Ana Sayfa YIL 16  SAYI 182  MUHARREM 1426 / ŞUBAT 2005 E-Mail

Raşidi Hilafet Düşüncesine Saldırı

(2. Bölüm)

Mahmud AYDIN

Hilâfet konusu bununla da kalmayıp Hilâfetin yıkılışında en etkin rolü oynayan Atatürk’e dayandırılıyor. Yine ulusçu, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal yapılan bir mülâkatta; ‘Atatürk'ün vasiyeti neden açıklanmıyor?..’ başlığı altında gündeme taşınıyor:

Altındal'a göre, Atatürk'ün notlarında Hilâfet'le ilgili ilginç fikirleri yer alıyordu. Atatürk Hilâfetin kişi bazında değil, bütün İslam ülkeleri arasında rotasyonla değişecek bir kurum olarak canlandırılabileceğini söylüyordu. Altındal'a göre, bu vasiyeti 1958'de öğrenen Adnan Menderes, sonunu hazırlayan o cümleyi; 'Siz isterseniz Hilâfeti bile geri getirebilirsinizi bu nedenle söylemişti.

Altındal, Atatürk'ün '1920'lerde sadece 3 Müslüman devlet var. Türkiye, İran ve Afganistan. Bu sayı ileride 40'a 50'ye çıkarsa, bu devletler kendileri biraraya gelerek bir Hilâfet Meclisi oluştururlar' dediğini öne sürdü.

Mustafa Kemal'in saltanata karşı olduğunu, ancak Hilâfete bir müessese olarak karşı çıkmadığını savunan Altındal, Atatürk'ün fikirlerinin aslında bugün hayata geçtiğini düşünüyor. Bugünkü İKÖ'nün ana hatlarını 1920'lerde çizdiğini söyleyen Altındal, Mustafa Kemal'in Hilâfet'in 5 güçlü İslam üyesinin daim” konseyi oluşturmasını, bunların belirli süreler içinde rotasyonlu olarak Hilâfet'i temsil etmesini istediğini düşünüyorum' dedi.

ABD ve İngiltere'nin Hilâfet'i kişi bazında yeniden kurmak çabasında olduğunu söyleyen Altındal, 'Bizim tezimiz, Mustafa Kemal Atatürk'ün tezidir, yani 'Hayır; babadan oğula geçen Haîifelik olmaz. Bu akıl dışıdır' diyoruz. Biz atak davranamazsak, onların istediği Hilâfet'e gider' dedi.

İslam ülkelerinin tesis edeceği bir Hilâfet sistemine dünyada terörizmin önlenmesi için ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Altındal, 'Bu sistemde en yüksek bir fetva makamı olacaktır. Böylelikle bir İslam Adaleti tesis edilir. Bir tarafın Vatikan'ı var öteki tarafın bir gücü yok. Bu İslam ülkelerinin gücünü arttıran bir şey olacak. Örneğin Hilâfet, tank alacak Bangladeş'e bu ülke İslam'a daha yakın, oradan al diyecek. Bu İslam'a saygıyı da arttıracak' dedi.

Aytunç Altındal, Nutuk'taki Hilâfetle ilgili bazı sözlerin kendi fikrini desteklediğini düşünüyor. Atatürk'ün, 1963 yılında Ankara Üniversitesi Basımevi'nde basılan Nutuk'unun 490'ıncı sayfasında aynen şu sözleri yer alıyor: ...Ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için ilgili Müslüman devletlerin delegelerinden bir Meclis kurulacaktır. Bu meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir diye bir karar alınırsa, işte o zaman, istenirse o birleşik Müslüman Devleti'ne Halîfelik adı verilir. Yoksa herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık Dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.'

İşte zabıtlar:

Atatürk 1 Kasım 1922'de Meclis'te düzenlenen gizli oturumda konuşmuş, saltanatı yerden yere vururken Hilâfet ile cumhuriyetin bir arada varolabileceğini söylemişti. Atatürk konuşmasında Hilâfeti TBMM'nin temsil edeceğini vurgulamıştı. (Bu konuşmanın zabıtları solda) Hilâfet 3 Mart 1924'te kaldırıldı.

