Ana Sayfa YIL 16  SAYI 182  MUHARREM 1426 / ŞUBAT 2005 E-Mail

Haber - Yorum

Hilafet Dergisi

09/01/2005 Pazar Günü, Müslümanların Tarihine Geçen Kara Bir Gündür

Bu ayın dokuzunda, kafir düşmanlar tarafından iğrenç hücuma maruz kalan İslâm âleminin bölgelerinden iki önemli bölge, İslâm ümmetinin halkları üzerinde uygulanması maksadıyla çirkin iki entrika ile güvenli bir bağı olan tehlikeli iki siyâsî hadiseye şahit olmuştur. Bu iki önemli bölge Filistin ve Sudan’dır.

İlk hadise; Filistin’de meydana gelmiştir. Şöyle ki, seçimlerden önce devlet başkanının kim olacağı bilinmekle birlikte bu tarihte kararlaştırılan devlet başkanlığı seçimleri icrâ edilmiştir.

İkinci hadise ise; Sudan’da cereyân etmiştir. Öyle ki Sudan hükümeti ile kafir John Garang liderliğindeki Güney ayrılıkçı isyancı hareketi arasında nihâî barış anlaşması imzalanmıştır. Her iki hadisede de dünya medyası özellikle Arap ve Türk medyası sevinç çığlıkları atmış, davullara vurulmuş, zurnalar çalınmış ve aynı medya organları, Filistin ve Sudan’da iki önemli tarihin yazıldığını iddia etmişlerdir. Yönlendirilmiş medya organları, sanki bu iki hadiseyi, savaşa girdikten sonra kazanılan iki büyük zafer olarak nitelemişlerdir. İşin tuhaf tarafı, Filistinli ve Sudan’lı yöneticiler, sevince delâlet etmesi için ve savaş, günlerinin sona ermesinin ardından reform ve ıslaha hazırlık olması açısından, sanki karşılıklı anlaşılmışçasına aynı ifadeleri kullanmışlardır. Ebu Mazin, başarısını kutlama nutkunda “ Filistinlilerin küçük cihattan büyük cihada intikal edeceklerini” belirtmiştir. O, bununla direnişi, savaşı ve cihadı terk etmeyi kinaye etmektedir. Aynı şekilde bazı Sudan’lı yöneticilerde, küçük cihadı bitirdikten sonra büyük cihada geçeceklerini söylemişlerdir. İşte böylece Nebevî’den rivâyet edilen “Küçük cihattan büyük cihada döndük” ifadesi, kafir düşmanlara karşı savaşı terk etmek ve büyük cihada yönlendirmek -ki reform, ıslah, imâr ve fesatla savaşmak amacıyla nefisle cihattır- için bir bahane, bir vesile olarak kullanılan sloganlar haline dönüşmüştür.

Böylece onlar, küçük cihattan gözettikleri hedeflerini gerçekleştirdiklerini, Mekke’yi Mükerreme’nin fethedildiği gibi onların elleriyle fethin meydana geldiğini, bu fethin ardından da reform ve ıslah çalışmalarına geçeceklerini birbirlerine fısıldıyorlar. Bu büyük oyunun arkasında daha büyük entrikalar gizlidir. Bu, buz dağının görünen kısmıdır. Görünmeyen kısmı ise, çok daha çetrefillidir. Filistin’de Ebu Mazin, silahla zaferler kazanılamayacağı bahanesiyle silahı bırakmak istemektedir. Çünkü zaferler onun görüşüne göre kesinlikle silah yoluyla değil, ancak “barışa” davet ve görüşmeler yoluyla elde edilmektedir. Bunun içindir ki, seçimlerde başarısını ilan etmesinin ardından Şaron’a yönelttiği ilk açıklama, İsrail’e barış elini uzattığına dâir yaptığı açıklama olmuştur. Yine bunun içindir ki palas pandıras Bush, Ebu Mazin’le görüşmek için Washington’a davet etmekle onu mükafâtlandırmıştır. Ebu Mazin’in mefhumuna göre işte büyük cihat budur. Ki o, düşmanlar önünde silahı bırakarak onları barışa davet etmektir. Yani Ebu Mazin’in silahı bırakması, buna mukabil modern silahlarla donatılmış olan düşmanın tam teçhizatla kalması. Bundan sonrada özlemi duyulan barışın nasıl olacağının hayaline kapılmaları!!! İşte istedikleri budur. Bu da yenilgiyi kabullendikten sonra gelen teslimiyettir. Zira düşmanı önünde silahını atan kimse hezimeti kabullenmiş demektir. Bundan dolayı Ebu Mazin’in elinde geriye kalan tek silah; İhsan istemek, İstirham etmek silahıdır. Ki bu silah, (büyük) Katar devletinin dışişleri bakanının kendi sanına göre Arap âlemine münasip yegâne stratejinin bu olduğuna dair açıklamasının ardından strateji haline gelen bir silahtır.

