Hilâfet konusu bununla da kalmayıp Hilâfetin yıkılışında en
etkin rolü oynayan Atatürk’e dayandırılıyor. Yine ulusçu,
araştırmacı-yazar Aytunç Altındal yapılan bir mülâkatta; ‘Atatürk'ün
vasiyeti neden açıklanmıyor?..’ başlığı altında gündeme
taşınıyor:
Altındal'a göre, Atatürk'ün notlarında Hilâfet'le ilgili ilginç
fikirleri yer alıyordu. Atatürk Hilâfetin kişi bazında değil,
bütün İslam ülkeleri arasında rotasyonla değişecek bir kurum
olarak canlandırılabileceğini söylüyordu. Altındal'a göre, bu
vasiyeti 1958'de öğrenen Adnan Menderes, sonunu hazırlayan o
cümleyi; 'Siz isterseniz Hilâfeti bile geri getirebilirsinizi bu
nedenle söylemişti.
Altındal, Atatürk'ün '1920'lerde sadece 3 Müslüman devlet var.
Türkiye, İran ve Afganistan. Bu sayı ileride 40'a 50'ye çıkarsa,
bu devletler kendileri biraraya gelerek bir Hilâfet Meclisi
oluştururlar' dediğini öne sürdü.
Mustafa Kemal'in saltanata karşı olduğunu, ancak Hilâfete bir
müessese olarak karşı çıkmadığını savunan Altındal, Atatürk'ün
fikirlerinin aslında bugün hayata geçtiğini düşünüyor. Bugünkü
İKÖ'nün ana hatlarını 1920'lerde çizdiğini söyleyen Altındal,
Mustafa Kemal'in Hilâfet'in 5 güçlü İslam üyesinin daim” konseyi
oluşturmasını, bunların belirli süreler içinde rotasyonlu olarak
Hilâfet'i temsil etmesini istediğini düşünüyorum' dedi.
ABD ve İngiltere'nin Hilâfet'i kişi bazında yeniden kurmak
çabasında olduğunu söyleyen Altındal, 'Bizim tezimiz, Mustafa
Kemal Atatürk'ün tezidir, yani 'Hayır; babadan oğula geçen
Haîifelik olmaz. Bu akıl dışıdır' diyoruz. Biz atak
davranamazsak, onların istediği Hilâfet'e gider' dedi.
İslam ülkelerinin tesis edeceği bir Hilâfet sistemine dünyada
terörizmin önlenmesi için ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Altındal,
'Bu sistemde en yüksek bir fetva makamı olacaktır. Böylelikle
bir İslam Adaleti tesis edilir. Bir tarafın Vatikan'ı var öteki
tarafın bir gücü yok. Bu İslam ülkelerinin gücünü arttıran bir
şey olacak. Örneğin Hilâfet, tank alacak Bangladeş'e bu ülke
İslam'a daha yakın, oradan al diyecek. Bu İslam'a saygıyı da
arttıracak' dedi.
Aytunç Altındal, Nutuk'taki Hilâfetle ilgili bazı sözlerin kendi
fikrini desteklediğini düşünüyor. Atatürk'ün, 1963 yılında
Ankara Üniversitesi Basımevi'nde basılan Nutuk'unun 490'ıncı
sayfasında aynen şu sözleri yer alıyor: ...Ortak ilişkileri
korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte
iş görmeyi sağlamak için ilgili Müslüman devletlerin
delegelerinden bir Meclis kurulacaktır. Bu meclisin başkanı,
birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir diye bir karar
alınırsa, işte o zaman, istenirse o birleşik Müslüman Devleti'ne
Halîfelik adı verilir. Yoksa herhangi bir Müslüman devletin bir
kişiye bütün Müslümanlık Dünyası işlerini yönetip yürütme
yetkisini vermesi us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği
bir şeydir.'
İşte zabıtlar:
Atatürk 1 Kasım 1922'de Meclis'te düzenlenen gizli oturumda
konuşmuş, saltanatı yerden yere vururken Hilâfet ile
cumhuriyetin bir arada varolabileceğini söylemişti. Atatürk
konuşmasında Hilâfeti TBMM'nin temsil edeceğini vurgulamıştı.
