|
|
|
Müslümanların Genelinde İslamî Ölçünün Olmayışı
|
|
|
Ayşegül AVCI |
|
| |
Yaratılışımızın gayesi tabi ki
sadece Allah’a kulluktur.
Yalnız Allah’a
kulluk, sadece iman ettim, inandım diyerek, ve bunu
da sadece sözle ifade etmekle olmaz.
Çünkü insanlar inandık demekle bırakılsalardı onların imanlarının
hiçbir etkinliği olmayacaktı ve bunu
da Allah-u Teala şu ayetinde belirtmiştir.
Yoksa insanlar inandık demekle bırakılı vereceklerini sandılar. Andolsun ki biz onlardan öncekilerini imtihandan
geçirmişizdir. Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak yalancıları da ortaya koyacaktır.
“ İnsanlar, imtihandan geçirilmeden,
sadece "İman ettik" demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir.
Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka
ortaya koyacaktır.”
(Ankebut 2,3)
Allah’a kulluk Allah’ı razı etmekle
olur, eğer bir insan hayatının her sahasında
Allah Resulü Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla göndermiş olduğu emir, nehiy ve
nizamlara göre yaşarsa, yani İslamî
hayatı bir bütün olarak yaşarsa
ancak bu şekilde Allah’ı
razı etmiş
olur ve ancak bu şekilde Allah’a
kulluk vazifesini yerine getirmiş olur. Tabi
ki buda sadece İslamî
cemiyetinin olmasıyla daha da mümkündür. Çünkü Allah (svt)
insanı içtimai (sosyal) bir varlık olarak yaratmıştır. Yani insan
tek başına diğer insanlardan soyutlanarak
ferdi bir yaşam değil de sosyal
bir yaşam sürmektedir.
Bu fikri özelliği gereği
insan içinde bulunduğu cemiyetin hayatını yaşamak zorunda kalır, yani cemiyet hayatı insana tesir eder, yön
verir.bundan dolayı, tesir altında kalmadan
engeller olmadan ve İslam’ı bir
bütün olarak yaşayabilmemiz için İslamî
cemiyetinde yaşamak gerekir.
İslamî cemiyeti ise, İslamî
fikir, mefhum, kanun, duygu ve nizamların
insanların hayatına hakim olmasıyla oluşur, ve bunları hayata hakim
kılacak olan İslam devleti olmadan İslamî
cemiyeti olmaz. O halde Hilafet Devleti
olmazsa olmaz cinsinden bir zaruret ve en önemlisi kurulması için
çalışmak tüm Müslümanların üzerine farzdır. Bu farzın önemini, zaruretini, idrak edip gerekli çalışmayı
yapanlar elbetteki çoğunlukta, fakat bu çalışmayı yaparken
bu çalışmanın önüne bin bir zorluk,
güçlük, sıkıntı ve engeller çıkmaktadır.
Ve bu zorluk ve sıkıntılardan biriside
Müslümanların genelinde İslamî ölçünün olmayışıdır. Hatta İslam’ın
ne demek olduğundan
bile habersiz
olmalarıdır.bundan dolayı İslam’dan
olmayan ölçülere tabi olmuşlardır,
ve buda Müslümanların günümüzde
genelinin İslamî ölçüyü anlamadıklarının
açık bir göstergesidir. İslam’a
inandığını ve onun mensubu olduğunu
söyleyen ümmet
için İslam’dan olmayan
ölçülere tabi olması ve İslam’dan
uzak kalması kadar acı ve vahim
bir durum olamaz. Örneğin:
Domuz haramdır diyorlar, ondan tiksiniyorlar
fakat faizde haramdır, ama ona koşuyorlar. Halbuki faizin en hafifi
annesi ile zina etmesi olarak vasfedildiği halde onunla amil olanlar
ve Allah ve Resulüne
savaş açan Müslümanlar var.
Demokrasi bir küfür bir şirk olduğu
halde, söz artık hakkındır bir gün değil her gün demokrasi olsun
diye övgüler düzenleyen
Müslümanlar var.
Laiklik küfürdür Allah’a kafa tutmak olduğu
halde bu işe dini karıştırma
diyen Müslümanlar var.
Münkeri gördüğünde değiştirmek gerekirken, zaman sana uymazsa sen
zamana uy diyen Müslümanlar var.
