09/01/2005 Pazar Günü,
Müslümanların Tarihine Geçen Kara Bir Gündür
Bu ayın dokuzunda, kafir düşmanlar tarafından iğrenç hücuma maruz
kalan İslâm âleminin bölgelerinden iki önemli bölge, İslâm ümmetinin
halkları üzerinde uygulanması maksadıyla çirkin iki entrika ile
güvenli bir bağı olan tehlikeli iki siyâsî hadiseye şahit olmuştur.
Bu iki önemli bölge Filistin ve Sudan’dır.
İlk hadise; Filistin’de meydana gelmiştir. Şöyle ki, seçimlerden
önce devlet başkanının kim olacağı bilinmekle birlikte bu tarihte
kararlaştırılan devlet başkanlığı seçimleri icrâ edilmiştir.
İkinci hadise ise; Sudan’da cereyân etmiştir. Öyle ki Sudan
hükümeti ile kafir John Garang liderliğindeki Güney ayrılıkçı
isyancı hareketi arasında nihâî barış anlaşması imzalanmıştır. Her
iki hadisede de dünya medyası özellikle Arap ve Türk medyası sevinç
çığlıkları atmış, davullara vurulmuş, zurnalar çalınmış ve aynı
medya organları, Filistin ve Sudan’da iki önemli tarihin yazıldığını
iddia etmişlerdir. Yönlendirilmiş medya organları, sanki bu iki
hadiseyi, savaşa girdikten sonra kazanılan iki büyük zafer olarak
nitelemişlerdir. İşin tuhaf tarafı, Filistinli ve Sudan’lı
yöneticiler, sevince delâlet etmesi için ve savaş, günlerinin sona
ermesinin ardından reform ve ıslaha hazırlık olması açısından, sanki
karşılıklı anlaşılmışçasına aynı ifadeleri kullanmışlardır. Ebu
Mazin, başarısını kutlama nutkunda “ Filistinlilerin küçük cihattan
büyük cihada intikal edeceklerini” belirtmiştir. O, bununla
direnişi, savaşı ve cihadı terk etmeyi kinaye etmektedir. Aynı
şekilde bazı Sudan’lı yöneticilerde, küçük cihadı bitirdikten sonra
büyük cihada geçeceklerini söylemişlerdir. İşte böylece Nebevî’den
rivâyet edilen “Küçük cihattan büyük cihada döndük” ifadesi, kafir
düşmanlara karşı savaşı terk etmek ve büyük cihada yönlendirmek -ki
reform, ıslah, imâr ve fesatla savaşmak amacıyla nefisle cihattır-
için bir bahane, bir vesile olarak kullanılan sloganlar haline
dönüşmüştür.
Böylece onlar, küçük cihattan gözettikleri hedeflerini
gerçekleştirdiklerini, Mekke’yi Mükerreme’nin fethedildiği gibi
onların elleriyle fethin meydana geldiğini, bu fethin ardından da
reform ve ıslah çalışmalarına geçeceklerini birbirlerine
fısıldıyorlar. Bu büyük oyunun arkasında daha büyük entrikalar
gizlidir. Bu, buz dağının görünen kısmıdır. Görünmeyen kısmı ise,
çok daha çetrefillidir. Filistin’de Ebu Mazin, silahla zaferler
kazanılamayacağı bahanesiyle silahı bırakmak istemektedir. Çünkü
zaferler onun görüşüne göre kesinlikle silah yoluyla değil, ancak
“barışa” davet ve görüşmeler yoluyla elde edilmektedir. Bunun
içindir ki, seçimlerde başarısını ilan etmesinin ardından Şaron’a
yönelttiği ilk açıklama, İsrail’e barış elini uzattığına dâir
yaptığı açıklama olmuştur. Yine bunun içindir ki palas pandıras
Bush, Ebu Mazin’le görüşmek için Washington’a davet etmekle onu
mükafâtlandırmıştır. Ebu Mazin’in mefhumuna göre işte büyük cihat
budur. Ki o, düşmanlar önünde silahı bırakarak onları barışa davet
etmektir. Yani Ebu Mazin’in silahı bırakması, buna mukabil modern
silahlarla donatılmış olan düşmanın tam teçhizatla kalması. Bundan
sonrada özlemi duyulan barışın nasıl olacağının hayaline
kapılmaları!!! İşte istedikleri budur. Bu da yenilgiyi
kabullendikten sonra gelen teslimiyettir. Zira düşmanı önünde
silahını atan kimse hezimeti kabullenmiş demektir. Bundan dolayı Ebu
Mazin’in elinde geriye kalan tek silah; İhsan istemek, İstirham
etmek silahıdır. Ki bu silah, (büyük) Katar devletinin dışişleri
bakanının kendi sanına göre Arap âlemine münasip yegâne stratejinin
bu olduğuna dair açıklamasının ardından strateji haline gelen bir
silahtır.
