Tevhid:
Vahiyden veya vahdetten türemiş bir kelime olup, birleme, onun
yanında başka bir şeye yer vermeme, herhangi bir işte ortak
kılmama, başkasına yetki vermeme gibi anlamlara gelir. Tevhidin zıddı
ise şirktir.
Şirk:
Ortak koşmaktır, tek inanca ortak koşmak demektir.
Şirketleşmelerin oluşumunda olduğu gibi bir şahsın kendisine
ait olan yetkilerini bir başkasıyla paylaşması gibi.
Siyaset:
Belirli bir fikirle insanların ülke içi ve dışı ile ilgili
işlerini gütmeye, yönetmeye denir. Bu ise devlet ve ümmet tarafından
yapılır. Devlet ve yöneticiler bu işi yönetici olarak, ümmet
de takipçi, muhasebeci, nasihat edici olarak yürütür.
Müslümanlardaki
yani İslam’daki Tevhid ise; hüküm koyma noktasında Allah (cc)'dan
başkasına yetki vermemektir ki, bu hüküm, insanın hayatının
tamamını kapsar. Bu hayat ise; insanın Rabbiyle alakası, insanın
kendisiyle olan alakası ve insanın diğer insanlarla olan
alakasıdır. İnsanın Rabbiyle olan alakası ibadetleri kapsar,
kendisiyle olan alakası yeme, içme ve güzel ahlaklı olma gibi
hususları kapsar. İnsanın diğer insanlarla olan alakası ise,
yaratıcıyı hakim tayin edip Rabbinden gelenleri alması ve o
doğrultuda amel etmesini gerektirir. Müslümanlara baktığımız
zaman kişinin Rabbiyle olan alakasında ve kendisiyle olan
alakasında genel anlamda sorun olmadığını görürüz, fakat
Müslümanların diğer insanlarla olan alakalarında sorunlar
olduğunu görmekteyiz, yani hayatı düzenleme noktasındaki
problemlerin çözümü bağlamında Tevhid anlayışının hakim
olmadığını, bunun yerine şirk olan düzenlerle problemlerini
çözdüklerini görmekteyiz. Tıpkı Mekke döneminde olduğu gibi,
o zaman da Arap müşriklerinde Allah'ın Rab olduğu konusunda
akide bağlamında sorun yoktu. Resul (sav) Mekke’de müşriklerle
mücadelesinin ana noktası siyasi bağlamda idi. İnsanların
problemlerini incelediğimizde Tevhid anlayışındaki siyasi
bağlam yani insanların diğer insanlarla olan alakasını düzenleme
noktası, problemin odak noktasını oluşturmuştur, mücadele bu
noktada toparlanmıştır. Ve Allah (cc) da bunu zikrederek onlara
yağmuru yağdıranın kim olduğunun, güneşi doğudan doğurup
batıdan batıranın kim olduğu sorulduğunda onların da cevaben
Allah diyeceğini fakat, insanları siyaset etme hususunda kendi
kurallarının olması gerekliliğini savunmuşlar ve problemin odak
noktası insanın diğer insanlarla olan alakası noktasında
odaklaşmıştır.
Bir
taraftan alakalarında akli hakem kılmayı aklın verdiği sonuçla
hükmetmeyi savunarak mücadele ve savaşlar yapmışlardır. Diğer
taraftan ise tevhidin gereği olarak tek akideye bağlanmış ve bu
akideden çıkan siyasi hükümleri uygulamak için mücadele etmişlerdir
ve bu uğurda ya hak ya da ölüm ilkesi altında İslamî hayati başlatmışlar
yani Raşidi Hilafet’i kurmuşlardır. Ne yazık ki, daha sonraki
Müslümanlarda baş gösteren arızalar neticesinde Müslümanlar
İslam’ın yaşayan siyasi devletini yani Hilafet’i kaybetmeleri
Müslümanların tevhidin siyasi yönünü kaybetmelerine bazı
nefislerde unutulmasına sebep olmuştur.