Amellerin ölçüsü sevap ve günah olması gerekirken fayda ve zararı
ölçü alan Müslümanlar var.
Kadın korunması gereken bir ırz olduğu halde karısının, bacısının,
açık saçık dolaşmasını savunan ve bundan zevk alan Müslümanlar var.
Allah kafirlerden ve müşriklerden yüz çevirmeyi emrettiği halde
onlarla uzlaşmayı, dost olmayı savunan
Müslümanlar var.
Evet buna benzer daha çok örnekler vardır ,
ve bir Müslüman böylesi durumlara nasıl düşer, elbetteki İslamî
ölçüden yoksun oluşundandır. Ve işte zorluk ve engelde buradan
çıkıyor, onlara mesela
delilleriyle hilafet Devletinin önemini,
kurulması için çalışmanın
farziyetini anlatırsın ve Şer-i
hükümlere teslim olmalarını beklerken onlar
meseleye
başka ölçülerle bakarlar
ve karşı çıkarlar ve bu durumda yapılan çalışmada
ortaya çıkan engellerden
biridir. Ve bu yazımda İslamî
ölçünün anlaşılmasına
doğru ve faydalı olacağı için kısaca
izah etmeye çalışacağım.
Muhakkak ki insan hayatında hakkın,
batılın, iyinin, kötünün, doğrunun, eğrinin, güzelin, çirkinin,
hayrın, şerrin kendisi ile belirlediği bir ölçünün olması
kaçınılmazdır. Ve tüm hayatta lazımdır. Çünkü dünyada en büyük nimet
imandır.
İmanın getirdiği yüksek ideal ise, Allah’ın rızasına nail olmaktır.
Yani, Allah ve Resulünün
getirdiklerine, sarsıntıya,
şüpheye ve tereddüde
düşmeden akli bir tasdikle
tam anlamıyla bağlanmaktır.
Ve biz Müslümanlar inanıyor
ve mutlaka inanmalıyız ki, Allah-u Teala bizi yalnızca kendisine
kulluk yapmamız ve kulluktan imtihan olmamız
için yaratmıştır.
Yani, hayatın gayesi
yalnızca Allah’a kulluk
yapmaktır. Ve bunun için de Allah-u Teala
gerekli ve geçerli ölçüleri göndermiştir ki,
insan bu
ölçüler yani, Şer-i Hüküm’ler doğrultusunda yaşamış ve Allah’a kulluk
etmiş olsun. Ve işte Allah-u Teala’nın hayat için geçerli
olarak gönderdiği ölçülerin tamamı İslam’ı
oluşturur.
Yani, İslam, Allah’tan gelen
hayat için bir ölçü, başka bir deyimle,
hayat için bir nizamdır. İşte özellikle
Müslümanlar hayatın her sahasında hayata bakarken, hayatı
değerlendirirken
ve yaşamlarını sürdürürken hep İslamî ölçüye tabi olmaları gerekir.
Yani, hayata bakışları İslamî açıdan olmalı.
Aksi halde onların hayatlarına İslam’dan
başka ölçüler hakim olur ki, bu onların yaratılışlarının gayesi dışında
yaşam sürmelerini, başka bir deyimle,
imtihanı kaybedip dünya ve ahirette hüsrana uğramalarına neden olur.
Nitekim Allah-u Teala İslamî ölçünün
dışındaki ölçülere tabi olmayı, batıla
tabi olmak ve şeytana ve tağuta uymak, haddi aşmak gibi tabirlerle
zikretmiştir ve bunu da şu ayetinde belirtmiştir.
“ Şüphesiz bu, benim dosdoğru
yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi
Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız
için Allah size bunları emretti.”
(En’am 153)
A) İncelediğinde görülür ki; insan hayatı,
insanın Rabbisiyle, nefsiyle
ve diğer insanlarla olan münasebetinden müteşekkildir
(oluşmaktadır).
İnsanın Rabbisiyle olan münasebetindeki
ölçü: İtikat ve belirli ibadetlerden
oluşmaktadır.o halde insan yaratıcısı olan rabbisine nasıl inanmalı
ve onu nasıl takdis etmeli yada ona nasıl ibadet etmeli. Mümin
amillerini Allah’a
olan bağlantısının bilinci yani o yüce Allah’ın
varlığına inancının üzerine
ve onun emir ve yasaklarının ölçeğinde
icra ederse o zaman yaşamını o ruhi zemin üzerine oturtmuş olur.