Muhakkak ki, Filistin halkının Mahmud Abbas’ı (Ebu Mazin) otorite
başkanı olarak seçmekle bu siyâseti seçtiklerine dair iddia, batıl
bir iddiadır. Çünkü seçimlere iştirak edenler, seçimlere katılma
hakkı olanlardan %45 den daha azdırlar. Bunlardan sadece %62’ si
Mahmud Abbas’ı seçmişlerdir. Sonra haddi zatında Mahmud Abbas’ın
seçilmesi dikkatle incelenirse bir entrika gereği olmuştur. Öyle ki,
burada Mahmud Abbas’dan başka muhtemel aday yoktu ve diğer rakipler
de maruf değillerdi. Ayrıca uzun maratonun sonunda onu başarıya
ulaştıran da para idi. Diğer adaylar onun sahip olduğu paraya mâlik
değillerdi. Nitekim bu bilinen bir husustur. Çünkü paranın seçimler
üzerinde çok büyük etkisi vardır ve paranın seçimler üzerindeki
etkisi hiç bir zaman yadsınamaz.
Buna delil; hiç bir Filistinli hatta Mahmud Abbas lehine oy
kullananlar dahi Yahudi varlığına karşı askerî direnişten
vazgeçecekleri imâsında bulunmamışlardır. Yukarıdaki ifadeleri
kullanan Abbas’ın kendisidir. Yoksa onun seçmenleri değil! Bu da
seçim üslubunun halkın liderlerini halka yakınlaştırmadaki bozukluk
boyutunu ve manipülasyona müsait bir üslup olduğunu gösteriyor. İşte
böylelikle seçim hadisesinin tehlike boyutu ve bunun, Filistin
sorununun tasfiyesi için düzenlenen entrikaların en
tehlikelilerinden biri olduğuna itibar edilmesi gerektiği açığa
çıkıyor. Bu, misyonları Yahudi varlığına meşrûiyet kazandırmak,
savaştan ve Filistinlilerin haklarından vazgeçmek, hezimetleri,
yenilgileri zafer olarak lanse etmek, Filistin ve bütün İslâmî
âlemdeki Müslümanların geleceği ile oynamak olan kimselerin,
Filistinliler üzerine liderler olarak dikte edilmesi sebebiyledir.
Bu husus, bu ayın dokuzu Pazar günü Filistin’de meydana gelen ilk
siyâsî hadiseye nispetle böyledir.
İkinci siyâsî hadiseye gelince; Sudan’da hükümet ile Güney ayrılıkçı
isyancı hareketi arasında otorite ve servetin taksimi, Müslümanların
düşmanı olan John Garang’a, devlet başkanı birinci yardımcı makamı
ve koltuğunun bahşedilmesi mucibince tamamlanan nihâî barış
anlaşmasının imzalanmış olmasıdır. Bu anlaşma gereği John Garang,
Amerika ve Batı tarafından desteklenen askerî gücünü kendi liderliği
altında ve tamamen Sudan ordusundan bağımsız olarak muhafazasını
sürdürecek, Sudan devlet başkanı o askerî gücün yönlendirmesinde söz
sahibi olmadığı halde John Garang, Kuzeyde konuşlandırılacak olan
bazı Güney Birlikler sayesinde, Sudan hükümet ordusunda söz sahibi
olabilecektir. John Garang, yirmi seneden daha fazla süren savaşın
ardından elde edemediğini bu meşûm anlaşmayla elde etme imkanını
bulmuştur. İnsanı en çok kahreden husus, meselenin sadece Kuzey ile
Güney arasında otorite ve servetin taksimiyle sınırlı kalmayarak,
anlaşmanın üzerinden altı sene geçmesinin ardından Güney’e Self
Determinasyon hakkının verilmesi, Güney’in resmi olarak Kuzey’den
ayrılması anlamına gelmiş olmasıdır. Nitekim aynı şekilde hükümet,
ortadaki üç bölgeye- Bunlar: En-Nûbe dağı, Âbe ve Mavi Nil’in
Güneyi- Kuzey’e veya Güney’e katılma seçeneği için veya De fakto
olarak kalması için Self Determinasyon hakkının verilmesine de
muvafâkat etti. Böylece Sudan devleti, bu anlaşmayı yapmakla ve
gelecekte Darfûr’la, belki de Sudan’ın Doğu bölgeleriyle buna benzer
anlaşmalar yapmakla yarıdan daha az bir kısmına doğru çekilecektir.
