Ana Sayfa YIL 16  SAYI 184  SAFER/R.EVVEL 1426  NİSAN 2005 E-Mail

Raşidi Hilafet Düşüncesine Saldırı

(4. Bölüm)

Mahmud AYDIN

2- Hilâfet konusunun saptırılması ve başka sistemler altında düşünülmesi:

İslam davasının sahiplenilmesinin önüne geçemeyen ve bu direnci kıramayan küfür düzenleri ikinci planlarını devreye koydular. O da İslam düşüncesine saldırıdır. Ümmetin İslamî fikirlerle tekrar donanmasının önüne geçmek için İslamî fikirleri aslından uzaklaştırmak ve fikirleri karıştırmak hedef edinilmiştir. Hilâfet konusu da bunlardan bir tanesidir. Ümmetin Hilâfet hakkında yanlış bilgilendirilmesi veya Hilâfete yanlış kılıflar geçirilmesi konusu yeni değildir.

Bu işi sömürgeci kafirler Hilâfeti yıkmak, onu ortadan kaldırmak için asırlardır uğraştıkları dönem içerisinde ortaya attılar. Savaşlarla yıkılamayan İslam Devleti ancak kavram kargaşası neticesinde yıkılabildi. Hilâfet, siyasî olma yerine ruhanî bir makam, ümmetin tümünü kapsayıcı yerine bir kavmin egemenliğinin güç simgesi, zamanını doldurmuş bir yapılanma görünümü içerisinde eritildi.

Ankara’da kurulan karton hükümetin kurucularından K. Atatürk Hilâfet konusunda şunları söylüyordu:

“Halifelik makamı da bütün İslam aleminin ruh ve vicdanının ve imanının birleşim noktası, İslam kalplerine ferahlık verebilecek bir şeref ve yücelikle tecelli edecektir.” (Hasan Hüseyin Ceylan/Cumhuriyet Dönemi s. 50)

Hilâfet bu yolla ruhanî bir çizgiye oturtturulmuş ve tehditler altında, saltanatı Hilâfetten ayıran kanunla (2 Kasım 1922’de) TC Millet Meclisine devredilmiştir. Böylece istenilen olmuş Hilâfet sultadan ayrılarak ruhanî ve sembolik bir makama dönüştürülmüştür. Her ne kadar itiraz edenler olsa da vazifesi belirlenmeden Abdülmecid Efendi Halîfe olarak ilan edilmiştir.

3 Mart 1924’te Mecliste Hilâfetin kaldırılması konusunda yapılan tartışmalarda saptırmalara gidilmiştir. Mustafa Kemal ve Prof. Seyyid Beyin yaptıkları konuşmalara bakıldığında İngiliz istihbarat elemanı olan müsteşrik Thomas W. Arnold’un 1924’te ilk baskısı yapılan The Caliphate (Hilâfet) adlı kitabı ile içerik bakımından bir paralellik arzettiğini görüyoruz. Yine bir benzeri 1925 yılında Mısır’da Şeyh Ali Abdurrazik tarafından kaleme alınan “fi’l-hilafe ve el-hükümah fi’l-İslam” adlı kitapta geçen içerik ve üslupla da aynı doğrultuda olduğunu görüyoruz. Bu da gösteriyor ki; dün de, bugün de İslam düşmanları Hilâfet düşüncesi noktasında aynı kaynaklardan beslenmişlerdir.

İslam’ın hayata hakim olmasını büyük tehlike gören küfür ehli günümüzde de Hilâfet kavramını iyice karıştırmak için çalışmaların sürdürüyorlar. Yukarıda verdiğimiz alıntılarda;

a- Vatikan benzeri Ruhanî liderlik, bu vasıfta bir Halîfe, Hilâfet Bakanlığı, laik düzen içerisinde de Hilâfet olur, Hilâfet sisteminde de demokrasi ve cumhuriyet vardır,

b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.

a- Gündeme oturtturulmak istenen Sembolik veya ruhanî Hilâfet fikri yeni değildir.

Hilâfet kavramını karıştırmak için 1880’li yıllarında bir İngiliz diplomat ve ajan olan Wilfrid Scawen Blunt’in (1840-1992) yazdığı bir makalede ortaya atılmıştır. (Thomas W.Arnold, The Caliphate, Rautledge sh.227-228) Daha sonra W. S. Blunt ruhanî Hilâfet fikrini İslam alemine yaymak için Arap yazar Abdurrahman el-Kavakibi (1849-1902) ile irtibat kurdu. El-Kavakibi sembolik-ruhanî Hilâfet fikrini 1899 yılında yazılmış olan ‘Ummu’l-Qura’ kitabında açıkladı. Bu açıklamada şunlardan bahsetmektedir:

“İslam dünyasının ve Arapların tekrar derlenip toparlanmaları, Mekke’de Kureyş asıllı bir Halîfenin belirlenmesi ile olur. Bu yeni düzenlemeye göre siyâset ve ruhanî otorite ayrı olmalıdır. Ve Halîfe sadece ruhanî otoriteye sahip olmalıdır. Halîfe, özel bir şurâ tarafından denetlenmeli ve her üç yılda bir seçilmeli.’ (Ummu’l-Qura sh. 227)

Rahmi Koç ve diğerlerinin üzerinde durdukları, farklı yerlerde ve farklı üsluplarla gündeme getirdikleri Hilâfet konusunun bu görüşten farklı olduğunu söylemek mümkün değildir.