(buda İslam akidesidir) ve bunu tüm işlediği fiillerde hisseder ve
bundan dolayı Müslüman birey yaşamında Allah’ın
emir ve yasakları doğrultusunda belirlenen çizgi üzere hareket edecektir.
Çünkü var olmanın gayesi Allah’a
imandır. Şayet bu gayesini kaybederse ve bütün değerlerini yitirip
ve yaratıcısına
yüz çevirip yasak olan çizgi dışına çıkar sapıtırsa ne kadar
çabalasa da kalbi sükuneti
ve iç huzur düzeyini bulamayacağından dolayı
asla mutluluğu huzuru bulamayacaktır.
Çünkü Allah rızasından beslenmeyene
iç huzur yoktur. Yüce rabbim mutluluğun,
huzurun kendi rızasını kazanmanın
dışında gerçekleşmeyeceğini birçok ayetinde
belirtmiştir. Ve cennet nimetlerini Allah’ın rızasına endekslemiştir
ve bunu
da şu ayetlerinde belirtmiştir.
“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara,
içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn
cennetlerinde güzel meskenler vadetti. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür.
İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe 72)
“Onların Rableri katındaki mükâfatları,
zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak
kalacakları Adn cennetleridir. Allah
kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır.
Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler)
içindir.”
(Beyyine 8)
Nitekim insanın herhangi bir iş yaparken
Allah’la ilişkisi içersinde
olduğunu idrak etmesi ve yaptığı her iş,
işlediği her fiil Şer-i ölçülere ters düşmeyecek
kaydıyla yapmalıdır. Ve neticede
daima ahiret boyutundan bakmalı, yani, o işin
sonunda günah mı sevap mı kazanacak, cehennem mi cennet mi var?
Daima bunları gözeterek amel
etmeli.
B) Ve insanın kendi nefsiyle olan
münasebetindeki ölçü; yiyecekler, giyecekler
ve ahlak konuları içerir ve incelendiğinde
görülür ki; insanın nefsi, kendisidir. Yani, ona yaratıcısının vermiş
olduğu fıtri özelliğidir ki bunlar, uzvi ihtiyaçlar (acıkma, susama,
uyuma gibi…) ve içgüdüler (nevi, beka ve dindarlık) ihtiyaçları
nasıl, hangi ölçülere
göre veya ne şekilde giderecektir.
Bu ölçü de yine Allah’tandır. İnsanın
yapısı gereği de böyle olmalıdır. Çünkü kişi bu özellikleri bir
şekilde gidermesi
gerekir ve bunları sırf nefsi doğrultusunda giderirse sonuç olarak
insanı sapıklığa, huzursuzluğa götürür.
Bundan dolayı doğru ve düzenli şekilde giderilmesi için doğru
nizamlar gerekiyor. Bu da ancak Allah’tan gelir. Çünkü insanın
hakkında neyin hayırlı neyin
şerli olduğunu ancak kendisini yaratan Allah-u Teala bilir. Şu halde
Müslüman nefisleriyle alakalarında sadece
İslamî ölçüye yani, Allah’ın göndermiş
olduğu ölçüye tabi olmalıdır ve bazı kişiler nefsimizi terbiye
edeceğiz diye Allah ve
Resulünden gelen ölçünün dışına çıkmakla
Allah indinde nefislerini
terbiyesizleştiriyorlar ve bu fikri özelliğini öldürmeye çalışmakla
kendilerine zulmetmekteler.
Müslüman herhangi bir insan değildir. O
düşüncesinde arzu ve duygularında
ve davranışlarında
rabbisinin terbiye disiplinine teslim olan
kişidir.