İhânette o kadar ileri gidiliyor ki, Sudan’ın ileride beklenen
parçalanmasının ardından, Beşîr, bu meşûm anlaşmanın çok cömert bir
anlaşma olduğunu ilan ediyor. Bu anlaşma sadece Sudan’ın bölünme
tehlikesiyle de sınırlı değildir. Bilakis bu anlaşmanın tehlikesi,
Sudan’ın yeraltından henüz çıkarılmamış korkunç servetleri üzerinde
ilk faydalananların özelde Amerika ve İngiltere genelde Batı olması
için onlara geniş imtiyazlar vermeye kadar uzanıyor. Ta ki
Amerikalılar, bunları çıkaran ve bunlardan faydalananların başında
gelsin.
İşte Nairobi’de imzalanan o melûn anlaşmanın neticeleri bunlardır.
Öyle ki kötülük bakımından bu anlaşmanın neticeleri, anlaşmanın
imzalandığı aynı gün Batı Şeria ve Gazze’de cereyân eden Filistin
seçimlerinin neticelerinden geri kalır değildirler. Bu yüzden o gün,
Müslümanların tarihine geçen kara bir gündür. Karanlığı,
Müslümanlara katliam veya soy kırımı uygulanmasından dolayı değil,
aksine katliam veya soy kırımından daha ağır, daha şiddetli bir
hususun başlarına gelmiş olmasından dolayıdır. O da belki de
neticeleri, bütün ümmeti veya bu ümmetten on veya yirmi veya yüz
veya iki yüz hatta milyonlara veya on milyonlara, belki de yüz
milyonlara kadar uzanan kalabalık bir halkı yok edecek dereceye
varan siyâsî komploların kurulmuş olmasıdır. Düşman devletlerin
kurdukları büyük komploların çirkinliği ve kötülüğü Müslüman ümmet
içerisindeki kabilelerin fertlerine değil, bütün ümmete dokunur
olmasından kaynaklanmaktadır. O büyük komploların kötülüğünün bir
diğer yanı ise, Müslümanların yönetici ve siyâsileri, entrikada
Müslüman halka karşı düşmanlarla birlikte hareket ederek, cürüm
vizyonunu özgürlüğe, teslimiyeti zafere çeviriyor olmaları ve
mefhumları tebdil ederek, hakikat ve realiteleri efendilerinin
kendilerinden istedikleri şekle göre tersyüz ediyor olmalarıdır.
İşte
bunlar, Filistin seçimleri ve Sudan’da barış anlaşmasının
imzalanması entrikasında olduğu gibi büyük siyâsî komploların
tehlikeleridir. Bu iki entrikanın birbirine tesâdüf etmesi ve aynı
meşûm günde meydana gelmesi çok ilginçtir. Eğer burada günlere ve bu
günler içerisinde meydana gelen esef ve elem verici hadiselere karşı
yas tutmak caiz olsaydı, içerisinde tehlikeli siyâsi trajedinin
cereyân etmesinden dolayı mutlaka Pazar günü Ocak ayının dokuzu,
bütün İslâm ümmetinin kendisinde yas tutacağı genel yas günü ilan
edilirdi.
