Avrupa Birliği'nin Brüksel'deki zirvesinde,
Türkiye'yle 3 Ekim 2005'te müzakerelere başlanması konusunda anlaşma
sağlandı. Uzun süren müzakereler ve kapalı kapılar arkasında varılan
anlaşmalarla sonuçlanan zirve sonrası her iki tarafta zafer havası
estirdi. Avrupa Birliğinde başı çeken Fransa ve Almanya’nın
öncülüğünde diğer Avrupa ülkeleri ikna edilmiş gözükmektedir. Hatta
Kıbrıs Rum kesimi dahi büyük bir zafer havası içerisinde basının
önüne çıktı. Toplantıya katılan Türk tarafı ise adeta Avrupa’yı
fethetmişçesine bir eda ile geri döndüler. Basın ve yayını da
arkasına alan hükümet günlerdir kamuoyunu işgal eden Avrupa
Birliğine giriş müzakerelerini zafer olarak adlandırdı. Tayip
Erdoğan verdiği demeçte: ''17 Aralık kararı
ile beraber Atatürk'ün hedef olarak gösterdiği muasır medeniyet
seviyesinin de üstüne çıkma yolunda ciddi bir kazanım elde
edilmiştir'' dedi. (Zaman 20/12/2004)
Kaybetmeye alışkın olanlar kaybettiklerini de zaferden kabul
ederler. T.C. günümüze kadar hiçbir kazanım elde etmiş değildir.
Konuya farklı açılardan bakarak kısaca kazanımlar veya kaybedilenler
üzerinde durmak istiyoruz.
1- Türkiye açısından Avrupa Birliğine üyelik
a- Cumhuriyet sistemi 86 yıl sonra çökmüştür:
1924’te Hilafetin kaldırılmasından sonra İslam
coğrafyası üzerine kurulmuş olan küfür sistemlerinden Türkiye
Cumhuriyeti ancak 86 yıl varlığını koruyabilmiştir. İki kutuplu
dönem, bu süre içerisinde bir çok askeri darbeler ve arkasından
gelen karışık yapılanmalarla günümüze kadar zoraki varlığını sürdüre
gelmiştir. Bu arada batının korumasını da unutmamak gerekir. Fakat
globalizmin esmeye başladığı bir dönemde Türkiye’nin ulus varlığını
korumakta direnci kırılmıştır. Bu bitişin ulaştığı noktayı ulus
devleti savunucularından Mümtaz Soysal’ın yalvarışlarında görmek
mümkündür. Bağımsız Cumhuriyet Partisi Genel Başkanı ve eski
Dışişleri Bakanı Mümtaz Soysal: ''Yapmayın.
Türk hukukunu, halkının çıkarlarını çiğneyerek tarih almak uğruna
bunu yapmayın.” (Cumhuriyet 18/12/04)
Hem dünya siyasetinin, hem ekonominin globalleştiği ortamda Türkiye
etrafını saran etkiden kendini kurtarabilme direncine sahip
değildir. Çünkü taşıdığı vasıflar (ki bunlar; vatancılık,
milliyetçilik, ulusçuluk, cumhuriyetçilik, laiklik, demokrasi) ne
kendini korumaya, ne başkalarını birleştirmeye yaramayan mikrop dolu
pisliklerdir. Bunlarla ancak günümüze kadar dayanabilmiş ve toplumu
fesada uğratmıştır. Bu noktada batıya çevirdiği yüzünü pekiştirme ve
kendini o batının çirkef pisliğinin içerisine atma gereğini
duymuştur. Uyguladığı nizamlarıyla tatmin edemediği toplumun
İslam’la yüzleşmesinden korkmaktadır. Bunun önlene bilmesi ancak
yeni bir dönem olarak kabullendikleri “Avrupa Birliğine üyeliktir”.
Böylece sahip olduğu değerleri Avrupa çatısı altında, değişik
görünümler içerisinde korumaya çalışmaya yönelmişlerdir. Nitekim
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayip Erdoğan bu hususta şu ifadeleri
kullanıyor:
"Dolayısıyla AB ailesi içerisinde demokrasi mücadelemi zi,
hak ve özgürlükler mücadelemizi, insanımızın insanca yaşama
standardını daha ilerilere getirmesi bakımından çok anlamlı
adımları, bundan sonra yapacağımız yoğun çalışmalarla atacağız.”
