevaplandırılması gereken en önemli soru,
bizler bu globalizm prosedüründe yer almak istiyor muyuz?
Etiyopya, Kongo, Şili, Brezilya vs. gibi olmak istenebilir mi???
Realite
şudur; diğer ülkeler gibi bizlerden de Müslümanlar ve
beldelerin pazarlarından da bahsedilmektedir.
Neo-liberalizm
(yenilikçi) politikalar adı altında piyasaya çıkanlar
globalizmi değişik bir tarzda insanlığa sunmaktadırlar. Aynı
anda bunlar globalizme kölelik yapmaktalar. Chomsky gibi bazı
batılı düşünürler dahi globalizmi; “kar peşinde koşan
dev işletmelerin, totaliter ufak bir grubun elinde toplandığı,
baskıcı kurumların gaddarlığı” olarak nitelemekteler.
Globalleşme
sürecinin, Marks’ın “bütün dünyanın işçileri birleşin”
anlayışından ziyade, kapitalist piyasa ekonomisi içinde
gerçekleşmiş olması, günümüzün neo-liberallerini memnun
ederken, yine aynı radikal grup içerisinde yer alan,
neo-marksistlerin kötümser yorumlar da yapmalarına sebep
olmaktadır. Ancak sonuçta gruplar ulus devletin aşıldığı ve küresel
bir uygarlığın doğmakta olduğu şeklindeki hiper-küreselleşmeci
bir yaklaşım içerisinde benzer görüşleri savunmaktadırlar.
Globalizmin
bir parçası olmak onlar için kayıp değil aslında bir kazançtır,
çünkü globalizm sadece toplumun bir kısmı (kapitalistler) için
bir kazançtır.
Globalizm
aslında; devlet ve ekonomi arasında ticaret ve yatırım aktivitesidir.
Bunu devletler rahatlıkla benimsemektedirler. Fakat toplumun
kabullenemediği globalizmin ve neo-liberalizmin -açıkça
görülebileceği gibi- sinsi doğasıdır.
Globalizmi
kabul etmemek ticaret ve yatırımdan nefret etmek değil fakat
yıkım ve sefalete sebep olan ekonomik politikaları kabul etmemek
demektir.
Dikkat
edilirse; globalizmin içerisi batılılarca doldurulmuştur. Yani
bu şekliyle batı mefhumları arasında yer almıştır. Eğer
genel anlamıyla ticaret ve yatırım söz konusu ise bu noktada -İslam’i
çerçevede kalmak şartı ile- bir sorun yoktur.
4-
Hilafet ve globalizm
Hilafet
1400 yıl boyunca mevcuttu ve bu uzun yaşam sürecinde siyasi,
askeri ve ekonomik alanlara hükmetmekte idi. Osmanlı Hilafet’inin
son dönemlerinde dahi insanlar ekonomik imkanlardan rahatlıkla
istifade edebiliyorlardı. O dönemde Hilafet devleti, ticaret ve
yatırımların merkezi idi. Bir çok ticaret yolları -ipek yolu
gibi- ve tüm dünyadan ticaretçiler Hilafet devletinden
geçmekteydiler. Osmanlı Hilafet devleti, uluslararası ticaret
yapmakta idi. Müslümanlar, Avrupalı ticaretçilerin gümrük
parası ödedikleri takdirde geçitlerine izin vermekte idiler.
Sağlıklı
ekonomik aktivite Hilafetin kontrolü altında idi. Asya, Afrika ve
Avrupa’ya yönelik ticari bağlantılarda olduğu gibi.
Ticaretçilerin,
ticari seyahatleri boyunca İslam davasını taşımaları sonucu Endonezya
ve Orta Asya gibi bölgeler İslam’a tamamen kendini açmıştı.
Bu yolla bir çok kavim İslam’ı din olarak tercih etmişlerdi.
Hilafet hiç bir zaman izole/bu hususu tecrit etmemiş, baskı
altına almamış aksine ekonomik gelişmenin merkezi olmuştur.
Hilafet
devleti ticaret yapıyordu ve aynı zamanda Ümmetin servetlerini
koruyor, onların şer’i çerçevede dağıtımını gerçekleştiriyor
ve rahatlarının sağlanmasına itina gösteriyordu.
Bu
durumu günümüzle karşılaştıracak olduğumuzda tam tersi bir
durumun olduğu ortadadır. Müslümanların kaynaklarının göz
göre göre çalındığını, sömürge kavgasında İslam
beldelerinin batılıların savaş merkezi haline dönüştüğünü,
yıkım, talan, zulüm, işkence ve büyük katliamların
yaşandığını görüyoruz. Dünya ticaretinde söz sahibi olmak
isteyen devletler ve onların arkasındaki obur şahsiyetler dünyanın
bir çok zengin kaynaklarını güdümlerine geçirmek için yarış
içerisindedirler.