Muhakkak ki, Filistin halkının Mahmud Abbas’ı (Ebu Mazin) otorite başkanı olarak seçmekle bu siyâseti seçtiklerine dair iddia, batıl bir iddiadır. Çünkü seçimlere iştirak edenler, seçimlere katılma hakkı olanlardan %45 den daha azdırlar. Bunlardan sadece %62’ si Mahmud Abbas’ı seçmişlerdir. Sonra haddi zatında Mahmud Abbas’ın seçilmesi dikkatle incelenirse bir entrika gereği olmuştur. Öyle ki, burada Mahmud Abbas’dan başka muhtemel aday yoktu ve diğer rakipler de maruf değillerdi. Ayrıca uzun maratonun sonunda onu başarıya ulaştıran da para idi. Diğer adaylar onun sahip olduğu paraya mâlik değillerdi. Nitekim bu bilinen bir husustur. Çünkü paranın seçimler üzerinde çok büyük etkisi vardır ve paranın seçimler üzerindeki etkisi hiç bir zaman yadsınamaz.

Buna delil; hiç bir Filistinli hatta Mahmud Abbas lehine oy kullananlar dahi Yahudi varlığına karşı askerî direnişten vazgeçecekleri imâsında bulunmamışlardır. Yukarıdaki ifadeleri kullanan Abbas’ın kendisidir. Yoksa onun seçmenleri değil! Bu da seçim üslubunun halkın liderlerini halka yakınlaştırmadaki bozukluk boyutunu ve manipülasyona müsait bir üslup olduğunu gösteriyor. İşte böylelikle seçim hadisesinin tehlike boyutu ve bunun, Filistin sorununun tasfiyesi için düzenlenen entrikaların en tehlikelilerinden biri olduğuna itibar edilmesi gerektiği açığa çıkıyor. Bu, misyonları Yahudi varlığına meşrûiyet kazandırmak, savaştan ve Filistinlilerin haklarından vazgeçmek, hezimetleri, yenilgileri zafer olarak lanse etmek, Filistin ve bütün İslâmî âlemdeki Müslümanların geleceği ile oynamak olan kimselerin, Filistinliler üzerine liderler olarak dikte edilmesi sebebiyledir.

Bu husus, bu ayın dokuzu Pazar günü Filistin’de meydana gelen ilk siyâsî hadiseye nispetle böyledir.