Amerika Irak’ta Grupçuluk (Taife) Fitnesini
Körüklüyor
Sömürgeci kuvvetler, herhangi bir ülkeyi işgal ettiklerinde
genellikle “böl ve yut” siyâsetini benimserler. Bu siyâset sayesinde
hegemonyalarını halklar üzerine dikte ederek, orada var olan
mukâvemeti kırmayı hedeflerler. Genelde sömürgeci güçlerin
yaptıkları budur. Fakat sömürgeci Amerika’nın Irak’taki siyâseti, bu
eski geleneksel formülle yetinmeyip, sürekli Irak ve halkına karşı
daha saldırgan ve aşırı cezalandırıcı formül aramakta ve
geliştirmektedir. Bu bağlamda aradığı formülü, gruplara bölme
siyâsetinde bulmuştur. Çünkü bu siyâset, Iraklıları, birbirlerini
yiyen; demokrasi ve özgürlük adı altında aslı astarı olmayan
sloganlarla birbirlerini katleden; Iraklı toplulukların fırkalar ve
fraksiyonlar olmaları vasfıyla her biri kendi partisini zafere
taşımak için birbirleri ile vuruşacak ve asabesi arkasında gözünü
kırpmadan çatışmaya atılacak bir iç savaşa sürüklemenin bir
girizgâhı olacaktır. Bundan dolayı da Iraklılar savaşmak ve çekişmek
için birbirleriyle meşgul olacaklar ve böylece de yükselen Irak
direnişinden nasiplerini alan, tatmadıklarını tadan ve uzun süredir
direnişin ateşiyle yanıp kavrulan Amerikalılar üzerinden baskı
hafiflemiş olacaktır. Amerika’nın Irak’ta yöntem olarak benimsediği
gruplara bölme siyâseti, gruplara ayırma esası üzerine kuruludur.
Bunu, bir taifeyi diğerine karşı kışkırtmak, farklı topluluklar
arasında çatışma ateşini dinamitlemek, vahdaniyetlerini kırmak,
birleşme ve entegre olmalarına engel olmak bahanesiyle, muamelede
taifeler arasında çifte standart uygulayarak yapmaya çalışmaktadır.
Amerika Irak’ı işgal etmeden ve bu pis siyâsetini dikte etmeye
çalışmadan önce Irak halkına, yüzlerce seneden beri bir arada
yaşayan Müslüman bir halk olarak bakılıyordu. Fakat işgalden sonra
Irak halkına bakış tamamen değişti. Artık Irak halkının ırk olarak
Arap’lardan, Kürt’lerden, Türkmen’ lerden, Asuri’lerden ve
Kildani’lerden meydan geldikleri; din olarak Müslümanlardan,
Hıristiyanlardan, Saibi’lerden ve Yezidi’lerden oluştukları; mezhep
olarak Sünnî ve Şii oldukları; siyâsi olarak İslâmcılardan,
laiklerden, milliyetçilerden ve komünistlerden teşekkül ettikleri;
sosyal olarak erkeklerin egemenliğinden, hakları zayi edilen
kadınlardan ve toplumda hakları ellerinden alınan kadınların, gasp
edilen haklarını tekrar elde etmek için erkeklerle çatışma
içerisinde olduklarından bahsedilmeye başlanmıştır. Amerika
tarafından yönlendirilen medya organları, bu farklılıkları bir
çatışma olarak ibraz etmede, bu değişiklikleri bir kırılma noktası
olarak izhâr etmede büyük rol oynamışlardır. Halbuki bundan önce
normal bir vatandaş, Irak’ta buna benzer ırkların, grupların ve
mezhepleri varlığını bilmezdi. Eğer bu gruplara ayırım siyâsetini
yerleştirmek için yönlendirilmiş siyâsi basın olmasaydı böyle bir
sorun asla olmazdı. Yani kamuoyunda hatırı sayılır, varlığı
kabullenilir bir konuma asla gelemezdi.
Dolayısıyla hedef bizzat grupçuluk fitnesini ateşlemekti. Bu husus
uzun zamandan beri planlanıyordu. Yönetimi belli bir topluluğa
teslim ederek diğer toplulukları bundan mahrum eden cürümsel planı,
Amerika, Irak’ı işgal etmeden önce masaya yatırmıştı. Çoğunluğu
temsil eden Şiilerin, Sünnî azınlıklar vasıtasıyla tarihî
haklarından mahrum edildikleri zannıyla Saddam Hüseyin rejiminin
devrilmesinin ardından yönetimi Irak’lı Şiilere teslim etmeyi net
olarak vurgulayan ve 2002 senesinde Amerikan dışişleri bakanlığı
tarafından basına sızdırılan resmî belge, bunun en bariz delilidir.