İslam
devleti Hilafetin kurulması ile İslam ekonomi düzeni de hakim
olacaktır. Hilafet ümmeti, bu gün içerisinde bulunduğu
yıkımdan ve globalizm felaketinden kurtaracak ve koruyacaktır.
Hilafet,
Ümmeti liberal ekonomi (serbest ticaret politikalarından) ve
bunların sonucu olan yıkımdan kurtaracaktır.
Hilafet,
uluslararası ticaret konusuna da el atıp her şeyi düzenlediği
gibi hemen uygulama alanına koyacaktır.
Sınırlarda
kontrol noktaları kurar ki; böylelikle ticaret kontrol
edilebilsin.
Hilafet
devleti altında, uluslararası ticaret, ürünlerin kaynağına göre
değil ticaretçinin normal bir vatandaş olduğu gerçeği üzerine
temellendirilir. İslam devletiyle savaş halinde olan herhangi bir
devletin tüccarı, İslam devletinde ticaret yapmasına izin
verilmez fakat tüccar veya ürünleri için özel bir izni varsa
müstesna. Devletle antlaşması olan tüccarların ticaret
alanları antlaşmada belirtilen alandır. Ülkenin tebaasından
olan tüccarların stratejik veya diğer gerekli maddeleri
satmasına izin verilmez.
Hilafet,
günümüzde ekonomiyi çöplüğe çeviren Batı’dan koruyacak ve
sadece kendisine kar getirecek uluslarla ticaret yapacaktır. Devlet
global ticaret sisteminden bağımsız kalır ve aynı zamanda
kendisini izole (tecrit) etmez.
Hilafet
devleti, ekonominin ve arkasındaki çıkar gruplarının devlet
olmasının önüne geçecek, hayatı yönlendirmede ideoloji ön
plana çıkaracaktır. Bu ekonominin dışa açılımında bir set
oluşturmak demek değildir. Hiç şüphe yok ki üretimin ihraç
edilmesi ülkelerin servetini artıran işlerin en
önemlilerindendir. Hatta bazı ülkeler büyüklüklerini dış
ticarete getirdiği korumalar ve dış pazarlar oluşturma sayesinde
gerçekleştirebilmişlerdir. Ekonomik ilişkiler, dış pazarlar
oluşturmanın, bulmanın en önemli hedeflerinden bazıları sanayi
devrimini gerçekleştirebilmek için gerekli olan bilgi
transferi/teknolojik bilgi sanayisel ürünler ve gerekli olan
dövizi elde edebilmek ve böylece de sanayi devrimi için gerekli
olan malları satın alabilmektir. Bu şirketlerin, ticaretin
globalleşmesi değil -Dış Ticaret Dengesi ister aleyhimize olsun
isterse lehimize olsun- önemli olan dış ticaret siyasetinin “sanayi
mamulleri ticareti esası” üzere yürütülmesidir.
Globalizm,
dünyadaki bütün ülkelerin tacirin tabiiyetini esas alarak değil
malın menşesini esas alarak ticari faaliyetleri yürütmesini esas
almaktadır. Hilafet devleti ise, ticari ilişkilerini malın
menşesini esas alarak değil, tacirin vatandaşlığını esas
alarak gerçekleştirecektir. Dolayısıyla da ticari anlaşmalarda
bu kural mutlak surette göz önünde bulundurulması gerekir.
Ülkeye
malların veya insanların girişi ya da çıkışı İslâm
Devleti'nin vatandaşları için mutlak şekilde serbesttir.
Günümüzde
görüldüğünün aksine Hilafet devleti, ümmetin kaynaklarını
ve rahatını korur, alakalarını düzenler.
Hilafet
devleti, para birimini altın ve gümüşe çevirerek ülke içi
ekonomiyi stabilize (sağlamlaştıracak) ve manipüleye (doğruların
gizlenilmesine) bir son verecektir.
Globalizmin,
minimum olarak verdiği sağlık ve eğitim hizmetini Hilafet
devleti düzenleyecek ve tamamen halka açacaktır.
Hilafet
bir durum veya bir işi yalnızca kendi yetkisi altında görmeyi
kaldıracaktır ki; bu icat ve yenilik bakımından müthiş bir
olaydır. Çünkü günümüzde patentler ekonomik konuda çok
büyük engellerdir. Bunun sonucu ümmet sahip olduğu kaynaklarla,
servetle, kapasite ve doğru düşüncelerle uluslararası alanda
hakim duruma gelir. Mesela; ne gariptir ki; bugün Pakistan bir çok
madenlere, petrol rezervlerine, insan kaynaklarına ve önemli deniz
kapılarına sahip olduğu halde ekonomik kriz içerisindedir. Mısır’ın
dış ülkelerden yiyecek ithalat ettiğini görüyoruz ki, bu çok
gariptir. Çünkü Mısır en verimli topraklara sahiptir. O
kadar büyük ekonomik canlılığına rağmen Türkiye`de ekonomik
krizin ve yoksulluğun olması garip bir durum değil midir?