Eğer
Müslümanları tekrar kalkındıracaksak; kurtuluş ancak Müslümanlarda
unutulmuş veya üstü küllenmiş olan tevhidin siyasi yönünü
canlandırmakla mümkün olacaktır. Şu anda Müslümanların
tasavvur edemedikleri Tevhidin siyasi yönü geçmişte
uygulandığı dönemde ümmeti yeryüzünün en üstün canlılar
konumuna getirdi, zira ümmet Allah’ın dinine yardim etti, Allah
da o ümmeti izzet ve şerefi ile yüceltti ve Allah-u Teâla vadine
ne kadar sahip olduğunu kanıtladı. Biz de kul olarak Allah (cc)’ya
verdiğimiz vaadi yerine getirelim ki, Allah (cc) bizim de ayaklarımızı
sabit kilsin. Tıpkı Muhammet Suresi 7. ayette buyurduğu gibi:
“Ey
iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz
O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed
7)
Ve
muhakkak ki, Allah (cc)'dan daha ahdine vefalı kimse yoktur.
Kurtuluş
yolunda Müslümanları tekrar canlandırmanın yolu ise, İslam’dan
ölçüleri ve kaideleri Müslümanlara hatırlatmak, fikri
bağlamda fikri mücadele yolu ile anlatmak ve sahip çıkmaları düşüncesini
ümmete yerleştirmekle olacaktır. Bunu anlatabilmek için de Allah
(cc)'nın buyurduğu gibi:
“Sizden,
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir
topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i
İmran 104) ayeti mucibince bunu anlatmak için İslam’ın
farz kıldığı yapılacak isleri gösterdiği fikirler üzerine
İslamî bir kitle kurmakla mümkündür. Bu kitlenin işlevi de
ayeti kerimede geçtiği minval üzere, marufu emretmek münkerden
sakındırmak olacaktır. Çünkü kitleler, toplumun
dinamikleridir, yani toplumun motoru konumundadır. Bu kitle
hedeflediği yere toplumu taşır. Bu nedenle ayeti kerimeden de
anlaşılacağı üzere farzdır. Ve bu farzı gerçekleştirmek Müslümanlara
düşer. Müslümanların toplumla olan alakalarının hepsinde
İslamî yani Allah (cc)'nın ve Resul (u)'in koymuş olduğu hükümlerle
çözmeyi emretmiştir:
“Hayır,
Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş
olmazlar.”(Nisa 65)
Müslümanlar
bu noktada tercih yapmak zorundalar, ya şirkin ortaya koyduğu
çözümleri alacaklar yada Allah (cc)’nın ve Resul (sav)'in
ortaya koyduğu çözümü alacaklar. Akıl sahibi bir Müslüman’ın
bu alandaki tercihi olumlu olacaktır. Fakat Müslümanların bu
çözümü görmesi kolay bir is değildir. Çünkü günümüzde
her şey birbirine karışmış durumdadır. İnsanlık için bir
olumlu çözümün oluşmasına hatta ve hatta konuşulmasına hiç
tahammül edemiyorlar. Ve daha aşırıya giderek insanların
beyinlerine müdahale ediyorlar. Şirki savunanların hiçbir
ölçüleri olmadığı için, şiddetle hakkı savunanlarla savaşmaktadırlar.
Bu mücadelenin sonunda muhakkak ki, hak hakim olacaktır. Zira
Allah (cc) bunu bize bir çok ayetinde vaat etmiştir:
“Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar
da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (Tevbe 32)
Müslümanlarda
asıl olan, hakkı hak bilip hak doğrultusunda hareket etmektir.
Allah (cc) cümlemize bunu nasip etsin. Bunun yolu da ancak öğrenmek,
öğretmek ve çalışmaktır.
Yukarıda
da bahsettiğimiz gibi çalışma; insanların birbirleriyle olan
alakalarını ne ile düzenleyecekleridir. Yani hangi ölçüye
(kaideye), nizama veyahut ideolojiye göre. İste asıl problem
burada. Ancak bu hastalığın tedavisini bilip uygulayanlar başarıyı
elde edeceklerdir. Bu konuda Müslümanların tercih yapmaları
gerektiğini de söylemiştik ki bu da, ya Tevhid yada şirktir.
Kendi
ideolojisine güvenmeyen, bâtılı savunanlar kendilerinin İslam’ın
karsısında başarılı olamayacağını çok önceden anladıklarından,
taktik değiştirip doğru ve hak olan İslam’ı çamurlamaya,
iftiralara, savunucularını işkenceye, şantaja hatta öldürmeye
kadar gittiler. Bu yüzdendir ki, hakkı savunan binlerce davacı (Müslüman)
öldürülmüştür.
