Alemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz”
(Al-i İmrân 110)
şiddetli bir şekilde bu âyeti kerime, iyiliği emretmesi, kötülükten
nehyetmesi ve Allah’a iman etmesinden hareketle ümmetin hayırlılık
özünü ve şanı en efdal, en yüce olması açısından ümmetlerin en
hayırlısını sıralamıştır. Yani ümmetlerin en kalkınmışını
dizelemiştir. Zira kalkınma; yükselmektir. Kişinin kalkınması ayağa
kalkmasıdır, mekanın kalkınması yani yüksek olmasıdır ve ümmetin
kalkınması, yücelmesidir, diğer ümmetler üzerine çıkmasıdır. Fakat
biz kalkınmanın ancak insan ve toplumun taşıdığı mefhumların,
ilişkiler ve davranışlar üzerine etki etmesiyle olacağının bilinci
içerisindeyiz. Dolayısıyla bu davranışların özü, Allah’a iman
etmekten neşet eden iyiliklere imtisal etmek ve Allah’ın
sakındırdığı kötülüklerden sakınmaktır.İşte bu yüzden Müslüman ve
İslamî ümmet metoda sarılmalıdır ki, layık olduğu mekanı bulsun, ona
otursun ve böylece de Allah-u Teala’nın ona ikram ettiği hayriyat
kendisinde tahakkuk etsin.
Süfyân ibn-u Abdullah Es-Sekafî bir gün gelerek: “Ey Allah’ın
Resûl’ü bana öyle bir şey anlat ki, ona sımsıkı sarılayım” dedi.
Resulullah (sav):
“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” buyurdu.
(Müslim)
Bize başka yerlerde âyeti kerime, bir ferd olarak müslümanın
kalkınması hakkında bahsetmektedir. Bu kalkınma, Allah’a iman
etmekten ve onun emri üzerinde dosdoğru olmaktan neşet eden
kalkınmadır. O halde Müslümanın taşıdığı mefhumlar davranışlarına
tesir ederse kalkınmış, yükselmiş ve hayırlı bir insan konumuna
gelir. Burada ki, âyeti kerime bize ümmet olarak kalkınmanın nasıl
olacağı hakkında bilgi vermektedir. Bu bağlamda ümmetin kalkınması;
Şeriatın tarif ettiği iyilikleri amellerinin ekseni kılarak ve
Şeriatın münker gördüklerinden uzaklaşarak Rabbisinin emri üzerinde
dosdoğru hareket etmesiyle olur. Böylelikle metot üzerinde dosdoğru
olur. Buna binaen de hem ümmetler arasındaki en hayırlı mekanını
bulur hem de ona oturur.
Hak Subhanehu Teala bu âyeti kerimede iyiliği emretmek, kötülükten
nehyetmekle Allah’a iman etmek arasında ilişki kurmuş ve
hayırlılıktan bahsederken iyiliği emretmeyi öne geçirmiştir. Çünkü
hayırlılık ve kalkınma davranışlara, yani amellere ilişkindir. Keza
o, hem imanın neticesi hem de iman üzerine mebnidir. Mamafih âyete
dikkatle bakıldığında, hayırlılığın ancak akidevî fikirleri
davranışların ekseni kılmakla ve akideyi de ümmet için bir fikri
kaide ve fiilleri için de ölçü kılmakla olacağını anlamamıza
sevkediyor. İslamî ümmet kesinlikle şu iki büyük felakete duçar
kalmıştır. Birincisi Çöküntü, ikincisi layık olduğu makamdan alaşağı
edilmesi.