Nefsiyet: Yaratılırken kendisine verilen yapısal özelliklerin dışına
yansıması
olan duygu ve arzularına bağlı olan eylemlerdir. Ve bunlar İslam Akidesi
gereği Şer-i Hükümlere göre hareket ettiği sürece sağlıklı ve düzeyli bir yaşam
sürer. Aksi halde hayvanlar gibi sadece duygu ve arzularının tatmini
peşinde koşar, insanların ekserisinde
bu duruma düşmektedirler. Yani, genelde aklederek değil de arzu ve
duygularına göre hareket
etmektedirler. Ve bunu da Allah-u Teala şu
ayetinde
şöyle belirtmiştir:
“Kötü duygularını kendisine tanrı edinen
kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir
misin?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut
düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta
onlar yolca daha da sapıktırlar.” (Furkan 43,44)
Şüphesiz ki Allah-u Teala, müminlerin
nefislerini ve mallarını satın aldı. Ve bunun karşılığı da elbetteki
cennettir.
C) Ve insanın diğer insanlarla olan
alakalarındaki ölçü; muamelat ve ukubatlarla (cezalarla) ilgili
Şer-i hükümlerdir.
Bilindiği gibi insanın en büyük
fıtri özelliklerinden birisi de, içtimai bir varlık olarak
yaratılmış olmasıdır. Yani, insan diğer insanlardan tamamen kopuk
bir şekilde hayatını sürdüremez. O diğer insanlarla beraber yaşamak
zorundadır. Bu yaşam onu diğer insanlarla
belirli alakalar kurmayı zorunlu
kılar ve
bu alakaların nasıl, hangi esaslar üzerine kurulması ve nasıl tanzim
edilmesi gerektiğini ve bu alakalarda
hak ve hukukun ne olduğunu, haklıyı haksızı ve haksıza verilecek cezaları
belirleyecek ölçü nedir ve
nereden alınmalıdır? Özellikle İslam’a inananlar
bu sahada sadece İslamî ölçüye tabi olmaları zorunludur.
Çünkü bu saha hayatın en geniş sahasıdır ve diğer
sahalarda olduğu
gibi bu sahada da sadece İslamî ölçüyle mukayyettirler.
Ve inanan insan ticarette okuma ve araştırmada, kiralamada,
iş ortaklığında
alışverişte ve buna benzer hayatla
ilgili tüm alanlarda hep bu anlayışla hareket
eder. Yani İslamî ölçüler doğrultusunda.
İslamî ölçü ise Şer-i Hükümlerdir. Şer-i Hüküm ise; Şari’nin
kulların fiilleriyle
alakalı hitabıdır. Yani, farz,
mendup, mübah, haram, helal, mekruh olarak
ifade edilen hükümlerdir. Şari’nin hitabı Şer-i delillerden yani,
Kur-an, Sünnet, Sahabelerin İcma’ı ve fakihlerin kıyasından çıkar.
Müslümanların
Şer-i Hükümlerin dışındaki hükümlerle
amel etmesi asla caiz değildir.
Zira Müslüman Allah’ın Şeriatına teslim olandır.
Ve Şer-i Hükümlerin dışına çıkmaya
muhayyer değildir. Ve bunu da Allah-u Teala şu
ayetinde belirtmiştir:
“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm
verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı
yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur.”
(Ahzab 36)
Bu Ayeti Kerimeden de anlaşılacağı gibi Allah-u Teala
Müslümanların amellerinde Şer-i Hükümlere uymayı tek ölçü kılmıştır.
Çünkü insan hayatı Allah (svt)
tarafından belirlenen hükümlere
göre sürdürülmelidir. Eğer fiilin
terki isteniyorsa, terk etmeli veya yapılması isteniyorsa
yapılmalıdır. İnsanın
işleyeceği
fiil Allah-u Teala’yı hoşnut eder veya kızdırır, bu fiil ahirette ödüllendirilir veya cehennemde
cezalandırılır. Yani bu hayatın doğrudan ahiret ile bağlantılı
olduğunun
bilincinde olarak insan bir fiil işler veya ondan uzak durur, bir
fiil işleyip işlememek Allah (svt)’ya
itaat edip etmemek insanın kendi isteğine
bağlıdır.
Fakat unutulmamalıdır ki, insan itaat ettiği takdirde
ödüllendirilecek ve isyankar
olduğu takdirde cezalandırılacaktır.
İnsanın hayatını düzenleyeceği avantajlarını, dezavantajlarını düşüncelerini
ve ideallerini, sevdiği ve sevmediği
şeyleri belirlemek kendi şahsi görüşüne bırakılmamıştır. Dünyadaki
yaşantısına göre insan son durağını kendi fiilleriyle belirler. Ve
insan tüm benliğiyle fiillerine konsantre olur ve fiillerini
hayatının en önemli faktörü olarak
yani, sağlığından, güvenliğinden,
rahatlığından ve ailesinden önde getirmeli.