Bu
ortamda Müslümanlar aralarındaki meselelere hakem (ölçü) tayin
ederken:
·
Aklı ölçü alıp hükmü ona uyduracaklar.
·
Şer'i delilleri ölçü alıp akla uyduracaklar.
·
Yada Şer'i hükümleri ölçü alıp aklı sadece anlamada
kullanacaklardır.
Bahsettiğimiz
şıkların ilk ikisi yanlış, doğru olan üçüncü şık ise,
aklı sadece Şer'i Hükümler’i anlamada kullanmaktır. Çünkü
doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin, hayrın ve şerrin
tarifini akla göre yaparsak dünyadaki yaşayan her insan için ayrı
ayrı tarifler koymuş oluruz ki, hiç biri de diğerine uymaz. Kısacası
sınırlı olan varlığı yetkisi ve becerisi olmadığı bir işle
görevlendirmiş oluruz ki, bu da doğru değildir. Oysa aklı,
sadece insan fıtratını, Rabbisinin göndermiş olduğu hükümleri
anlamada kullanırsa doğru bir iş yapmış olur ki, bu doğrultuda
yapacağı amel, kendisinin hem bu dünyada kalkınmasına, iç
huzura yani saadete ulaşmasını sağlayacaktır, hem de ebedi
hayatta bu tercihinden dolayı mükafatlandırılacaktır. Aklı
hakem kılanlar ise ne kötü bir tercih yapmışlardır.
Fakat
Müslümanlara baktığımızda, akideye ve ahlaka verdikleri önem
kadar tevhidin siyasi yönüne önem vermez oldular ki, bundan dolayı
da arızalar oluştu. Bu hususta fazla söze gerek yok,
Müslümanların bulundukları konum ortada. Oysa Müslümanlar nasıl
namaz, haç ve oruçla ilgili hükümlerin yerine getirilmesinin
farz olduğu konusunda şüphe etmiyorlarsa, insanların
birbirleriyle olan alakalarında da Allah’ın hükümleri ile amel
edileceğine dair yani halifenin nasbedilmesi gerektiğine ve İslam
İdeolojisinin uygulanması gerektiği hususunda da şüphe
duymamaları gerekir. Fakat Müslümanlar İslam’ın bu konular
hakkındaki hükümlerini öğrenip yasamak için bir çaba
içerisinde değiller.
Sonuç
olarak da; İslam hayattan uzaklaştırıldı ve diğer ruhani
akideler konumuna getirildi. Oysa Müslümanların kurtuluşu ancak
İslam’ı hayatlarına hakim kılmakla mümkün olacaktır.
Müslümanların,
Allah’ı razı etmelerinin tek yolu İslamî bütünlük
içerisinde alarak amellerini bu doğrultuda yaparak dünyada doğruluğu,
hakkında hiç bir şüphenin olmadığına, İslam’ın hayatla
ilgili hükümlerini alıp mefhumlaştırıp yasamaları ile Allah’ın
rızasını kazanacaklardır. Kısacası Allah’ın rızasını
kazanmanın tek yolu, İslam’ın hükümleriyle yasamaktır. Bu
ise İslamî siyasetle mümkün olur.
Amellerine
İslam’ı ölçü alıp ömürlerini bu uğurda sarf etmiş ve
sarf eden Müslümanlardan olmayı Allah (cc)'dan temenni edelim ki,
bizlere nasip etsin. (İnşaallah)
“Ey
Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye
imana çağıran bir davetçiyi (Peygamber'i, Kur'an'ı) işittik,
hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi
ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!” (Âl-i
İmran 193)
“…(Rabbimiz!)
Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize
doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun
kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu
değil! Âmin.” (Fatiha 5-6-7)
"Ey
Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik
ver ve bizi ateş azabından koru!" (Bakara 201)
"…Ey
Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et!..." (Bakara 250)
"…Ey
Rabbimiz! eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya
çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi
ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü
de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize!
Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.”
(Bakara 286)
"…Ey
Rabbimiz! bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi eğriltme.
Bize tarafından rahmet bağışla, lütfü en bol olan sensin.”
(Âl-i İmran 8)
“…Bizi
buna erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevk
etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin
peygamberleri bize gerçeği getirmişler…” (A’râf 43)
|