Ana Sayfa YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004 E-Mail

Şirk

Derleyen İslâm A.

Şirk: ''Şe-ri-ke'' fiilinin mastarı, ortak olma demektir. Dini anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir.

Bu fiilin dört harfli ''ifâl'' babındaki şekli ''eşrake''dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir. Bu babın ismi faili olan ''müşrik''de, ortak koşandır.

Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu durma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyla inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda Müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki Müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhidin ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Yüce Allah Kur'an'da:

''…Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür…'' (Lokman 13) diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır. Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur. Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür. Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer bir âyetin meâli şöyledir:

''Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir'' (Hac 31)

Şirk'e düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini şaşırır; iyi ile kötüyü ayırt edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın bir duruma düşer. Onların bu acı hali, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir.

''Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü (güzel bir şeymiş gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!'' (En'am 137)

Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı âyetlerin meâli şöyledir:

''Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.'' (Nisa 116)

''Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları) ateşe çağırır. Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır.'' (Bakara 221)

''Kitap ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir'' (Beyyine 6)

Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (sav)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini anne-babaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

''Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşman için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm.'' (Ankebût 8)

''Biz insana anne-babasını tavsiye ettik. Anası onu zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır. Onun (memeden) ayrılması da iki yıl içinde olmuştur. (Bunların hepsi, güç şeylerdir. Onun için biz insana) -Bana ve anne-babana şükret. Dönüş banadır, (diye öğüt verdik). Eğer onlar seni hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz banadır. (O zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim'' (Lokman 14,15)

Allah'ın Resûlü Hz. Muhammed (sav) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır. Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak.

2- Sihir ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeylerle meşgul olmak.

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak.

4- Yetim malı yemek.

5- Savaş alanından kaçmak.

6- Faiz yemek.

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek

Şirkin dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği, ancak şirke giren insanların, tevbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği Resul (sav) tarafından haber verilmiştir:

Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi: 'Ümmetinden kim Allah'a şerik (ortak) koşmadığı halde ölürse, Cennet'e girer'. Bunun üzerine ona dedim ki: 'Zina da etse, hırsızlık da yapsa..?' Cevap verdi: 'Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa...” Peygamberimiz (sav)'in bildirdiğine göre, Cebraîl (as)'a bu soruyu üç defa sormuş ve her seferinde aynı cevabı almıştır.

Bir de küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır. Kur'an'da bu husus şöyle geçmiştir:

“… Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 110)

Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir.

Hz. Muhammed (sav)'in de bu hususta söylediği hadislerden bazıları şöyledir:

''Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.'' Hazır bulunanlar: ''Ya Resulullah! Küçük şirk nedir?'' diye sordukları zaman, Rasulullah (sav) şöyle devam etmiştir: ''Küçük şirk, riya yani gösteriştir. Ahiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiği zaman, Allah diyecek ki: 'Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye riya ve gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?'

''Ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah'a şirk koşmaktır. Ama dikkat edin; Ay'a, Güneş'e veya puta tapacaklar, demiyorum. Fakat, Allah'ın rızasının dışındaki gayeler için harekette bulunacaklar ve gizli şehvet, yani riyâ ve gösteriş duygularını taşıyacaklar (demek istiyorum)''

Ebu Hureyre (ra) dedi ki, ben Rasulullah (sav)'i şöyle söylerken işittim:

''Kıyamet günü aleyhine hükm olunacak halkın birincisi şehit edilen bu adam olacaktır. O kimse, (Allah'ın huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır. O da bunları bilir ve hatırlar. Yüce Allah: 'Bu nimetlerin arasında ne yaptın?' diye sorar. O kişi: 'senin rızan için savaştım ve nihâyet şehit oldum' diye cevap verir. Yüce Allah: 'Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın. Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır.

(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bunları anlar. Allah ona: 'Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın'' diye sorar. O şu cevabı verir: 'Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve başkasına öğrettim.' Yüce Allah ona da şöyle der: 'Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin. Nitekim senin için bu övgüler yapıldı.' Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem ateşine atılır.

(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar. Yüce Allah ona da şunu sorar: 'Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi hayırlı işler yaptın? O da şöyle cevap verir: 'Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola para harcadım. Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiç bir şeyi bırakmadım.' Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir: 'Sen yalan söylüyorsun. Aslında sen bunları, sana cömert denilsin diye yaptın. Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin medih ve övgülere de kavuştun.'' O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek Cehennem ateşine atılır.''