İkinci siyâsî hadiseye gelince; Sudan’da hükümet ile Güney ayrılıkçı isyancı hareketi arasında otorite ve servetin taksimi, Müslümanların düşmanı olan John Garang’a, devlet başkanı birinci yardımcı makamı ve koltuğunun bahşedilmesi mucibince tamamlanan nihâî barış anlaşmasının imzalanmış olmasıdır. Bu anlaşma gereği John Garang, Amerika ve Batı tarafından desteklenen askerî gücünü kendi liderliği altında ve tamamen Sudan ordusundan bağımsız olarak muhafazasını sürdürecek, Sudan devlet başkanı o askerî gücün yönlendirmesinde söz sahibi olmadığı halde John Garang, Kuzeyde konuşlandırılacak olan bazı Güney Birlikler sayesinde, Sudan hükümet ordusunda söz sahibi olabilecektir. John Garang, yirmi seneden daha fazla süren savaşın ardından elde edemediğini bu meşûm anlaşmayla elde etme imkanını bulmuştur. İnsanı en çok kahreden husus, meselenin sadece Kuzey ile Güney arasında otorite ve servetin taksimiyle sınırlı kalmayarak, anlaşmanın üzerinden altı sene geçmesinin ardından Güney’e Self Determinasyon hakkının verilmesi, Güney’in resmi olarak Kuzey’den ayrılması anlamına gelmiş olmasıdır. Nitekim aynı şekilde hükümet, ortadaki üç bölgeye- Bunlar: En-Nûbe dağı, Âbe ve Mavi Nil’in Güneyi- Kuzey’e veya Güney’e katılma seçeneği için veya De fakto olarak kalması için Self Determinasyon hakkının verilmesine de muvafâkat etti. Böylece Sudan devleti, bu anlaşmayı yapmakla ve gelecekte Darfûr’la, belki de Sudan’ın Doğu bölgeleriyle buna benzer anlaşmalar yapmakla yarıdan daha az bir kısmına doğru çekilecektir. İhânette o kadar ileri gidiliyor ki, Sudan’ın ileride beklenen parçalanmasının ardından, Beşîr, bu meşûm anlaşmanın çok cömert bir anlaşma olduğunu ilan ediyor. Bu anlaşma sadece Sudan’ın bölünme tehlikesiyle de sınırlı değildir. Bilakis bu anlaşmanın tehlikesi, Sudan’ın yeraltından henüz çıkarılmamış korkunç servetleri üzerinde ilk faydalananların özelde Amerika ve İngiltere genelde Batı olması için onlara geniş imtiyazlar vermeye kadar uzanıyor. Ta ki Amerikalılar, bunları çıkaran ve bunlardan faydalananların başında gelsin.

İşte Nairobi’de imzalanan o melûn anlaşmanın neticeleri bunlardır. Öyle ki kötülük bakımından bu anlaşmanın neticeleri, anlaşmanın imzalandığı aynı gün Batı Şeria ve Gazze’de cereyân eden Filistin seçimlerinin neticelerinden geri kalır değildirler. Bu yüzden o gün, Müslümanların tarihine geçen kara bir gündür. Karanlığı, Müslümanlara katliam veya soy kırımı uygulanmasından dolayı değil, aksine katliam veya soy kırımından daha ağır, daha şiddetli bir hususun başlarına gelmiş olmasından dolayıdır. O da belki de neticeleri, bütün ümmeti veya bu ümmetten on veya yirmi veya yüz veya iki yüz hatta milyonlara veya on milyonlara, belki de yüz milyonlara kadar uzanan kalabalık bir halkı yok edecek dereceye varan siyâsî komploların kurulmuş olmasıdır. Düşman devletlerin kurdukları büyük komploların çirkinliği ve kötülüğü Müslüman ümmet içerisindeki kabilelerin fertlerine değil, bütün ümmete dokunur olmasından kaynaklanmaktadır. O büyük komploların kötülüğünün bir diğer yanı ise, Müslümanların yönetici ve siyâsileri, entrikada Müslüman halka karşı düşmanlarla birlikte hareket ederek, cürüm vizyonunu özgürlüğe, teslimiyeti zafere çeviriyor olmaları ve mefhumları tebdil ederek, hakikat ve realiteleri efendilerinin kendilerinden istedikleri şekle göre tersyüz ediyor olmalarıdır.

İşte bunlar, Filistin seçimleri ve Sudan’da barış anlaşmasının imzalanması entrikasında olduğu gibi büyük siyâsî komploların tehlikeleridir. Bu iki entrikanın birbirine tesâdüf etmesi ve aynı meşûm günde meydana gelmesi çok ilginçtir. Eğer burada günlere ve bu günler içerisinde meydana gelen esef ve elem verici hadiselere karşı yas tutmak caiz olsaydı, içerisinde tehlikeli siyâsi trajedinin cereyân etmesinden dolayı mutlaka Pazar günü Ocak ayının dokuzu, bütün İslâm ümmetinin kendisinde yas tutacağı genel yas günü ilan edilirdi.