(Anadolu Ajansı 18/12/ 2004)
Demek ki; bu güne kadar yapılanların hepsi boşuna gitti veya başarı
sağlanamadı. Gurur duydukları demokrasileri, cumhuriyetleri Müslüman
halkın gönlünü kazanamadı. Bu kazanımı gerçekleştirmek için
yöneticileri gerisingeriye kıbleleri olan batıya yönlendirdi. Oysa
günümüzde batı kendini kurtarmaktan acizdir. Kısacası; insan
fıtratına aykırı yapısı ile batının taşıdığı fikirler insanlar için
çare olmaktan çok çok uzaktır.
b- Ekonomik açıdan kaz anımlar elde
etmek: Kamuoyuna yansıyan; AB’ye üyelik
ilk bakışta ekonomik açıdan değerlendirilmektedir. Ekonomik
bağlantıların artacağı söz konusudur. Türkiye içerisinde bulunduğu
çürük ekonomik yapıdan sağlıklı bir ekonomik yapıya geçmek için
arayışlar içerisindedir. IMF güdümlü ekonomik programlar sağlıklı
bir ekonomi yerine güdümlü bir yapı oluşturmuştur. Bu da karşısına
sürekli tehdit olarak çıkmaktadır. Kendi açısından sağlıklı gördüğü
Avrupa ekonomik yapısı içerisinde yer almayı düşünmektedir. Ki;
günümüzde en fazla ekonomik ilişkiler Avrupa ülkeleriyledir.
Bu demek değildir ki; Avrupa’dan kurtuluş reçetesi gelecek. Hayır!
tam tersine ekonomi tamamı ile Batının ellerine teslim edilecektir.
Önceden (gümrük anlaşması ile Tansu Çiller zamanında) ekonomi
batının kıskacına bırakılmıştı. Varılan antlaşmalar neticesi Türkiye
Avrupa’dan izinsiz başka ülkelere mal satamamaktadır. Bunun zararı
50 milyar olarak açıklandı. Fakat rakam açıklanan resmi rakamın çok
çok üzerindedir.
Konuya ekonomik açıdan bakan ve değerlendirenler için tek önemli
nokta; Avrupa’nın Türkiye’ye ayırmış olduğu 40 Milyarlık Euro’dur.
Türkiye’yi ellerinde bulunduranların iştahını kabartan da bu
paradır. Yoksa onlarda gayet iyi biliyor ki; Avrupa’nın amacı
ekonomiyi düzeltme yerine 75 milyonluk Türkiye pazarını ellerine
geçmektir.
Refah içerisinde yaşayan, Türkiye’nin kaynaklarını sorumsuzca
savuran bir avuç sabetayist Avrupa’dan gelecek olan sıcak paraya
gözünü dikmiştir. Onların elbette halkın sorunları diye bir
sorunları yoktur. Bundan dolayı da pazarı başkaları ele geçirmiş
onları pek ilgilendirmiyor. Onları ilgilendiren yönü bu pazardan
kendileri içinde bir pay ayrılması konusudur. O paralar refah
seviyesi yükseltmek için harcanmayacaktır. Zamana yayılarak, dilim
dilim gelecek bu para şu an refah içerisinde bulunan gücü elinde
bulunduran o kesimin ellerinde dolanarak gerisingeriye Avrupa’nın
kasalarına akacaktır.
Sınırların açılmayacağı ve paranın halka akmayacağı hususunda
yöneticiler; “Avrupa birliğine girişle sakın para akacak
zannetmeyin. Veya sınırlar açılacak ve işçilerimiz Avrupa’ya gidecek
diye heveslenmeyin” gibi sözler sarfederek halkı bu konuma
alıştırmaya çalışıyorlar.