(Bu konuşmanın zabıtları solda) Hilâfet 3 Mart 1924'te
kaldırıldı.
Altındal, Atatürk'ün notlarının Anıtkabir'de olduğu yolunda
kendisine güvenilir bilgiler geldiğini de sözlerine ekledi.
Altındal, Atatürk'ün sır vasiyetinin, Cumhurbaşkanlığı'nın
ardından Meclis'te Atatürk'ü Koruma Komisyonu'nun kararıyla,
Genelkurmay Başkanlığı'nın oluru alındıktan sonra
açıklanabileceğini de sözlerine ekledi. (AKŞAM 10/11/2004)
Konunun Atatürk’e dayandırılmasının akabinde Hilâfet bakanlığı
gündeme taşınıyor:
“Hilâfet Bakanlığı!
“Türkiye'de devletten bağımsız bir Hilâfet kurumu olamaz. Peki
ne olur? Bir fantezi olarak en uç noktasını söyleyeyim: Çok çok
'Hilâfet Bakanlığı' olur! O da ancak 'devlet bakanlığı'
biçiminde! Şunu da ekleyelim: Komplo teorilerinin doğru
olup olmadığını anlamak mümkün değildir. Çünkü doğaları gereği
sınanamazlar. Dolayısıyla bu tip teorilerin sağlamasını yapmak
için genel yapılara, tarihin akışına filan bakmak gerekir.”
(Emre Aköz/Sabah 11/11/2004)
Hilâfet konusunu sadeliğinden uzak bir şekilde Abdurrahman
Dilipak’ın da ele aldığını görüyoruz. Abdurrahman Dilipak
Hilâfet konusunda yazısının başında öyle şeyler söylüyor ki,
konunun başında yazdıkları ile sonrasındaki arasında kendi
kendine çelişkiye düşüyor ve Hilâfet kavramını laiklikle yan
yana görüyor:
“Hilâfet olmadan, birçok sorunun çözüme kavuşması zor gibi…
Halîfe Müslümanları temsil eder. Allah’a doğru tekamül
yolculuğunda onları bir araya getiren, gözetleyen bir kurumdur.
Ama yok. Bir asırdır yok.” derken yazının ilerleyen
bölümünde;
“Aslında laiklikten söz edecekseniz, Halîfenin olması gerek.
Yoksa dinle devleti ayıramazsınız… Yani demem o ki, laiklik
sanıldığı gibi din devlet ayrılığını değil, kilise devlet
ilişkisini düzenler. İslam dünyasında bir laik kurumdan söz
edecekseniz Hilâfetin bir dini makam olarak devletin karşısına
konulması gerekir.
Laiklik olsun diyorsanız, yine Hilâfete ihtiyacınız var. Olmasın
diyorsanız yine öyle…” (Vakit 24/11/2004)
Önümüzdeki günlerde bu konunun daha fazla gündemde tutulacağını
tahmin ediyoruz.
Yaptığımız alıntıların içeriklerine baktığımızda karşımıza iki
ana husus çıkmaktadır.
1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp
başka mercilere teslimi,
2- Hilâfet konusunun aslından saptırılması ve başka
sistemler altında düşünülmesi.
1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp başka
mercilere teslimi:
Hilâfet konusu İslam ümmetinin bir meselesidir. Onu hayata hakim
kılacak olanda ümmetin kendisidir. Bu mesele İslam ümmetinden
ayrı bir mesele değildir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kim boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölmüştür.”
(Müslim; H.No:1851)
Bu ve buna benzer bir çok delillerde Hilâfet konusunun
Müslümanlarla alâkalı olduğunu görüyoruz. Sahâbenin icması da
buna delil teşkil eder. Kafirlere, münafıklara, kafirlerin
kuklalarına has bir mesele değildir. Kafirlerden, müşriklerden
ve onların dalkavuklarından, saray mollalarından uzak durmak
gerekir. Onlardan gelen hiçbir fikir benimsenmemeli ve itimat
edilmemelidir.
Halîfe seçimlerinde de hiçbir kafirden, müşrikten,
Hıristiyan’dan, Budist’ten biat alındığı söz konusu bile
değildir. Hatta onlardan bu konuda görüş dahi alınmamıştır.