Aksi halde ahireti bu dünyaya değişmek
gerekçesi ile insan beyninin ulaşabileceği
en yüksek seviyedeki
aptallık olarak nitelendirilmekte.
Şimdi hayatın sırrı ve hayatımızda önemli hedefler açıklanmış oldu
ki; bu sadece ve sadece yaptığımız fiillerdir. Allah (svt)
tarafından insanın gideceği yol çizilmiştir ve bu yolda uyacağı kurallar
(haramlar ve helalar) da insanın hayat ölçüsüdür.
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah
yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz?
Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının
faydası ahiretin yanında pek azdır.”
(Tevbe 38)
Bu mesel bu kadar önemli olduğu halde bilhassa
günümüzde Müslümanların
genelinde bu meselenin önemi hiç idrak edilmemiştir. Zira müşahede
edilen genel durum bunu göstermektedir ve bu
insanlara siz İslamî mükellefiyeti
nasıl anlatırsınız ve işin daha acı ve zor olan yönü ise, İslam’a
çalıştığını
söyleyen İslam’ı ağzından düşürmeyen
kişilerin ve çevrelerin İslamî ölçüden uzak oluşlarıdır. İşte bu
durum İslam Devleti Hilafet’e giderken yapılan çalışmada en büyük
engellerden birisidir.
Günümüzde Müslüman fertte ve toplulukların genelde tabî oldukları İslam
dışı ölçülerin şunlar olduğunu görüyoruz:
Beşeri kanunlar, örfler ve diğer hükümler. Bunların Müslüman için
asla ölçü olmaması gerekirken kendilerinin Müslüman olduğunu
söyleyen bir çok kişi ve çevrelerin bu ölçülerle amel eder
olduklarını görmekteyiz. Onların bu ölçüleri etmedikçe İslam’ı ve
İslamî hayatı ve onun için çalışmanın gereğini anlamaları kesinlikle
mümkün değildir.
Ve şahsi liderlikler, evet bilhassa günümüzde Müslümanların ekserisi
ne yazık ki, bu ölçüye tabi olmaktalar. Kendilerini belirli
şahısların görüş ve davranış biçimlerine teslim etmiş durumdalar.
Bu durum onların akıllarını dondurmakta
gözlerini kör etmektedir. Siz onlara Şer-i
hükümlerle gidersiniz, onlar ise o kendisine tabi oldukları şahısların
görüş ve fikirleriyle karşınıza çıkarlar hem de bu durumu İslamî olduğunu
savunarak oysa o şahıslar da kendileri gibi beşerdirler ve bu halleriyle
hiçbir zaman başkasına ölçü olamazlar. Nitekim Allah (svt)
Resulün dışında
bize hiçbir zaman şahsi ölçü kılmamıştır
ve siz onlara Şer-i Hüküm ile kendilerinin içinde bulundukları
yanlışları
ve yerine getirmeleri gereken
sorumlulukları göstermemize rağmen onlar
göremiyor ve anlamıyorlar ve bu da karşımızda aşılması gereken engellerden
birisidir.
Menfaatler yani kârlar ve zararlar aslında Müslüman olmayanların
özellikle
kapitalist ideolojinin mensuplarının
ölçüsü olmasına rağmen ne yazık ki bu ölçü genelde Müslümanların da
iliklerine kadar işlemiş vaziyettedir ve oraların da aç gözlülük
alabildiğine kadar
keskin ve sert boyutlara ulaşmış aynı zamanda da insanî ve ahlakî ve
manevi değerlerden uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Haram kazanç
uğruna yaptıkları rekabet sonucu halkın kanıyla
ticaret yapmak toplum ve devletler
arasında pek çok fitneye sebep olmuştur. Oysa her şeye İslamî açıdan
bakmaları gereken ne yazık ki menfaat açısından bakmaktalar. Yani
menfaatleri
olduğu yerde Şer-i Hükümleri çiğneme
pahasına da olsa ameller işleyebilmekteler.
