Ana Sayfa YIL 15  SAYI 179-180  ŞEVVAL-ZİLKADE 1425 / KASIM-ARALIK 2004 E-Mail

İnsanlar İçin Çıkarılmış Ey Hayırlı Ümmetsiniz

Ercan TEKİN

Alemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz” (Al-i İmrân 110)

şiddetli bir şekilde bu âyeti kerime, iyiliği emretmesi, kötülükten nehyetmesi ve Allah’a iman etmesinden hareketle ümmetin hayırlılık özünü ve şanı en efdal, en yüce olması açısından ümmetlerin en hayırlısını sıralamıştır. Yani ümmetlerin en kalkınmışını dizelemiştir. Zira kalkınma; yükselmektir. Kişinin kalkınması ayağa kalkmasıdır, mekanın kalkınması yani yüksek olmasıdır ve ümmetin kalkınması, yücelmesidir, diğer ümmetler üzerine çıkmasıdır. Fakat biz kalkınmanın ancak insan ve toplumun taşıdığı mefhumların, ilişkiler ve davranışlar üzerine etki etmesiyle olacağının bilinci içerisindeyiz. Dolayısıyla bu davranışların özü, Allah’a iman etmekten neşet eden iyiliklere imtisal etmek ve Allah’ın sakındırdığı kötülüklerden sakınmaktır.İşte bu yüzden Müslüman ve İslamî ümmet metoda sarılmalıdır ki, layık olduğu mekanı bulsun, ona otursun ve böylece de Allah-u Teala’nın ona ikram ettiği hayriyat kendisinde tahakkuk etsin.

Süfyân ibn-u Abdullah Es-Sekafî bir gün gelerek: “Ey Allah’ın Resûl’ü bana öyle bir şey anlat ki, ona sımsıkı sarılayım” dedi. Resulullah (sav):

“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” buyurdu. (Müslim)

Bize başka yerlerde âyeti kerime, bir ferd olarak müslümanın kalkınması hakkında bahsetmektedir. Bu kalkınma, Allah’a iman etmekten ve onun emri üzerinde dosdoğru olmaktan neşet eden kalkınmadır. O halde Müslümanın taşıdığı mefhumlar davranışlarına tesir ederse kalkınmış, yükselmiş ve hayırlı bir insan konumuna gelir. Burada ki, âyeti kerime bize ümmet olarak kalkınmanın nasıl olacağı hakkında bilgi vermektedir. Bu bağlamda ümmetin kalkınması; Şeriatın tarif ettiği iyilikleri amellerinin ekseni kılarak ve Şeriatın münker gördüklerinden uzaklaşarak Rabbisinin emri üzerinde dosdoğru hareket etmesiyle olur. Böylelikle metot üzerinde dosdoğru olur. Buna binaen de hem ümmetler arasındaki en hayırlı mekanını bulur hem de ona oturur.

Hak Subhanehu Teala bu âyeti kerimede iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmekle Allah’a iman etmek arasında ilişki kurmuş ve hayırlılıktan bahsederken iyiliği emretmeyi öne geçirmiştir. Çünkü hayırlılık ve kalkınma davranışlara, yani amellere ilişkindir. Keza o, hem imanın neticesi hem de iman üzerine mebnidir. Mamafih âyete dikkatle bakıldığında, hayırlılığın ancak akidevî fikirleri davranışların ekseni kılmakla ve akideyi de ümmet için bir fikri kaide ve fiilleri için de ölçü kılmakla olacağını anlamamıza sevkediyor. İslamî ümmet kesinlikle şu iki büyük felakete duçar kalmıştır. Birincisi Çöküntü, ikincisi layık olduğu makamdan alaşağı edilmesi.