Amerika Irak’ta Grupçuluk (Taife) Fitnesini Körüklüyor

Sömürgeci kuvvetler, herhangi bir ülkeyi işgal ettiklerinde genellikle “böl ve yut” siyâsetini benimserler. Bu siyâset sayesinde hegemonyalarını halklar üzerine dikte ederek, orada var olan mukâvemeti kırmayı hedeflerler. Genelde sömürgeci güçlerin yaptıkları budur. Fakat sömürgeci Amerika’nın Irak’taki siyâseti, bu eski geleneksel formülle yetinmeyip, sürekli Irak ve halkına karşı daha saldırgan ve aşırı cezalandırıcı formül aramakta ve geliştirmektedir. Bu bağlamda aradığı formülü, gruplara bölme siyâsetinde bulmuştur. Çünkü bu siyâset, Iraklıları, birbirlerini yiyen; demokrasi ve özgürlük adı altında aslı astarı olmayan sloganlarla birbirlerini katleden; Iraklı toplulukların fırkalar ve fraksiyonlar olmaları vasfıyla her biri kendi partisini zafere taşımak için birbirleri ile vuruşacak ve asabesi arkasında gözünü kırpmadan çatışmaya atılacak bir iç savaşa sürüklemenin bir girizgâhı olacaktır. Bundan dolayı da Iraklılar savaşmak ve çekişmek için birbirleriyle meşgul olacaklar ve böylece de yükselen Irak direnişinden nasiplerini alan, tatmadıklarını tadan ve uzun süredir direnişin ateşiyle yanıp kavrulan Amerikalılar üzerinden baskı hafiflemiş olacaktır. Amerika’nın Irak’ta yöntem olarak benimsediği gruplara bölme siyâseti, gruplara ayırma esası üzerine kuruludur. Bunu, bir taifeyi diğerine karşı kışkırtmak, farklı topluluklar arasında çatışma ateşini dinamitlemek, vahdaniyetlerini kırmak, birleşme ve entegre olmalarına engel olmak bahanesiyle, muamelede taifeler arasında çifte standart uygulayarak yapmaya çalışmaktadır.

Amerika Irak’ı işgal etmeden ve bu pis siyâsetini dikte etmeye çalışmadan önce Irak halkına, yüzlerce seneden beri bir arada yaşayan Müslüman bir halk olarak bakılıyordu. Fakat işgalden sonra Irak halkına bakış tamamen değişti. Artık Irak halkının ırk olarak Arap’lardan, Kürt’lerden, Türkmen’ lerden, Asuri’lerden ve Kildani’lerden meydan geldikleri; din olarak Müslümanlardan, Hıristiyanlardan, Saibi’lerden ve Yezidi’lerden oluştukları; mezhep olarak Sünnî ve Şii oldukları; siyâsi olarak İslâmcılardan, laiklerden, milliyetçilerden ve komünistlerden teşekkül ettikleri; sosyal olarak erkeklerin egemenliğinden, hakları zayi edilen kadınlardan ve toplumda hakları ellerinden alınan kadınların, gasp edilen haklarını tekrar elde etmek için erkeklerle çatışma içerisinde olduklarından bahsedilmeye başlanmıştır. Amerika tarafından yönlendirilen medya organları, bu farklılıkları bir çatışma olarak ibraz etmede, bu değişiklikleri bir kırılma noktası olarak izhâr etmede büyük rol oynamışlardır. Halbuki bundan önce normal bir vatandaş, Irak’ta buna benzer ırkların, grupların ve mezhepleri varlığını bilmezdi. Eğer bu gruplara ayırım siyâsetini yerleştirmek için yönlendirilmiş siyâsi basın olmasaydı böyle bir sorun asla olmazdı. Yani kamuoyunda hatırı sayılır, varlığı kabullenilir bir konuma asla gelemezdi.