Ekonomik çerçeveden bakanlar Avrupa’nın içerisinde bulunduğu
ekonomik sıkıntıdan haberdar değil gibidirler. Avrupa’da hızla
büyüyen işsizlik, Amerikan güdümlü endüstrinin her gün yeni bir
darboğaz yaşaması, Avrupa halkının her gün biraz daha fakirleşmesi
gibi içerisinde bulunduğu kriz elbetteki Türk halkına bir şey
kazandırmayacak aksine bir yük olarak geri dönecektir.
c- Siyasi açıdan: Amerika’nın bölgeyi
işgalinin ilk atılımlarından olan Irak olayından sonra Türkiye
cumhuriyeti tehlikeyi yakından hissetmeye başladı. Her gün ağzında
çiğneyip durduğu kırmızı çizgiler teker teker aşıldı. Askerlerinin
kafasına torba geçirildi, Bağdat’a giden emniyet görevlileri
Amerika-İsrail işbirliği ile vuruldu.
ABD’nin BOP’nde (Büyük Ortadoğu Projesinde) yer alan değişikliklerde
Türkiye üzerinde de bir bölünürlülük söz konusu. Belki kısa vadede
değil ama uzun vadede Türkiye’nin doğu kesimin bölünmesi çok acık
bir şekilde beyan edilmektedir.
Ayrıca dünyada gittikçe globalleşen siyasette Türkiye’nin tek başına
hareket etme zorlukları çıkmıştır. Menfaat çizgisinde odaklaşmış
ulusçu siyasi yapı sallanmaya başlamıştır. Bu noktada belli bir
tarafta yer almak kaçınılmaz görülmektedir. İşte, bu noktada
Türkiye’yi elinde bulunduranlar göbek bağları olan Avrupa’ya
yönelmişlerdir. Bu safta kalmakla ömürlerinin uzayacağı kanaati
onlarda hakimdir. Çünkü Amerika, işlerin ters gitmesi durumunda
bölgeyi terk edip gidebilir. Amerika’nın yanında yer alan devletler
daha sonra bölgede sorunlarla yüzleşmekle baş başa kalacaklardır.
Bölgeye yakın olan ise Amerika değil Avrupa’dır. Bundan dolayı da
Türkiye Avrupa’ya sırtını dayayarak konumunu daha da güçlendirmek
istemektedir.
Fakat görüyoruz ki; o kapısına sığındıkları Avrupa daha şimdiden
Türkiye’nin bölünme planlarını yapmaktadır. Bu noktada Türkiye
Cumhuriyeti Başkanını çok kızdırmış (!) olacaklar ki şu sözleri ile
bu konudaki sıkıntılarını dile getirdi:
“Gelenler Diyarbakır'ı ziyaret edi yor
devamlı, neden acaba?" diyen Erdoğan, “Türkiye 81 vilayet, niye
oralara gitmiyorsunuz? Sanki İstanbul ve Ankara'dan sonra
Türkiye'nin üçüncü büyük kenti Diyarbakır gibi oraya gidiyorsunuz.
Erzurum'a, Rize'ye Konya'ya niye gitmiyorsunuz? Neyi anlamak, neyi
öğrenmek istiyorsunuz? Elinizdeki sipariş listesine bakarak rapor
hazırlamayın" (NetHaber30/12/2004)
Amerikanın baskısından kurtulmak için Avrupa’ya koştular.
Kendilerini bekleyen başka bir tehlikeden haberdar olsalar da
gidecekleri başka bir kapı veya başka bir çıkış yolu yokmuş gibi bir
çaresizlik ve acz içerisine düştüler.
2- Avrupa Birliği açısından Türkiye’nin üyeliği
a- Meseleye siyasi yaklaşım: AB yeni bir
dönemecin eşiğindedir. Kömür ve demir-çelikle başlayan birlikteliği
siyasi bir birlikteliğe dönüştürmenin yollarını aramaktadır. Avrupa
şunu görmüştür; ekonomik birliktelik ne kadar ileri seviyelere
çıkarsa çıksın siyasi ve askeri alanda birliktelik olmadıkca dünya
siyasetinde söz sahibi olmak zordur. Ekonomilerinin de pek iyi
gittiğini söylemek mümkün değildir. % 70 Amerika’ya bağlı olan
ekonomileri zaman zaman Amerika tarafından vurulmaktadır. Siyasi
açıdan bir bütünlüğün olduğunu söylemek ise çok zordur. Bunu Bosna
ve Irak savaşlarında müşahede ettik. Bu sorunun aşılması için Avrupa
içerisinde Fransa ve Almanya siyasi ve askeri bir bütünlüğün
oluşması için atılımlar gerçekleştirmektedir. Avrupa anayasasında
olduğu gibi.