Bu hadiste ifâde edildiği gibi, şehit olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar Allah rızası için değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç bir kıymeti ve değeri yoktur. Bu nedenle ahirette amellerimizin yüzümüze bir paçavra gibi çarpılmaması için bütün amellerimizi ihlasla, sadece Allah için yapmalı ve şirk çemberinden uzaklaşmalıyız.

 

Sigorta

 

Hayat, eşya veya benzeri şeyler üzerinde yapılan sigorta işlemi de bir tür akittir. Bu akit, sigorta şirketi ile sigorta şirketi tarafından sigortalanmak isteyen kimse arasında yapılır. Bu akitte sigortalı, sigorta şirketinden; mal veya varlıkları açısından zarar edeceği malın ya aynısını veya değerini almak için, hayat sigortası açısından ise hayatına eşdeğer bir paranın verilmesi için taahhüt ister. Buna göre her iki tarafın tayin edeceği belli bir zaman içerisinde meydana gelecek sözleşme konusu olay için belli bir meblağ karşılığında sigorta şirketi zararı ödemeyi kabul eder. Bu icap ve kabule göre sigorta şirketi iki tarafın üzerinde ittifak edecekleri muayyen şartlar içerisinde sigortalıya taahhüt ettiği şeyi yerine getirir. Yani zararın ya aynısını veya değerini felâket meydana geldiğinde sigorta ettiği kişiye öder. Meselâ; malı telef olduğunda, arabası hasar gördüğünde, evi yandığında, malı çalındığında, öldüğünde ve benzeri olaylar karşısında sigorta şirketi, sigortalının belli zaman içerisinde sigortaya ödediği pirim karşılığında sigortalının uğradığı zararı varılan anlaşmalara göre öder.

Bundan anlaşıldığına göre sigorta; sigorta şirketi ile sigortalı arasında sigorta konusu nesne ve şartları üzerinde yapılan ittifaktan doğan bir akittir. Fakat her iki taraf arasında yapılan bu sözleşmeye binaen şirket, üzerinde ittifakın cereyan ettiği şartlar çerçevesinde ya muayyen bir miktarı veya karşılığını ödemeyi taahhüt eder. Sigortalı, anlaşma maddelerine uyan bir felâketle karşı karşıya kalırsa, şirket telef olan malın ya aynısını yahut piyasa değerini vermek mecburiyetindedir. Şirket malın değerini veya aynısını sigortalıya veya başkasına verme hususunda serbesttir. Şirket tazminatın ödenmesine ikna olduğu veya mahkeme tarafından böyle bir hüküm verildiği zaman sözleşme şartlarında yer alan hususlardan birinin meydana gelmesiyle sigortalı, sigorta şirketindeki hakları gereğince tazminat almaya hak kazanır.

İşte böylesi bir anlaşmaya sigorta denilmektedir. Sigorta bazen doğrudan doğruya anlaşmaya giren kişinin yararı için yapılır. Bazen de çocukları, karısı veya diğer varislerine yarar sağlamak için yapılır. Hayat sigortası, eşya sigortası, ses sigortası ve benzeri ifadeler ve sloganlar sigorta şirketlerinin çoğu kez sigorta muamelesini halka sevdirmek için kullandıkları tabirlerdir. Aslında hayat sigorta edilmiyor. Sadece sigorta ettiren kimsenin, ölümünden sonra çocuklarına, karısına ve diğer mirasçılarına belli bir miktarın verilmesi üzerine sigorta yapılıyor. Sigorta aslında eşya, araba ve mal edinilebilen diğer şeyleri garantiye almıyor. Garantiye aldığı tek şey bozulmuş veya zarara uğramış olan eşya, araba ve diğer mallar karşılığında ya aynısının ödenmesi veya değerinin ödenmesidir. Gerçekte belli bir miktar meblağın sigortalıya veya başkasına ödenmesini garanti etmektir. Ne hayatın ne de malın garanti edilmesi diye bir şey yoktur. İşte sigortanın durumu budur. İyice tetkik edildiğinde sigorta işleminin iki yönden batıl olduğu ortaya çıkar:

1- İcap ve kabul unsurlarını taşıdığı ve iki taraf arasında varılan bir anlaşma olduğu için akit sayılır. Sigortalı olmak isteyen kimse icabı, şirket ise kabulü üstlenmektedir. Bu akdin şeriata göre sahih olabilmesi için şeriatın belirlediği şartları içermesi gerekmektedir. Eğer onları içeriyorsa sahihtir, değilse sahih olmaz. Şeriata göre aktin, bizzat bir mal veya menfaat üzerinde yapılması gerekir. Bizzat mal veya menfaat üzerinde yapılmayan akit batıl olur. Çünkü böylesi bir akit şeriata uygun bir şey üzerinde yapılmamıştır. Şeriata göre akit şu hususlar üzerinde yapılır:

a- Satış, selem veya şirket gibi bir ayn karşılığı.