Dolayısıyla hedef bizzat grupçuluk fitnesini ateşlemekti. Bu husus uzun zamandan beri planlanıyordu. Yönetimi belli bir topluluğa teslim ederek diğer toplulukları bundan mahrum eden cürümsel planı, Amerika, Irak’ı işgal etmeden önce masaya yatırmıştı. Çoğunluğu temsil eden Şiilerin, Sünnî azınlıklar vasıtasıyla tarihî haklarından mahrum edildikleri zannıyla Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinin ardından yönetimi Irak’lı Şiilere teslim etmeyi net olarak vurgulayan ve 2002 senesinde Amerikan dışişleri bakanlığı tarafından basına sızdırılan resmî belge, bunun en bariz delilidir. Amerika, Irak’ı işgal ettikten hemen sonra bilfiil bu belgede geçenleri uygulamaya kalkmış ve Paul Bremer’in idâre ettiği yönetim meclisindeki mevkilerin çoğunu Şii unsurlara teslim etmiştir. Sonra Allavi başkanlığında geçici bir hükümetin oluşturulmasının ardından aynı senaryoya devam etmiş ve içerisinde başbakanlık ta olmak üzere bakanlık mevkileri daha önce çizilen senaryoya uygun olarak, Amerikan ajanı olan Şii unsurlara tevdi edilmiştir. Hiç şüphe yoktur ki; iğrenç ve kokuşmuş bu Amerikan siyâseti, Sünni ve Şii arasında ayırım yapmayan Irak halkı nezrinde ayırım gözetme ruhunu alevlendirip tutuşturmuştur. Irak halkının tamamı Müslüman bir halktır. Amerika’nın kurduğu tuzağa düşmemiş ve Iraklılar arasında da savaş tohumları ihdas edilememiştir. Bunun yerine düşmanlık ruhu canlanıp alevlenmiş, Amerikalılar ve onları dost edinenlere karşı öfke ateşi çığ gibi büyümüştür. Allah’a hamd olsun, Iraklılar arasında iç savaş fitilini ateşlemekte, Amerikan planı başarısız olmuştur. Fakat Amerika, Iraklıları vartaya düşürme noktasında umudunu kaybetmemiş ve bu bağlamda da o fitili ateşlemek için son kartını oynamıştır. O da seçim kartıdır. Bu nedenledir ki, Irak’taki bölgelerinin çoğunda güvenliğin ve istikrarın olmamasına rağmen, 30/01/2005 tarihinde seçimlerin yapılmasında ısrar etmektedir. Iraklı bir çok grupların hatta Amerikan yanlısı gruplar da dahil olmak üzere, ileride güvenlik şartlarının iyileşmesi umuduyla seçimlerin en az altı ay süreyle ertelenmesini arzulamalarına rağmen, Amerika, bütün bu istek ve arzuları bir kenara atarak, seçimlerin, kararlaştırılan tarihte yapılması için bütün çabasını harcayacağını belirtmiştir. Beyaz saraya yakın kaynaklara ve Amerikan özel araştırma kurumlarına göre yaklaşık olarak günlük 300 askerî operasyonun meydana geldiği bir dönemde, Amerika’nın seçimlerde ısrarcı olması dikkat çekicidir.

Muhakkak ki, münasip olmayan bir tarihte seçimlerin yapılmasındaki Amerikan’ın ısrarı, en kısa zamanda Amerika’nın Irak bataklığından kurtulmanın bir teşebbüsü olarak yorumlamak mümkündür. Amerika, ajanları olan Şii unsurlara şekli yönetimi teslim etmek için çizdiği planı süratle hayata geçirmek istemektedir. Çünkü Amerika, bütün işaretlerin yardımlarının arttığına, kuvvetlerinin gün geçtikçe fazlalaştığına ve dozajının şiddetlendiğine delalet eden Irak direnişine karşı koymak üzere yönetimi devralan Şii’lerle işbirliği yapmak ve kendisine yardımcı olmalarını ümit etmektedir. İşte Amerika, yalnız bırakılan bu kahraman direnişçilerin öldürücü darbelerinden kurtulmak için çalışmaktadır. Bunu da seçimlerin ardından girdiği bu şiddetli bunalımdan ve öldürücü bataklıktan çıkmaya kendisine yardımcı olacak umuduyla yapay bir hükümet oluşturarak direnişçilerle savaşmayı düşünmektedir. Amerikan Genelkurmay başkanı Richard Myers, seçimlerden sonra Iraklılar arasında şiddetli bir iç savaş çıkma beklentisi içerisinde olduklarını defalarca vurguladıklarında, işte bu öldürücü Amerikan planına işaret etmiştir. Myers’ın bu beklentisi, kendisinin veya idaresinin bir arzusu değildir. Halbuki kokuşmuş siyâsi bir planı gerçekleştirmek için çalıştıkları bir hedeftir. Çünkü siyâsilerin beklentilerini, sadece onların birer tahminleridir diye geçiştirmek doğru değildir. Bilakis bunları, siyâsi ve programlı askerî adımlar atarak gerçekleştirilmeye çalışılan hedefler olarak anlamak gerekir.