Altındal, Atatürk'ün notlarının Anıtkabir'de olduğu yolunda kendisine güvenilir bilgiler geldiğini de sözlerine ekledi. Altındal, Atatürk'ün sır vasiyetinin, Cumhurbaşkanlığı'nın ardından Meclis'te Atatürk'ü Koruma Komisyonu'nun kararıyla, Genelkurmay Başkanlığı'nın oluru alındıktan sonra açıklanabileceğini de sözlerine ekledi. (AKŞAM 10/11/2004)

Konunun Atatürk’e dayandırılmasının akabinde Hilâfet bakanlığı gündeme taşınıyor:

“Hilâfet Bakanlığı!

“Türkiye'de devletten bağımsız bir Hilâfet kurumu olamaz. Peki ne olur? Bir fantezi olarak en uç noktasını söyleyeyim: Çok çok 'Hilâfet Bakanlığı' olur! O da ancak 'devlet bakanlığı' biçiminde! Şunu da ekleyelim: Komplo teorilerinin doğru olup olmadığını anlamak mümkün değildir. Çünkü doğaları gereği sınanamazlar. Dolayısıyla bu tip teorilerin sağlamasını yapmak için genel yapılara, tarihin akışına filan bakmak gerekir.” (Emre Aköz/Sabah 11/11/2004)

Hilâfet konusunu sadeliğinden uzak bir şekilde Abdurrahman Dilipak’ın da ele aldığını görüyoruz. Abdurrahman Dilipak Hilâfet konusunda yazısının başında öyle şeyler söylüyor ki, konunun başında yazdıkları ile sonrasındaki arasında kendi kendine çelişkiye düşüyor ve Hilâfet kavramını laiklikle yan yana görüyor:

“Hilâfet olmadan, birçok sorunun çözüme kavuşması zor gibi… Halîfe Müslümanları temsil eder. Allah’a doğru tekamül yolculuğunda onları bir araya getiren, gözetleyen bir kurumdur. Ama yok. Bir asırdır yok.” derken yazının ilerleyen bölümünde;

“Aslında laiklikten söz edecekseniz, Halîfenin olması gerek. Yoksa dinle devleti ayıramazsınız… Yani demem o ki, laiklik sanıldığı gibi din devlet ayrılığını değil, kilise devlet ilişkisini düzenler. İslam dünyasında bir laik kurumdan söz edecekseniz Hilâfetin bir dini makam olarak devletin karşısına konulması gerekir.

Laiklik olsun diyorsanız, yine Hilâfete ihtiyacınız var. Olmasın diyorsanız yine öyle…” (Vakit 24/11/2004)

Önümüzdeki günlerde bu konunun daha fazla gündemde tutulacağını tahmin ediyoruz.

Yaptığımız alıntıların içeriklerine baktığımızda karşımıza iki ana husus çıkmaktadır.

1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp başka mercilere teslimi,

2- Hilâfet konusunun aslından saptırılması ve başka sistemler altında düşünülmesi.

 

1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp başka mercilere teslimi:

Hilâfet konusu İslam ümmetinin bir meselesidir. Onu hayata hakim kılacak olanda ümmetin kendisidir. Bu mesele İslam ümmetinden ayrı bir mesele değildir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Kim boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölmüştür.” (Müslim; H.No:1851)

Bu ve buna benzer bir çok delillerde Hilâfet konusunun Müslümanlarla alâkalı olduğunu görüyoruz. Sahâbenin icması da buna delil teşkil eder. Kafirlere, münafıklara, kafirlerin kuklalarına has bir mesele değildir. Kafirlerden, müşriklerden ve onların dalkavuklarından, saray mollalarından uzak durmak gerekir. Onlardan gelen hiçbir fikir benimsenmemeli ve itimat edilmemelidir.