b- Bağış gibi karşılıksız bir mal üzerinde

c- İcare gibi karşılığı olan bir menfaat üzerinde

d- Ödünç olarak bir nesnenin alınması/verilmesi gibi karşılıksız bir menfaat üzerinde yapılır. Dolayısıyla şeriata göre aktin mutlak surette bir şey üzerinde yapılması lazımdır.

Sigorta sözleşmesi ise ne bir "ayn" ne de bir "menfaat" üzerinde yapılmış değildir. Sigorta sözleşmesi sadece bir "taahhüt" yani bir "garanti" üzerine yapılan akittir. Taahhüt veya garanti ise "ayn" sayılmaz. Çünkü bu, tüketilemeyen, menfaati alınamayan bir şeydir. Dolayısıyla menfaat da sayılmaz. Çünkü yapılan bir taahhütten ne ücret ne de emanet olarak yararlanılamaz. Bu Taahhüde binaen mal elde edilmesi ise menfaat sayılmaz, Elde edilen mal sadece, yapılan bir işlemin etkilerinden birisidir. Bundan dolayı sigorta sözleşmesi bir "ayn" veya bir "menfaat" üzerinde yapılmış sayılmaz. Bu nedenle de batıl bir akittir. Çünkü şeriata göre sağlıklı bir sözleşmenin şartlarını bünyesinde taşımamaktadır.

2. Sigorta şirketi sigortalıya özel şartlar içerisinde bir taahhüt vermektedir. Bu, bir bakıma garanti (kefalet) gibidir. Şeriata göre bir kefaletin meşru olması için aranan ve istenen şartların buna tatbiki icab eder. Eğer bu şartlara haiz olursa sahih olur, değilse sahih olmaz. Şeriata göre kefalete baktığımızda aşağıdaki hususlar açığa çıkar:

Garanti (kefalet); tazminat altına alınanın zimmetinin, kendisi adına zimmet tazmin edilenin zimmetine herhangi bir hakkı getirmek üzere eklenmesidir. Kefalette bir yükümlülüğün bir başkasının yükümlülüğüne ilhakı lazımdır. Böyle bir olayda üç temel unsur aranır.

a- Garanti eden kimse (dâmin)

b- Garanti edilen kimse (madmunun anhu)

c- Kendisine garanti verilen kimse. (madmunun lehu)

Kefalet; karşılığı olmadan zimmetteki bir hakkı zorunlu kılmaktır. Kefaletin sahih olabilmesi için, üzerinde kefaletin yapıldığı şeyin vacib olan yahut vacib hale gelen malî haklardan bir hak olması lazımdır. Yerine getirilmesi vacib olmayan ya da vacib hale gelmeyen bir hakta kefalet olmaz. Çünkü kefalet hakkı yerine getirmek hususunda bir yükümlülüğü bir başka yükümlülüğe ilhak etmektir. Böylece garanti edilen kimsenin üzerinde bir sorumluluk yoksa onun hakkında zimmetin ilhakı diye bir şey de olmaz. Bu vacib olan hakta zahirdir. Vacib hale gelen hakka dair de şu misal verilebilir: Meselâ; bir erkek bir kadına "falan kimse ile evlen, ben senin mehirine kefilim" derse, burada kefil olan kimse, kefil olduğu kimsenin yükümlülüğünü yüklenmiş olmaktadır. Yani ona lazım olan şey kefile de lazım olmaktadır. Kefil olunan kimseye sabit olan zimmet, kefil için de sabittir. Fakat ortada hiç bir kimseye tahakkuk eden vacib bir hak veya vacibe dönüşen bir hak yoksa, kefalet kavramının manası tahakkuk etmemiş olur. Çünkü zimmete bir başka zimmetin ilâvesi yoktur. Bu takdirde kefalet sahih olmaz. Buna binaen kefil isteyenin kefil olunan kimse üzerinde bir vacib veya vacibe dayalı bir hakkı yok ise kefalet sahih olmaz. Çünkü kefil olunan kimsenin ya bir eşyayı -kayıp olur veya zarar görürse- ödemek zorunda olması, yahut bir borcu ödemek zorunda olması şarttır. İster zimmette sabit olan bu hak vacib olup borçlu tarafından bilfiil ödenmesi gereksin, ister ise zimmette sabit vacib hale gelen bir hak olup güç kullanarak ödenmesi gereksin, fark etmez. Böylece kefil olunan kimse bilfiil ya da güç kullanılarak ödeme yapmak zorunda değilse bu durumda kefalet sahih olmaz. Çünkü garanti edilen kimseye bir hak ödemesi vacib değilse garanti edene ise hiçbir surette vacib olmaz.