Siyasi açıdan Türkiye’ye olan ihtiyaçları ise; Türkiye’nin bulunduğu
bölgenin önemi ve askeri açıdandır. Türkiye (dışa bağımlı bir
siyasetle) bölgede önemli siyasi bir yapıya sahiptir. Türkiye’nin bu
gün itibari ile üzerinde bulunduğu konum ekonomiden daha fazla
siyasi olmasıdır. Yani o bölgede Türkiye’nin taraftar olası ile
bugünkü yapılanma/gidişat değişebilir. Bunu bilen Avrupa Türkiye ile
siyasi bir atılım gerçekleştirmek istemektedir. Bunu görüşmeler
sonrası açıklamalarda görmek mümkündür.
The Daily Telegraph ; “Sebat eden Türkler
Avrupa kapısından içeri adım attı. Türkiye’yi ‘Avrupa’yı gerçek bir
küresel güç haline getirecek anahtar ülkedir.”
Liberation; “ Türkiye’nin üyeliği AB için
büyük riskler içeriyor. Ama bu riskin alınması gerekiyor. Laik,
genç, başarıya susamış, askeri açıdan güçlü ve AB için en büyük
tehdit kaynağı bölgelerinden birine aşina bir Türkiye’nin üyeliğe
alınması, Avrupa’yı güçlendirir.” (Haberx
20/12/2004)
Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt;
Türkiye'nin AB'ye katılımının Avrupa'ya güç kazandıracağını,
Türkiye'nin boyutlarının ve jeostratejik ağırlığının bunu
sağlayacağını, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sınırları koruyacak güçte
olduğunu, Türkiye'nin boyutları ve
jeostratejik ağırlığı sayesinde AB'nin küresel gücü artacak"
(Anadolu Ajansı 23 Aralık 2004)
Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot; "Eğer küresel bir dünyada
dikkate alınmak istiyorsanız, bence yeterli
oranda nüfus ile askeri ve ekonomik yeteneğe sahip
olmak önemlidir. Türkiye, dönüşmek zorunda olduğumuz siyasi güce
katkıda bulunacaktır" dedi. (BBC Radyosu
Türkçe Yayınları 23 Aralık 2004)
Buna benzer diğer demeçlerde de Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını net
bir şekilde ortaya koymaktadır. Yani üyelik ekonomik temeller baz
alınarak değil siyasi konum baz alınarak değerlendirilmektedir.
b- Medeniyetler açıdan yaklaşım: Avrupa
uzun yıllar İslam’la mücadele etmiş, haçlı orduları düzenleyerek
İslam Devletine karşı saldırılar düzenlemiş bir yapıya sahiptir.
İslam Devleti Hilafet İngilizler ve onların ajanı olan M. Kemal
tarafından kaldırıldıktan sonra derin bir nefes aldılar. Fakat
gelinen noktada kapitalizmin içerisine düştüğü çıkmaz ve Avrupa
halkının hızla Hıristiyanlıktan uzaklaşması, Avrupa devletlerini
kara kara düşündürmektedir. Karşılarında İslam’ın hayat bulmaya
yönelik çıkışlarını gördükçe şaşkına dönmektedirler. İnsan fıtratına
ters düşen nizamları sallanmaya başlamıştır. İslam’ın kendi
toplumunu etkilemesinin önüne geçmek için de Türkiye’yi kobay
(deney) olarak kullanmak istemektedir. Onun içindir ki; sürekli
olarak Türkiye’yi bir İslam devleti gibi göstermeye çalışmakta ve
sanki orada İslam uygulanıyormuş havası estirmektedir. Böylesi bir
imaj Avrupa halkının İslam’a bakışını etkilemek içindir. Türkiye’nin
üyeliği ile de korkulanın olmadığı ortaya çıkacak ve halklar
İslam’dan etkilenmekten kurtulmuş olacaklardır. Çünkü Türkiye
günümüzde onların istediğinden daha fazla küfrün hükümlerine
sadıktır. Bunu Erdoğan'ın şu sözlerinde görmek mümkündür: ''Biz
Avrupa'yı asimile etmeye çalışmıyoruz, Avrupa ile bütünleşmek
istiyoruz.'' (Newsweek International
20/12/2004)
Verhofstadt, "Le Soir" gazetesine verdiği demeçte;
“Avrupa kavramının demokrasi, laiklik, eşitlik, insan
hakları gibi değerleri temel aldığını”
belirterek, "Eğer Türkiye gibi bir ülke AB
üyesi olmak istiyorsa, onu Müslüman sayısına göre değil, bu
değerleri benimseme iradesine göre yargılamak gerekir. AB'nin
öncelikli kriteri din değildir. AB, dini gerekçeleri kriterleri
arasına sokmamalıdır" dedi. (Anadolu
Ajansı 23 Aralık 2004)
Böylece İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlıklarını Amerika gibi
kaba kuvvetle değil sinsice çözmek istiyorlar.