Şu üç husus, kalkınmış insanı veya kalkınmış ümmeti yahut da
kalkınmış toplumu kalkınmamış veya düşük olandan ayırır: İdeolojiyi
taşımak, ideolojiyi tatbik etmek ve ideolojiyi anlamaktır. İdeoloji;
nizamın kendisinden fışkırdığı aklî bir akidedir. Ümmet ve insan
nezdinde hayat hakkında muayyen bir bakış açısı formüle eder ve
hayatı belli bir yaşam tarzına, metoduna göre boyanır. İslamî ümmet;
İslam ideolojisini akide ve hayat nizamı olarak taşıyor. İslam’ın,
ideoloji olduğunda kendisinden nizamın fışkırdığı akide olduğunda
herhangi şek ve şüphe yoktur. Nizamın, ideoloji cinsinden olması
için mutlaka aynı akideden fışkırmış olması gerekir. Yine herhangi
bir akideden fışkıran çözümlerin, bu akidenin hayata bakış açısı
üzerine bina edilmesi gerektiğinde şüphe yoktur. Laiklikten fışkıran
çözümler, dinin hayattan ayrılması akidesi üzerine kaimdir. Hareket
noktası budur ve çözümleri koymaktaki ölçüsü ferdi menfaati
gerçekleştirmektir. Mutluluk mefhumu ise, lezzetlerden ve maddeden
en büyük oranda zevk almaktır. İslam, tevhid akidesi üzerine
kaimdir, çözümleri koymaktaki ölçüsü, şeri hüküm ve Şeriatın, kullar
için maslahat gördüğü veya onları kendisiyle imtihan ettiği
şeylerdir. Mutluluk mefhumu; Allah’ın rızasını gerçekleştirmektir,
amellerin ölçüsü; helal ve haramdır. Bu yüzdendir ki, İslam
İdeolojisini taşımak ve anlamaktaki incelik onu diğerleriyle
karıştırmamayı gerektirir. Dolayısıyla hadaretler ve ideolojiler
arasındaki furûatta benzerlikten bahsetmek sadece fikrî hadaretlerin
deliline ve bunların sınırlı, birbiriyle ilintili kendi hareket
noktaları olan esaslar üzerine kaim olduğuna vakıf olan kimselerin
işidir. Onların her birinin akidesinden fışkıran mefhumları ve
ıstılahları vardır ve her biride insicam içerisinde belli bir yaşam
tarzı icat etmeyi hedefler ki, bu hadarete iman eden kimseler hayat
bulsunlar. Bunun içindir ki, İslam’ın kendine özgü düzenlemesi
vardır. Aynı şekilde Laiklikte böyledir. Bunların ortak
noktalarından bahsetmek, hadaret anlayışını ve onun yaşama olan
etkisini yüzeyselleştirmektir. Zira bunların, her biri akidesinden
fışkırarak alınır yahut da terk edilir.
Yine şurası bir gerçektir ki, seçkin hadaret; gerçekleştirmek için
hadaretin konulduğu yaşam tarzını korumak özlemiyle meydana gelen
her bir problemlere çareler ortaya koyan hadarettir. Akıl sahibi her
bir kimse İslam’ın, olmuş olan ve Kıyamet gününe kadar olacak olan
her şeye Şari’nin kulların fillerine ilişkin hitabına bina edilerek
kapsamlı çareler, çözümler getirdiğinde hiç bir kuşku içerisinde
olmaz.
“Biz Kitab'ı sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet,
bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl 89)
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O'nun hükmü
Allah'ındır ”
(Şura 10)
“…Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslam'ı beğendim...” (Maide 3)
Daha önce kalkınmanın İdeolojiyi taşımak, ideolojiyi tatbik etmek ve
ideolojiyi anlamakla tahakkuk edeceğini söylemiştik. Eğer bu üç
erkandan biri ihlal edilirse, toplum kalkınmış olmaktan çöküntünün
en aşağı derecesine doğru yuvarlanır ve layık olduğu makamdan layık
olmadığı makama iner.
Bu demektir ki, İslamî ümmetin ideolojisi sadece doğru ideolojidir.
Binaleyh onu taşırsa, anlarsa ve uygularsa layık olduğu makam
zirvedir ve zirve de tek başına kalmaktır. Ki bu, onun insanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmet olmasıdır.