Oysa gerçek bir Müslüman, menfaate göre amel
edemez. O ancak Şer-i Hükme göre amel etmelidir.
Bir de Müslümanlar arasında çok yaygın duruma
gelen akli hükümler var. Yani, bir konuda Allah’ın Hükmü var iken,
‘bana göre aslında şu şöyle olmalı, akla mantığa terstir’ diyenler
çok ortalıkta, bunlara da şeytanın dostları desek yanlış olmaz.
Çünkü Allah-u
Teala’nın Adem (as)’a
secde edin diye bir emri varken şeytan O’na teslim
olma yerine, ‘o topraktan ve ise ateşten yaratıldım, ateş topraktan
üstündür’ diyerek kendisinden
bir hükümle yani, bir nevi akli hükümle amel
etti. Tağut azgın melun oldu. Allah’ın Hükümlerini yani, Şer-i
Hükümleri ölçü almayıp da akli hükümlerle amel etmek,
şeytanın ameli ile amel etmektir ve kişileri adeta aklı Şeriat’a
hakim kılma uğraşı içinde görürsünüz. Şer-i Hükümleri akla uygun
düşürüyorsa alıyorlar, akla
uygun görmüyorlarsa terk ediyorlar. Yani
amellerini hükümlerinin neticesinden alıyorlar. Neticesini zararlı
görüyorlarsa işlemeyi Şer-i Hüküm emretse dahi ameli terk ediyorlar
ve böylece akli hükmü Şer-i Hüküm üstüne
çıkarıyorlar.
Örneğin; siz İslamî Hayatın tekrar başlaması için gerekli Hilafet Devletinin
kurulması yolunda çalışmanın farziyetini Şer-i delilleriyle
gösterdiğiniz
halde o kişilerin bu işin neticesinin tehlikeli oluşundan dolayı bu
Şer-i Hükümle
amel etmekten kaçındıklarını görürüz. Oysa, İslam’ın dışındaki her
türlü ölçü aslında Şer-an ölçüsüzlük demektir. Çünkü Allah-u Teala
kendi gönderdiği dinin dışında tâbi olunan yani, ölçü olarak alınan
her şeyi ret etmiştir ve bunu da şu ayetinde belirtmiştir:
“Allah nezdinde hak din İslâm'dır…” (Ali İmran 19)
O halde Müslümanlar hayatlarının her sahasında
sadece İslamî ölçüyü almalarını ve tüm yaşamlarında sadece ona
uymalarını, İslam akidesinin gereği
olduğunu ve bu ölçü dışındaki ölçülerin
kendilerine dünyada zelil ahirette ise hüsrana
uğrayanlardan kıldığını kendilerine hatırlatıyoruz. Bu iki kayıptan
kurtulmaları için gayri İslamî
ölçüleri tamamen terk edip İslamî ölçüyü
almaya ve ona bağımlı olarak İslamî hayatın gereği olarak ve de farz
olan Hilafet Devletinin kurulması
için ihlasla çalışmaya çağırıyoruz. Zira İslamî
ölçüye tabi olmak dünya ve ahirette saadetin
kaynağıdır.
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını,
kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü
onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu),
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaattir.
Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla
yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu,
(gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 111)
“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere
sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah
kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda
toplanacaksınız.” (Enfal 24)
Yüce Allah’tan adımlarımızı sağlamlaştırmasını,
katında bize güç nasip etmesini, melekleri ile bizi destekleyip
Müminleri kurtarmasını, katından yapacağı
yardım ve zaferle bize ikramda bulunmasını dileriz. Yine Allah’tan
Hilafeti kurmamızı ve Allah’ın kitabı ve
Resulün sünnetini uygulayacak, küfür kanunlarını, tüm İslam
beldelerinden atacak, tüm Müslümanları Hilafet sancağı
altında birleştirerek kendisine dinleyip itaat etmek üzere biat
edeceğimiz
Müslümanların halifesini nasbetmemizi
bize bağışlamasını dileriz. Şüphesiz
Allah istediği her şeyi yapmaya kadirdir. Dualarımızın sonu Alemlerin
Rabbi olan Allah’a
hamdır. |
|
YIL
15 SAYI 179-180 ŞEVVAL-ZİLKADE 1425 / KASIM-ARALIK 2004
|
|
|
|
|
|
|