Sonuç
Bu ortaklık iki taraf için de olumlu sonuçlar getirmeyecektir.
Burada ortaklık halkların fikir, duygu, nizam, ortaklığından
kaynaklanmamaktadır. Esas alınan nokta (her iki tarafta için de)
menfaat bakışlıdır. Menfaatler çeliştiği an bu ortaklık bir yerde
biter. Müslüman halkla Türkiye Cumhuriyetinin yıllardır mücadele
ettiği, aynı şekilde Avrupa’nın da Müslümanlara karşı tavrının
sertleştiği ve baskının arttığı ortada iken nasıl bir bütünleşmeden
bahsedilebilir ki?!.
Bu birliktelikte ısrar edenlere Osmanlı İslam Devleti’nin yıkılış
dönemini hatırlatmak isteriz.
Avrupa Devletlerarası Aile fikrini bir dönem ortaya attı ki; İslâm
Devleti’ne karşı durabilecek bir kitle oluşsun. Daha sonra Doğu
Avrupa Hıristiyan Devletlerinin de bu aileye katılmasıyla, Avrupa
Hıristiyan Devletler Ailesi kurulmuş oldu ve 19.uncu yüzyıla kadar
bu hal üzere kaldı. Onun (İslâm Devleti’nin) memleketlerini paylaşma
üzerine hileler kurulmaya başlandı. Bu süre yani yaklaşık 300 yıl
boyunca devletlerarası ailesi, Hıristiyan devletler ailesi demektir
ki İslâm Devleti’ne düşman olmak anlamına gelir. Bu ittifak ve
örflerden, kurallar oluşturup devletlerarası kurallar veya
devletlerarası kanun adı ile pazarlamaya başladılar.
Osmanlı devleti de bu örgüte katılmak için harekete geçti. Osmanlı
Devleti’ne, devletlerarası işlerde İslâm Ahkamı’ndan vazgeçmeyi şart
koştular ve ancak bu şartı kabul ettikten sonra onun girişini
onayladılar. (Takıyyuddin En-Nebhani Siyasi Mefhumlar)
Bu günde Türkiye aynı senaryo ile karşı karşıyadır. Avrupa Birliği
bir Hıristiyan birliğidir. Kendisini her ne kadar ekonomik bir
birliktelik olarak göstermeye çalışsa da. Kafirler İslam’a ve
Müslümanlara düşmanlıkta tek millettirler. Müslüman olan halklara
karşı hiç tahammülleri yoktur. Avrupa’nın göbeğinde Müslüman
Bosnalılara neler yaptıklarına bütün dünya şahit oldu.
Türkiye yöneticileri kendi koltuklarını ve düzenlerini korumak için
Avrupa’ya koşa bilirler. Fakat bu ümmetin evlatlarını Avrupa’nın
kölesi ve askeri yapmaya hakları yoktur. Batı sarhoşu olanlar ancak
ellerindeki kalanlarla öğünmek isterler. Bu ümmet ise taşıdığı o
yüce değerle yükselmek istemektedir. Onun için dönüş batıya değil
Hak’ka olmalıdır. Yani İslam’a, onun getirdiği değerlere ve onun
sistemi olan Hilafet'edir. |