Örneğin; insanlardan temizlemek üzere elbise toplayan bir kimse için bir adam, bir başkasına elbiseni ona ver, ben kefilim dese, sonra da elbise telef olsa kefil olan kimsenin kefaleti kabul eden kimsenin yerine elbisenin değerini ödemesi gerekir mi?

Buna cevap şöyledir: Eğer elbisenin bozulması onun fiili ile kaynaklanmıyor ise ve ortada ihmalkarlık da yoksa kefilin bir şey ödemesi gerekmez. Aslında kefil olunan kimsenin bir şey ödemesi gerekmemektedir. Asıl olanın bir şey ödemesi gerekmeyince kefil olanın ise öncelikli olarak ödemesi gerekmez. Bu nedenle kefaletin sahih olabilmesi için, kefil olunan yani alacaklı için başkaları üzerinde vacib veya vacibe dönüşmüş bir hakkın olması gerekir. Hakkın, başlangıçta veya bilahare zimmette subutu kefaletin sıhhatinin şartıdır. Ancak garanti edilen kimse ve kendisine garanti verilen kimsenin bilinen olması şart koşulmaz. Meçhul da olsa kefalet sahih olur.

Meselâ bir adam bir diğerine, elbiseni temizlemeciye ver dese, diğeri de elbiselerimin kaybolmasından, bozulmasından korkarım dese, bunun üzerine birinci şahıs ona: Elbiselerini temizlemeciye ver, elbisen telef olacak olursa ben temizlemeci adına sana kefilim dese fakat temizlemeciyi belirtmese verilen kefalet sahihtir. Bu kefalet üzerine adam elbiselerini temizlemeciye verse sonra da elbisesi telef olsa kefil olan kimse tarafından elbiselerin karşılanması gerekir. Garanti edilen kimsenin meçhul olması engel değildir. Aynı şekilde bir kişi kalkar da falan temizlemeci çok tecrübelidir, ona elbiselerini veren herkesin elbiselerinin telef olmasına karşı temizleyici adına ben kefilim derse ve adına kefil olunan kimse meçhul olsa bile bu kefalet sahihtir.

Garanti etmenin (kefaletin) delili açıktır. Bu delil, bir zimmeti bir başka zimmete eklemektir. Zimmette sabit olan bir hak için garanti vermektir. Böylesi bir işlemde ise:

a- Garanti eden kimse,

b- Garanti edilen kimse,

c- Kendisine garanti verilen kimse olarak üç unsur mevcuttur. Ve bu garanti (kefalet) herhangi bir karşılık olmadan meydana gelir. Burada hem kendisine garanti verilen kimse, hem de garanti edilen kimse meçhul olabilir. Kefaletin deliline gelince; Ebu Davud, Câbir'den şöyle rivayet etti:

"Resulullah (as), üzerinde borç var iken ölen bir adamın namazını kılmıyordu. Nitekim bir cenaze getirildi. Resulullah (sav): Onun borcu var mı? diye sordu. Oradakiler: Evet, iki dirhem borcu var, dediler. Bunun üzerine Resul (sav); Arkadaşınızın (cenaze) namazını kılın, dedi. Bunu işiten Ebu Katade el-Ensâri: O iki dinarı ben öderim, ya Resulullah dedi. Bundan sonra Resul (sav) kalkıp onun namazını kıldı. Gün gelip Allah, Resul (sav)'e fetihler nasib edip maddî yönden güçlenince şöyle buyurdu: Ben her mü'mine kendi zatından önce gelirim. Kim bir borç bırakarak ölürse onu ben ödeyeceğim. Kim de mal bırakırsa (öldükten sonra) varislerine ait olur.” (Ebu Davud, Kitabu’l-Buyu’, 2902)

Sarih olarak anlaşılan manaya göre Ebu Katade, borç verene ait vacip olmuş malî hakkın ödenmesinde kendi zimmetini, borçlu olarak ölen kimsenin zimmetine katmıştır. Bu hadisten anlaşılan diğer bir husus da; garanti (kefalet) hususunda bir kefil (garanti eden) bir garanti edilen kimse ve bir de kendisine garanti verilen kimse mevcuttur. Ayrıca başkasına ait zimmet tekeffülü karşılıksız olmuştur. Yine hadisten anlaşıldığı üzere, garanti edilen kimse ki o ölen kimsedir ve kendisine garanti verilen kimsenin yani alacaklının kefalet sırasında kim olduğu meçhuldur. Böylece bu hadis kefaletin sıhhat şartlarını ve in'ikad şartlarını ihtiva etmektedir.