Şu üç husus, kalkınmış insanı veya kalkınmış ümmeti yahut da kalkınmış toplumu kalkınmamış veya düşük olandan ayırır: İdeolojiyi taşımak, ideolojiyi tatbik etmek ve ideolojiyi anlamaktır. İdeoloji; nizamın kendisinden fışkırdığı aklî bir akidedir. Ümmet ve insan nezdinde hayat hakkında muayyen bir bakış açısı formüle eder ve hayatı belli bir yaşam tarzına, metoduna göre boyanır. İslamî ümmet; İslam ideolojisini akide ve hayat nizamı olarak taşıyor. İslam’ın, ideoloji olduğunda kendisinden nizamın fışkırdığı akide olduğunda herhangi şek ve şüphe yoktur. Nizamın, ideoloji cinsinden olması için mutlaka aynı akideden fışkırmış olması gerekir. Yine herhangi bir akideden fışkıran çözümlerin, bu akidenin hayata bakış açısı üzerine bina edilmesi gerektiğinde şüphe yoktur. Laiklikten fışkıran çözümler, dinin hayattan ayrılması akidesi üzerine kaimdir. Hareket noktası budur ve çözümleri koymaktaki ölçüsü ferdi menfaati gerçekleştirmektir. Mutluluk mefhumu ise, lezzetlerden ve maddeden en büyük oranda zevk almaktır. İslam, tevhid akidesi üzerine kaimdir, çözümleri koymaktaki ölçüsü, şeri hüküm ve Şeriatın, kullar için maslahat gördüğü veya onları kendisiyle imtihan ettiği şeylerdir. Mutluluk mefhumu; Allah’ın rızasını gerçekleştirmektir, amellerin ölçüsü; helal ve haramdır. Bu yüzdendir ki, İslam İdeolojisini taşımak ve anlamaktaki incelik onu diğerleriyle karıştırmamayı gerektirir. Dolayısıyla hadaretler ve ideolojiler arasındaki furûatta benzerlikten bahsetmek sadece fikrî hadaretlerin deliline ve bunların sınırlı, birbiriyle ilintili kendi hareket noktaları olan esaslar üzerine kaim olduğuna vakıf olan kimselerin işidir. Onların her birinin akidesinden fışkıran mefhumları ve ıstılahları vardır ve her biride insicam içerisinde belli bir yaşam tarzı icat etmeyi hedefler ki, bu hadarete iman eden kimseler hayat bulsunlar. Bunun içindir ki, İslam’ın kendine özgü düzenlemesi vardır. Aynı şekilde Laiklikte böyledir. Bunların ortak noktalarından bahsetmek, hadaret anlayışını ve onun yaşama olan etkisini yüzeyselleştirmektir. Zira bunların, her biri akidesinden fışkırarak alınır yahut da terk edilir.

Yine şurası bir gerçektir ki, seçkin hadaret; gerçekleştirmek için hadaretin konulduğu yaşam tarzını korumak özlemiyle meydana gelen her bir problemlere çareler ortaya koyan hadarettir. Akıl sahibi her bir kimse İslam’ın, olmuş olan ve Kıyamet gününe kadar olacak olan her şeye Şari’nin kulların fillerine ilişkin hitabına bina edilerek kapsamlı çareler, çözümler getirdiğinde hiç bir kuşku içerisinde olmaz.

“Biz Kitab'ı sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl 89)

“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O'nun hükmü Allah'ındır ” (Şura 10)

“…Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı beğendim...” (Maide 3)

Daha önce kalkınmanın İdeolojiyi taşımak, ideolojiyi tatbik etmek ve ideolojiyi anlamakla tahakkuk edeceğini söylemiştik. Eğer bu üç erkandan biri ihlal edilirse, toplum kalkınmış olmaktan çöküntünün en aşağı derecesine doğru yuvarlanır ve layık olduğu makamdan layık olmadığı makama iner.

Bu demektir ki, İslamî ümmetin ideolojisi sadece doğru ideolojidir. Binaleyh onu taşırsa, anlarsa ve uygularsa layık olduğu makam zirvedir ve zirve de tek başına kalmaktır. Ki bu, onun insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olmasıdır.