İn’ikat biatı olsun veya itaat biatı olsun mutlaka
Müslümanlardan alınmıştır. Görüldüğü gibi konu tamamen
Müslümanlarla alakalıdır. Onu hayata hakim kılacak olanlar da
yine Müslümanlar olacaktır. İslam’ı hayata hakim kılma işi bütün
Müslümanların üzerine bir vecibedir. Müslümanların tümü olduğu
gibi, bir grupta bu işi yerine getirmek için hareket edebilir.
Onu hayata hakim kılmak isteyen mutlaka İslamî kitleler
bulunacaktır. Hadîsi şerifte Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“Ümmetimden, bu hak üzere olan bir grup sürekli var
olacaktır. Allah’ın emri gelinceye kadar, muhalefet edenlerin
muhalefeti onlara zarar veremez." (Ahmed Bin Hanbel Müs,
Mükessirin 7925)
“Ümmetimden, Allah’ın emrine göre hareket eden bir topluluk
sürekli olarak var olacaktır. Onlara yardımı kesenler veya
muhalefet edenler, onlara zarar veremezler. Ta ki Allah’ın emri
gelinceye kadar. Onlar, insanlar üzerinde galiptirler."
(Müslim K. İmarat 354)
Hadiste bahsedildiği gibi İslam Davasını yüklenen bir gurup
mutlaka olacaktır. Onlar, şer’î hükümlerin kendilerine
gösterdiği yolda hiç sapmadan dosdoğru yürüyenlerdir. İşte
bunlar ancak İslama ve ümmete sahip çıkanlardır. İslamla uzaktan
yakından alâkası olmayan kişilerin bu işi sahiplenmeye
kalkışmaşı ancak aldatmacadan, saptırmadan veya belli odakların
sözcülüğünü yapmaktan ibarettir.
İslam ümmeti 1924’ten günümüze kadar Hilâfetsiz yaşamaktadır.
İslamî hayatı ortadan kaldıranlarsa bu ümmetten olmayanlardır.
Kafirlerle birlik olup bu ümmete ihânet edenlerdir. İhânet
edenler ve kafirlerle işbirliği içinde olup, Hilâfeti ortadan
kaldıranlar kurdukları küfür yönetimleri ve gasbettikleri güçle
zoraki bu ümmetin başında durmaktadırlar.
Bu meseleye sadece Türkiye meselesi imiş gibi bakmakta
yanlıştır. Çünkü diğer beldelerdeki kukla yönetimler, idareciler
ve o idarecilerin arkasında duranlarda Türkiye’deki yöneticiler
gibi güdümlü ve sapık düşünce sahipleridirler. Onların
Müslümanlara karşı olan ihânetleri âşikardır. Öyle ki; kafirler
İslam beldelerini işgal ederken onlardan yardım alıyor, onların
sırtlarına basarak hareket ediyorlar. Kafirler, istilalarla
ümmetin temiz evlatlarını katlederken hain idareciler de
kafirlerden alkış almak için içeride Müslümanları öldürüyor,
hapsediyor, zulmediyor ve İslama, Müslümanlara her türlü zulüm
ve saldırıda bulunuyorlar.
Şer’î hükümlerin yasaklandığı, başörtüsünün suç, her gün İslama
ve Müslümanlara karşı saldırıların gerçekleştirildiği bir
ortamda ve bunu gerçekleştirenlerin Hilâfet konusuna dört elle
sarılmaları dikkat çekici değil midir?!..
Küfrün temsilcilerinin tövbe edip İslama samimi olduklarını
söylemek içinse elimizde hiç mi kanıt yoktur. İslama
teslimiyetlerinde hiçbir işâret göremediğimiz gibi Müslümanlara
karşı tavırlarında da hiçbir değişiklik olmadığını ümmeti
saptırmak için ortaya attıkları bu gibi fikirlerden anlıyoruz.
Akîdeleri bozuk, küfrün bataklığında, pislik içerisinde olanlar
İslamın bir harfinin dahi temsilcisi olamazlar. Hele hele
Hilâfet konusunda asla!
Devamı gelecek sayıda...
|