Amerika, Irak’ı işgal ettikten hemen sonra bilfiil bu belgede
geçenleri uygulamaya kalkmış ve Paul Bremer’in idâre ettiği yönetim
meclisindeki mevkilerin çoğunu Şii unsurlara teslim etmiştir. Sonra
Allavi başkanlığında geçici bir hükümetin oluşturulmasının ardından
aynı senaryoya devam etmiş ve içerisinde başbakanlık ta olmak üzere
bakanlık mevkileri daha önce çizilen senaryoya uygun olarak,
Amerikan ajanı olan Şii unsurlara tevdi edilmiştir. Hiç şüphe yoktur
ki; iğrenç ve kokuşmuş bu Amerikan siyâseti, Sünni ve Şii arasında
ayırım yapmayan Irak halkı nezrinde ayırım gözetme ruhunu
alevlendirip tutuşturmuştur. Irak halkının tamamı Müslüman bir
halktır. Amerika’nın kurduğu tuzağa düşmemiş ve Iraklılar arasında
da savaş tohumları ihdas edilememiştir. Bunun yerine düşmanlık ruhu
canlanıp alevlenmiş, Amerikalılar ve onları dost edinenlere karşı
öfke ateşi çığ gibi büyümüştür. Allah’a hamd olsun, Iraklılar
arasında iç savaş fitilini ateşlemekte, Amerikan planı başarısız
olmuştur. Fakat Amerika, Iraklıları vartaya düşürme noktasında
umudunu kaybetmemiş ve bu bağlamda da o fitili ateşlemek için son
kartını oynamıştır. O da seçim kartıdır. Bu nedenledir ki, Irak’taki
bölgelerinin çoğunda güvenliğin ve istikrarın olmamasına rağmen,
30/01/2005 tarihinde seçimlerin yapılmasında ısrar etmektedir.
Iraklı bir çok grupların hatta Amerikan yanlısı gruplar da dahil
olmak üzere, ileride güvenlik şartlarının iyileşmesi umuduyla
seçimlerin en az altı ay süreyle ertelenmesini arzulamalarına
rağmen, Amerika, bütün bu istek ve arzuları bir kenara atarak,
seçimlerin, kararlaştırılan tarihte yapılması için bütün çabasını
harcayacağını belirtmiştir. Beyaz saraya yakın kaynaklara ve
Amerikan özel araştırma kurumlarına göre yaklaşık olarak günlük 300
askerî operasyonun meydana geldiği bir dönemde, Amerika’nın
seçimlerde ısrarcı olması dikkat çekicidir.
Muhakkak ki, münasip olmayan bir tarihte seçimlerin yapılmasındaki
Amerikan’ın ısrarı, en kısa zamanda Amerika’nın Irak bataklığından
kurtulmanın bir teşebbüsü olarak yorumlamak mümkündür. Amerika,
ajanları olan Şii unsurlara şekli yönetimi teslim etmek için çizdiği
planı süratle hayata geçirmek istemektedir. Çünkü Amerika, bütün
işaretlerin yardımlarının arttığına, kuvvetlerinin gün geçtikçe
fazlalaştığına ve dozajının şiddetlendiğine delalet eden Irak
direnişine karşı koymak üzere yönetimi devralan Şii’lerle işbirliği
yapmak ve kendisine yardımcı olmalarını ümit etmektedir. İşte
Amerika, yalnız bırakılan bu kahraman direnişçilerin öldürücü
darbelerinden kurtulmak için çalışmaktadır. Bunu da seçimlerin
ardından girdiği bu şiddetli bunalımdan ve öldürücü bataklıktan
çıkmaya kendisine yardımcı olacak umuduyla yapay bir hükümet
oluşturarak direnişçilerle savaşmayı düşünmektedir. Amerikan
Genelkurmay başkanı Richard Myers, seçimlerden sonra Iraklılar
arasında şiddetli bir iç savaş çıkma beklentisi içerisinde
olduklarını defalarca vurguladıklarında, işte bu öldürücü Amerikan
planına işaret etmiştir. Myers’ın bu beklentisi, kendisinin veya
idaresinin bir arzusu değildir. Halbuki kokuşmuş siyâsi bir planı
gerçekleştirmek için çalıştıkları bir hedeftir. Çünkü siyâsilerin
beklentilerini, sadece onların birer tahminleridir diye geçiştirmek
doğru değildir. Bilakis bunları, siyâsi ve programlı askerî adımlar
atarak gerçekleştirilmeye çalışılan hedefler olarak anlamak gerekir.