Halbuki bugün vakıa, ümmet nezdinde yukarıdaki üç husustan birinde bozukluğun olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla da çöküntü içerisindedir. İslam’ı anlamdaki bozukluk, onu diğer hadaretlerden bir sürü fikirleri ithal etmeye sevk ederek onu dünya çölüne sürüklemiş ve kendi hadaretiyle hiç bir bağı olmayan diğer hadaretlerden fikri asimilasyona uğramıştır. Bu nedenle ümmetin, dakik İslamî anlayışa geri dönmesi için ilk önce İslam’ı, Rabbi Subhanehu’nun emrini örnek edinerek yorumlanan her türlü şaibelerden temizlemesi gerekir.

“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara 256)

Buradan hareketle de ümmet Arapça’nın gücünü İslam’ın gücüyle meczetmesi kaçınılmazdır. Yani İslam’ı, Arapça’nın geniş imkanlarıyla yorumlamak ve genişliğine, tesir gücüne binaen Arap lügatiyle İslam’ı anlamak gerekir ki, insanı kalkındıracak en yüce fikre dönüşsün. Bunun nedeni ise, Arap lügati ile İslam arasında ortak belli özelliklerin bulunmasıdır. Bunlar; genişlik, tesir gücü ve yayılmadır. Eğer biz, o ikisi arasındaki ortak özellikler nedeniyle o iki gücü birbirine bağlarsak, bu bağdan Müslümanların kalkınmasına kefil olan büyük bir kuvvet doğar.

İdeolojiyi uygulamaya gelince; İslamî şeriatı tatbik etmek, İslam’ı uygulama mekanizmasına koyacak olan İslamî devleti, Nübüvvet metodu üzerine ikinci Raşid-i Hilafet’i ikame etmekten farklıdır. Zira İslamî devlette alâkâlar, Şeriatın marûf gördüğünü marûf, Şeriatın münker gördüğünü de münker kılmak, bu münkeri reddetmek ve bu akidevî mefhumları davranışların ekseni ittihaz etme esası üzerine kuruludur. Ayrıca sadece bu esas üzerine, toplum değişik grupları ve taifeleriyle muhasebe edilir. Böylece ümmet, iman ettiği fikirler arasında ülfet içerisinde, güven içerisinde yaşar. Alâkâları bu esas üzerine seyrettiği sürece asla karışıklık, fesat ve fitne hasıl olmaz.

İdeolojiyi taşımak meselesi ise; Allah-u Teala kendilerine Resuller gönderdiği ümmetlerden her bir ümmete marûfu emretmeyi, münkerden nehyetmeyi ve Allah’a iman etmeyi onlara emretmiştir. Ama Allah-u Teala bu ümmeti seçkin kılmış ve onu, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet saymıştır. Şöyle ki, İslam ideolojisini bütün insanlığa aralarında bu esasa göre hükmetmeleri ve insanlığın tağuta göre hükmolunmalarından kaçınmaları için taşımayı kendisine emretmiştir.

“Andolsun, Biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" diye bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (Nahl 36)

O takdirde, ümmetin hayriyeti ancak İslam ideolojisini taşımakla, onu uygulamakla, onu bütün beşeriyete yüklenmesiyle, alâkalarını ve fertlerinin davranışlarını, bu ideolojiden fışkıran nizama göre yürütmesiyle olur.

İşte yalnızca bununla layık olduğu makam oturur: insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet makamına. Bunun haricinde layık olduğu makamdan aşağı iner, bütün tamahkarların yağlamasına duçar kalır, aç kurtların sofraya üşüştükleri gibi ümmetler onun üzerine üşüşür, servetlerini tarumar ederler, bütün zehirlerini hadaretine kus­makla berbat ederler, o, beşeriyeti zulümatlardan nura çıkaracağı yerde, biz­zat kendisi nurdan zulümatlara sürüklenir.

Son olarak; Ey insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet! İşte senin layık olduğun makam budur. Ona oturmak için hala daha niye çalışmıyorsun?

YIL 15  SAYI 179-180  ŞEVVAL-ZİLKADE 1425 / KASIM-ARALIK 2004

 

Yukarı