Amerika’nın Irak’ta grupçuluk fitnesini körüklediği, artık Amerikan siyâsetinin vazgeçilmezlerinden olmuştur. Öyle ki, bölgedeki Amerikan ve İngiliz ajanları dahi bu siyâseti idrak etmiş ve bu siyâsete uygun olarak tasarruf etmeye başlamışlardır. Bu tasarruflardan biri; Iraklı grupların sorumluları tarafından özelde Suriye ve İran’a karşı genelde komşu devletlerine karşı zehir zemberek yaptıkları açıklamalardır. Ürdün kralının “İran Irak’ı, Suriye’yi ve Lübnan’ı kapsayacak şekilde bir Şii üçgeni kurmak için çalışıyor” diye yaptığı zehir zemberek açıklamayı da, bilhassa Amerika’nın Irak’taki grupçuluk fitnesini körükleme siyâseti için pervasızca gruplar savaşına dönüştürmeye çalıştığını yorumlamak mümkündür. Ürdün kralı, Yahudilerden korkmuyor, zira onlar onun dostu ve sevgilisidirler. Buna mukabil o, Amerika’nın korktuğu Müslümanlardan korkuyor. Aynı şekilde Irak’taki Amerikancı Allavi hükümetinde savunma bakanlığı görevi yapan Hazim Eş-Şa’lan’inin “Eğer Mısır, Sünni Iraklıların seçimlere katılmasını garanti ederse seçimleri ertelemeye hazır olduğuna” dair yaptığı oportünist açıklamayı da bu mayanda yorumlamak gerekir. Bu açıklama, hükümetin grupçuluk bakışını perçinlemektedir. Hükümet, Sünni Iraklılara çoğunluk Şiilerin yanında seçimlere katılmayı isteyen kimseler olarak itibar etmektedir. Yani Eş-Şa’lan’ın nazarında Irak halkı, çoğunluk ve azınlıklardan müteşekkildir. Ve Amerika’nın ve keza Şii çoğunluğun rızasını kazanmak için Sünni Mısır’dan Irak’taki Sünni azınlığa etki etme talebinde bulunmaktadır. Halbuki o, seçimlerin ertelenemeyeceğini ve Amerika’nın, zamanında seçimleri yapmaya kesin kararlı olduğunu yakinen biliyor. Dolayısıyla bu tür açıklamalardan maksat; bölgede siyâsal grupçuluk düşüncesini genelleştirmek ve Müslümanlar arasında grupsal düşmanlık ruhunu ateşlemek olduğu anlaşılır.

Ama Amerika bu çalışmasında asla başarılı olamayacak ve cürümsel hedeflerini gerçekleştirme noktasında da gayesine ulaşamayacaktır. Iraklılar ve onların arkasında duran diğer Müslümanlar, Amerikan entrikası karşısında duracaklardır. İşgal Amerikan kuvvetlerini, ülke topraklarının her bir karışından zelil ve alçalmış olarak çıkmaya mecbur bırakacaklar ve Irak, Amerikan pisliğinden temizlenerek, ajanlar ve hâinlerden arındırılarak tekrar halkına ve Müslümanlara iade edilecektir. Ve elbette Harun Reşid’in başkenti Bağdat, Müslümanların başkentleri arasında layık olduğu makama oturacaktır. Umulur ki Irak’ın, Filistin’in ve diğer İslâmî ülkelerinin geçirdiği badireler, Müslümanları, Hilâfet Devleti’nin ikâmesine ulaştıran yolun başlangıcını gösteren alâmetlerden olur. O öyle bir devlettir ki; küfür ve ehlini bir tek darbeyle yere serdikten sonra yeryüzünün haritasını değiştirecek ve insanlığın, hidâyet yoluna ulaşması için rehberliğini yapacaktır.

Allah emri galip gelecektir ve zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bileceklerdir.

YIL 16  SAYI 182  MUHARREM 1425 / ŞUBAT 2005

Yukarı