Şer'i kefalet işte budur. Sigorta taahhüdünü kesin garanti olan şer'i kefalete tebik ettiğimizde şu durumlar karşımıza çıkmaktadır:

a- Sigorta, kefaletin sıhhatine ve in'ikadına ait olarak şeriatın bildirdiği şartlardan yoksundur. Sigorta bu şartları taşımamaktadır. Onda bir zimmeti bir zimmete ilhak etmek hususu kesinlikle yoktur. Sigorta şirketi, sigortalıya ait bir malî yükümlülükte kendi zimmetini hiç bir kimsenin zimmetine katmamaktadır. Dolayısıyla herhangi bir garanti (kefalet) mevcut değildir. Dolayısıyla sigorta batıldır.

b- Sigorta olayında, sigortalının üzerinde bir başkasına ait herhangi bir hak yoktur ki sigorta şirketi onu ödemeyi üzerine almış olsun. Sigorta malî hakkın varlığından yoksundur. Bu durumda şirket herhangi bir parasal hakkı ödemeyi taahhüt etmiş değildir. Dolayısıyla böylesi bir şirketin şeriata göre garantör olduğu söylenemez.

c- Şirketin sigortalıya vermeyi taahhüt ettiği para veya mal, sigorta akti esnasında kendisine garanti verilen kimsenin başkalarına karşı ne direkt ne de dolaylı vacib hak değildir ki ödenmesi sahih olsun. Sigorta şirketleri hemen ve sonra vacib olmayan bir şeye kefil olmuştur. Böylece o kefalet sahih olmaz. Buna bağlı olarak sigorta da batıl olur.

d- Sigortada garanti edilen kimse ortada yoktur. Çünkü sigorta şirketi, üzerinde bir hakkın var olduğu kimse hakkında kefalet vermiyor ki buna kefalet diyelim. O halde sigorta akdi şeriata göre gerekli kefalet unsurlarından esasî bir unsuru oluşturan "garanti edilen kimse" unsurundan yoksundur. Çünkü kefalette şu üç unsur mutlaka bulunmalıdır: Garanti eden kimse, garanti edilen kimse ve kendisine garanti verilen kimse. Sigorta aktinde garanti edilen kimse bulunmadığı için bu akit şeriata göre batıldır.

e- Sigorta şirketi bir felâket sırasında zarara uğrayan üyesine para veya telef olan şeyin aynısını vermeyi taahhüt ederken, bunu bir miktar mal karşılığında yapmayı kabul etmektedir. Durum böyle olunca, kefalet bir menfaat karşılığı yapılmış olmaktadır. Bu ise sahih değildir. Çünkü kefaletin sıhhatinin şartı, onun karşılıksız olmasıdır. Böylece içerisinde karşılık olmasından dolayı sigorta batıl bir kefalet olmaktadır.

Bu izahatla sigorta taahhüdünün şeriatın belirttiği kefalet ile ilgili şartlardan yoksun oluşunun boyutu ve kefalet sözleşmesinin ve sıhhatinin şartlarından da uzak oluşu açığa çıkmaktadır. Böylelikle sigorta şirketlerinin verdikleri taahhüt senetleri ve onunla garanti ettiği bedel, para, mal ve hepsi esastan batıldır. Bu nedenle bütün sigorta şirketleri şeriata göre batıldır.

Buna binaen ister hayat, ister eşya, ister mal sigortaları olsun v.b. bunların hepsi şeriata göre haramdır. Haram olmalarının sebebi, akdinin şeriata göre batıl bir akit olmasıdır. Bu akit gereği şirketlerin verdiği taahhüt şeriata göre batıl taahhüttür. Bu taahhüt ve akde göre mal almak haramdır. Bu husus batıl ile mal yemektir, haram kazanç kategorisine girer.

YIL 15  SAYI 174-175-176  R.AHİR/C.EVVEL/C.AHİR 1425 / HAZ. TEM. AĞUS. 2004

Yukarı