Müslüman
yatırımcılar ise -uluslararası şirketler tarafından ellerinden
alınan yatırım olanakları ve oluşan güvenlik sorunlarından
dolayı- ellerinde bulunan ümmetin sermayesini gelişi güzel
kullanıyorlar, yönetimlerin bazı tecrit hareketlerinden etkilenerek
sermayeyi dış ülkelere taşıyorlar veya dışarının
taşeronculuğunu yapıyorlar.
Afrika,
çok geniş kaynaklara sahiptir fakat açıklıktan ölen
milyonlarca insanı için bir kaç dolar dahi bulamamakta.
Müslüman
dünyasındaki kukla ya da hain liderlerin, IMF ve DB gibi
kurumların globalizm adına ekonomik politikalar uygulamaları
Ümmetin ekonomik çöküntüye uğramasına sebep oldu. İslam bu
gidişata dur diyecektir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Mallarınızı
aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken,
insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için
o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine)
vermeyin.” (Bakara 188)
Bu
vakıayı değiştirmek için Ümmetin kaynaklarını kullanabilecek
İslam ideolojisine, düşünce ve fikirlerini dış etkenlerden
esinlenmeden sadece İslam’dan alan, çok uyanık ve dürüst
liderliğe ihtiyaç vardır.
Hilafet’in
geri dönüşüyle Amerika ve İngiltere gibi ülkelerin globalizm
adı altında Ümmetin servetini sömüren asalaklar olduğu açıkça
görülecek ve onların hayat kaynağı olan bölgeler kurtarılacak,
böylece bu günkü dev varlığını İslam beldelerindeki yer altı
ve yer üstü kaynaklarına dayandıran batı ekonomisi eriyecektir.
Globalizmin
ekonomik olarak hükümran oluşunu; onu hayatta tutabilmek için başkalarına
ihtiyacı olduğunu görmekteyiz. Fakat Hilafet devleti bunun aksine
bağımlı veya bağımlı olmaya mecbur değildir ve globalizmin
gerçek yüzünü sergileyebilme gücündedir.
Sonuç:
Ümmet,
sefalet ve sorunlar açan globalizm olmadan hayatta kalma
kapasitesine sahiptir. Şuan İMF, DB ve kapitalist elit tabakanın
sömürdüğü Ümmetin sahip olduğu kaynaklar onların ellerinden
devlet olmuştur. Hilafetin gelişi ile buna bir son verilecek,
servetler İslam’ın belirlediği çerçevede Müslümanların
yararına kullanılması için seferber edilecektir. Allah (cc) şöyle
buyurdu:
“…
Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan
bir devlet olmaz...” (Haşr 7)
Hilafet
Ümmete, tekrar insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı
toplum sıfatını kazandıracak ve globalizm zincirlerinden
kurtaracaktır.
Şu
gerçek bilinmelidir ki; İslâm akidesi esas alınmadan ne
globalizmin, ne sömürgeciliğin, ne liberal ekonominin önüne
geçmek mümkündür.
Yine,
İslam akidesi temel alınmadığı takdirde ortaya konan iktisat
ile ilgili hükümler ve bu hükümler üzerine oturtulan düşüncelerle
ülkedeki servetin artırılması ve iktisatta herhangi bir ilerleme
sağlanması mümkün değildir. Ortaya konan İslâm’i
çözümleri koruyan ve kollayan faktör İslâm akidesidir.
Çünkü İslâm akidesi kalkınmada temel olduğu gibi maddi ilerlemede
de temeldir. Ortaya konulan çözümleri koruyan akideden daha
kuvvetli bir unsur söz konusu değildir. Hele bu akide tek doğru
akide olan İslâm akidesi ise.
Böylece
İslam akidesi temelleri üzerine kurulacak olan Hilafet devletinin
kurulması ile ekonomi canlılığını kazanacak, çalınan servet
ve tüm zenginlikleri sahibi olan ümmete geri döndürecektir.
İzole etme, tekelleştirme yöntemine gitmeyecektir. Sağlıklı
yapısı, elde edeceği devası ekonomik güçle, Ümmetin verdiği
destekle -İnşallah- tüm insanlığa İslam’ı yayacak ve hakim
kılacaktır. İnsanlığı kula kul olma zilletinden kurtarıp
Alemlerin Yaratıcısı Şanı Yüce Allah”a kul olma onuruna kavuşturacaktır.
|