Halîfe seçimlerinde de hiçbir kafirden, müşrikten, Hıristiyan’dan, Budist’ten biat alındığı söz konusu bile değildir. Hatta onlardan bu konuda görüş dahi alınmamıştır. İn’ikat biatı olsun veya itaat biatı olsun mutlaka Müslümanlardan alınmıştır. Görüldüğü gibi konu tamamen Müslümanlarla alakalıdır. Onu hayata hakim kılacak olanlar da yine Müslümanlar olacaktır. İslam’ı hayata hakim kılma işi bütün Müslümanların üzerine bir vecibedir. Müslümanların tümü olduğu gibi, bir grupta bu işi yerine getirmek için hareket edebilir.

Onu hayata hakim kılmak isteyen mutlaka İslamî kitleler bulunacaktır. Hadîsi şerifte Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

Ümmetimden, bu hak üzere olan bir grup sürekli var olacaktır. Allah’ın emri gelinceye kadar, muhalefet edenlerin muhalefeti onlara zarar veremez." (Ahmed Bin Hanbel Müs, Mükessirin 7925)

Ümmetimden, Allah’ın emrine göre hareket eden bir topluluk sürekli olarak var olacaktır. Onlara yardımı kesenler veya muhalefet edenler, onlara zarar veremezler. Ta ki Allah’ın emri gelinceye kadar. Onlar, insanlar üzerinde galiptirler." (Müslim K. İmarat 354)

Hadiste bahsedildiği gibi İslam Davasını yüklenen bir gurup mutlaka olacaktır. Onlar, şer’î hükümlerin kendilerine gösterdiği yolda hiç sapmadan dosdoğru yürüyenlerdir. İşte bunlar ancak İslama ve ümmete sahip çıkanlardır. İslamla uzaktan yakından alâkası olmayan kişilerin bu işi sahiplenmeye kalkışmaşı ancak aldatmacadan, saptırmadan veya belli odakların sözcülüğünü yapmaktan ibarettir.

İslam ümmeti 1924’ten günümüze kadar Hilâfetsiz yaşamaktadır. İslamî hayatı ortadan kaldıranlarsa bu ümmetten olmayanlardır. Kafirlerle birlik olup bu ümmete ihânet edenlerdir. İhânet edenler ve kafirlerle işbirliği içinde olup, Hilâfeti ortadan kaldıranlar kurdukları küfür yönetimleri ve gasbettikleri güçle zoraki bu ümmetin başında durmaktadırlar.

Bu meseleye sadece Türkiye meselesi imiş gibi bakmakta yanlıştır. Çünkü diğer beldelerdeki kukla yönetimler, idareciler ve o idarecilerin arkasında duranlarda Türkiye’deki yöneticiler gibi güdümlü ve sapık düşünce sahipleridirler. Onların Müslümanlara karşı olan ihânetleri âşikardır. Öyle ki; kafirler İslam beldelerini işgal ederken onlardan yardım alıyor, onların sırtlarına basarak hareket ediyorlar. Kafirler, istilalarla ümmetin temiz evlatlarını katlederken hain idareciler de kafirlerden alkış almak için içeride Müslümanları öldürüyor, hapsediyor, zulmediyor ve İslama, Müslümanlara her türlü zulüm ve saldırıda bulunuyorlar.

Şer’î hükümlerin yasaklandığı, başörtüsünün suç, her gün İslama ve Müslümanlara karşı saldırıların gerçekleştirildiği bir ortamda ve bunu gerçekleştirenlerin Hilâfet konusuna dört elle sarılmaları dikkat çekici değil midir?!..

Küfrün temsilcilerinin tövbe edip İslama samimi olduklarını söylemek içinse elimizde hiç mi kanıt yoktur. İslama teslimiyetlerinde hiçbir işâret göremediğimiz gibi Müslümanlara karşı tavırlarında da hiçbir değişiklik olmadığını ümmeti saptırmak için ortaya attıkları bu gibi fikirlerden anlıyoruz.

Akîdeleri bozuk, küfrün bataklığında, pislik içerisinde olanlar İslamın bir harfinin dahi temsilcisi olamazlar. Hele hele Hilâfet konusunda asla!

Devamı gelecek sayıda...

 

YIL 16  SAYI 182  MUHARREM 1425 / ŞUBAT 2005

Yukarı