Amerika’nın Irak’ta grupçuluk fitnesini körüklediği, artık Amerikan
siyâsetinin vazgeçilmezlerinden olmuştur. Öyle ki, bölgedeki
Amerikan ve İngiliz ajanları dahi bu siyâseti idrak etmiş ve bu
siyâsete uygun olarak tasarruf etmeye başlamışlardır. Bu
tasarruflardan biri; Iraklı grupların sorumluları tarafından özelde
Suriye ve İran’a karşı genelde komşu devletlerine karşı zehir
zemberek yaptıkları açıklamalardır. Ürdün kralının “İran Irak’ı,
Suriye’yi ve Lübnan’ı kapsayacak şekilde bir Şii üçgeni kurmak için
çalışıyor” diye yaptığı zehir zemberek açıklamayı da, bilhassa
Amerika’nın Irak’taki grupçuluk fitnesini körükleme siyâseti için
pervasızca gruplar savaşına dönüştürmeye çalıştığını yorumlamak
mümkündür. Ürdün kralı, Yahudilerden korkmuyor, zira onlar onun
dostu ve sevgilisidirler. Buna mukabil o, Amerika’nın korktuğu
Müslümanlardan korkuyor. Aynı şekilde Irak’taki Amerikancı Allavi
hükümetinde savunma bakanlığı görevi yapan Hazim Eş-Şa’lan’inin
“Eğer Mısır, Sünni Iraklıların seçimlere katılmasını garanti ederse
seçimleri ertelemeye hazır olduğuna” dair yaptığı oportünist
açıklamayı da bu mayanda yorumlamak gerekir. Bu açıklama, hükümetin
grupçuluk bakışını perçinlemektedir. Hükümet, Sünni Iraklılara
çoğunluk Şiilerin yanında seçimlere katılmayı isteyen kimseler
olarak itibar etmektedir. Yani Eş-Şa’lan’ın nazarında Irak halkı,
çoğunluk ve azınlıklardan müteşekkildir. Ve Amerika’nın ve keza Şii
çoğunluğun rızasını kazanmak için Sünni Mısır’dan Irak’taki Sünni
azınlığa etki etme talebinde bulunmaktadır. Halbuki o, seçimlerin
ertelenemeyeceğini ve Amerika’nın, zamanında seçimleri yapmaya kesin
kararlı olduğunu yakinen biliyor. Dolayısıyla bu tür açıklamalardan
maksat; bölgede siyâsal grupçuluk düşüncesini genelleştirmek ve
Müslümanlar arasında grupsal düşmanlık ruhunu ateşlemek olduğu
anlaşılır.
Ama Amerika bu çalışmasında asla başarılı olamayacak ve cürümsel
hedeflerini gerçekleştirme noktasında da gayesine ulaşamayacaktır.
Iraklılar ve onların arkasında duran diğer Müslümanlar, Amerikan
entrikası karşısında duracaklardır. İşgal Amerikan kuvvetlerini,
ülke topraklarının her bir karışından zelil ve alçalmış olarak
çıkmaya mecbur bırakacaklar ve Irak, Amerikan pisliğinden
temizlenerek, ajanlar ve hâinlerden arındırılarak tekrar halkına ve
Müslümanlara iade edilecektir. Ve elbette Harun Reşid’in başkenti
Bağdat, Müslümanların başkentleri arasında layık olduğu makama
oturacaktır. Umulur ki Irak’ın, Filistin’in ve diğer İslâmî
ülkelerinin geçirdiği badireler, Müslümanları, Hilâfet Devleti’nin
ikâmesine ulaştıran yolun başlangıcını gösteren alâmetlerden olur. O
öyle bir devlettir ki; küfür ve ehlini bir tek darbeyle yere
serdikten sonra yeryüzünün haritasını değiştirecek ve insanlığın,
hidâyet yoluna ulaşması için rehberliğini yapacaktır.
Allah emri galip gelecektir ve zulmedenler yakında nasıl bir
inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. |