Halbuki bugün vakıa, ümmet nezdinde yukarıdaki üç husustan birinde
bozukluğun olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla da çöküntü
içerisindedir. İslam’ı anlamdaki bozukluk, onu diğer hadaretlerden
bir sürü fikirleri ithal etmeye sevk ederek onu dünya çölüne
sürüklemiş ve kendi hadaretiyle hiç bir bağı olmayan diğer
hadaretlerden fikri asimilasyona uğramıştır. Bu nedenle ümmetin,
dakik İslamî anlayışa geri dönmesi için ilk önce İslam’ı, Rabbi
Subhanehu’nun emrini örnek edinerek yorumlanan her türlü şaibelerden
temizlemesi gerekir.
“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk sapıklıktan apaçık
ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o,
sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah,
işitendir, bilendir.” (Bakara 256)
Buradan hareketle de ümmet Arapça’nın gücünü İslam’ın gücüyle
meczetmesi kaçınılmazdır. Yani İslam’ı, Arapça’nın geniş
imkanlarıyla yorumlamak ve genişliğine, tesir gücüne binaen Arap
lügatiyle İslam’ı anlamak gerekir ki, insanı kalkındıracak en yüce
fikre dönüşsün. Bunun nedeni ise, Arap lügati ile İslam arasında
ortak belli özelliklerin bulunmasıdır. Bunlar; genişlik, tesir gücü
ve yayılmadır. Eğer biz, o ikisi arasındaki ortak özellikler
nedeniyle o iki gücü birbirine bağlarsak, bu bağdan Müslümanların
kalkınmasına kefil olan büyük bir kuvvet doğar.
İdeolojiyi uygulamaya gelince; İslamî şeriatı tatbik etmek, İslam’ı
uygulama mekanizmasına koyacak olan İslamî devleti, Nübüvvet metodu
üzerine ikinci Raşid-i Hilafet’i ikame etmekten farklıdır. Zira
İslamî devlette alâkâlar, Şeriatın marûf gördüğünü marûf, Şeriatın
münker gördüğünü de münker kılmak, bu münkeri reddetmek ve bu
akidevî mefhumları davranışların ekseni ittihaz etme esası üzerine
kuruludur. Ayrıca sadece bu esas üzerine, toplum değişik grupları ve
taifeleriyle muhasebe edilir. Böylece ümmet, iman ettiği fikirler
arasında ülfet içerisinde, güven içerisinde yaşar. Alâkâları bu esas
üzerine seyrettiği sürece asla karışıklık, fesat ve fitne hasıl
olmaz.
İdeolojiyi taşımak meselesi ise; Allah-u Teala kendilerine Resuller
gönderdiği ümmetlerden her bir ümmete marûfu emretmeyi, münkerden
nehyetmeyi ve Allah’a iman etmeyi onlara emretmiştir. Ama Allah-u
Teala bu ümmeti seçkin kılmış ve onu, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmet saymıştır. Şöyle ki, İslam ideolojisini bütün
insanlığa aralarında bu esasa göre hükmetmeleri ve insanlığın tağuta
göre hükmolunmalarından kaçınmaları için taşımayı kendisine
emretmiştir.
“Andolsun, Biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının"
diye bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet
verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde
dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (Nahl 36)
O takdirde, ümmetin hayriyeti ancak İslam ideolojisini taşımakla,
onu uygulamakla, onu bütün beşeriyete yüklenmesiyle, alâkalarını ve
fertlerinin davranışlarını, bu ideolojiden fışkıran nizama göre
yürütmesiyle olur.
İşte yalnızca bununla layık olduğu makam oturur: insanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmet makamına. Bunun haricinde layık olduğu
makamdan aşağı iner, bütün tamahkarların yağlamasına duçar kalır, aç
kurtların sofraya üşüştükleri gibi ümmetler onun üzerine üşüşür,
servetlerini tarumar ederler, bütün zehirlerini hadaretine kusmakla
berbat ederler, o, beşeriyeti zulümatlardan nura çıkaracağı yerde,
bizzat kendisi nurdan zulümatlara sürüklenir.
Son olarak; Ey insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet! İşte senin
layık olduğun makam budur. Ona oturmak için hala daha niye
çalışmıyorsun? |