İngilizler, Mithat Paşa yolu ile 2. Abdülhamid zamanında anayasa değişikliğine gidilerek Halîfenin siyasî yetkilerden arındırılıp sadece ruhanî konumda kalması için de girişimlerde bulunmuşlardı. Yine sömürgeciler 19. yüzyılda Hilâfeti karalama ve onu saptırma amaçlı bir çok dergi ve gazete çıkartmışlardır. Ayrıca Veresman İngiliz Başkonsolosluğunda Cemaleddin Afgani ile buluşarak ‘Sembolik Hilâfet’ ve ‘Arap’ Hilâfeti’ fikrinin yayılması konusunda planlar yaptılar. (Nikki R.Keddie, An İslamic Response to Imperialism, Univ. Of California Prese, 1968, sh. 30 Sultan Abdulhamid’in hatıra defteri sh. 73)

Görüldüğü gibi ruhanî bir Hilâfet düşüncesi yeni değildir. Hilâfet Bakanlığı konusu da bundan farklı değildir. Hilâfetin bakanlıkla temsil edilmesini isteyenler ise bu konunun hiç mi hiç uzmanı olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Yani ne dediklerini kulakları duymuyor. Bakanlık demokratik sistemlerin bir ürünüdür. Bunun İslam’da kesinlikle yeri yoktur. Ayrıca bu söylem küfür sistemlerinden etkilenmedir. İslamî hayat ortadan kaldırıldıktan ve yerine küfür kanunları ve yönetim biçimleri oturtulduktan sonra, ortamdan etkilenen kişilerin gayri İslamî bir bakışla Müslümanları saptırmanın yollarını arayışlarıdır.

Bakanlık, kurulu düzene bağımlı çalışan bir vekilliktir. Yönetimi altında bulunduğu işlerden sorumlu, Cumhurbaşkanı veya kral tarafından atanmış yetkili veya nazırdır. Bu tarifin karşılığı herhalde düşündükleri bugünkü Diyânet İşlerini Hilâfet Bakanlığına dönüştürme olabilir. Ki, her hali ile bir yere bağımlı ve başkaları tarafından atanan bir kurumdur. Bunu Hilâfetle bağdaştırmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Yetkileri kısıtlanmış, atanmış, sadece belli konularda faâliyet verecek bir Hilâfet anlayışı yukarıda bahsedilen İngilizlerin görüşlerinden farklı bir şey değildir.

b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.

Bu düşüncenin bir benzerini Cemaleddin Afgani'nin İslam Birliği tarifinde görmek mümkündür:

“Benim içtenlikle istediğim, bu ülkeleri birleştiren tek otoritenin Kur’an ve onların din birliği olmasıdır. Her ülke için bir yönetim olur. Fakat bu yönetim, din birliğinden dolayı diğer ülkedeki yönetimle dayanışma bilincinde olur.”

Malezya devlet başkanının İslam birliği hakkındaki sözlerinin bundan farklı olmadığını görüyoruz.

“Malezya Başbakanı Mahathir’in yaptığı açıklamalar geniş yankı buldu. Toplantı sonucunda İslam dünyasında işbirliği önemlidir. Bugün D-8’lerin söylemlerini hatırlatan fikirler ortaya atılıyor. Konferanstan Filistin için temenni dışında somut bir teklif çıkmadı. Müslüman ülkeler ilerisi için geçerli ve yapıcı bir vizyon gösteremedi. Bütün bunlar 35 yıldır İslam Birliği, İslam BM’si, İslam NATO’su, İslam Dinarı gibi fikirleri niçin söylüyoruz. Bütün bu sorunlar İslam Konferansı’nda toplanıp dağılmayla çözülmez.” (Milli gazete 27/ekim /2003)

İslam birliği, İslam IMF’si gibi fikirlerde Cemalettin Afgani’nin görüşleri temel alınmıştır. MÜSİAD Başbakanı Erol Yarar’da bu görüşlerden etkilenmiş olmalı ki; aynı düşünceden bahsediyor.

“IBF Başkanı ve eski MÜSİAD Başbakanı Erol Yarar, Müslüman ülkelerin kendi aralarında IMF benzeri bir yapılanmaya gidebileceklerini söyledi. Yarar "Müslüman ülkeler kendi atıl kaynaklarını bir fonda toplayarak IMF benzeri bir kuruluşu oluştursalar ve yüz milyarlarca Müslüman ülkelerin kalkınmasını taahhüt etseler, bugün İslam ülkelerinin durumu nasıl olurdu? Bizler kaynak yönünden fakir değiliz. Bizler birliktelik, aksiyon, fikri çeşitlilik ve doğru istikamet yönünden fakiriz" diye konuştu.” (16 eylül 2004 Radikal)

Bu demektir ki; bugünkü İslam beldelerin bölünmüşlüğünü kabul etmektir. Ayrı ayrı yönetimlerin bulunması ve bu devletlerin kabulü parçalanmışlığı onaylamaktır. Parçalanmış devletlerin ekonomisi de parçalanmış demektir. Bu halde şekli bir birlikteliğin parçalanmışlığın dışında ne anlamı olabilir?!.

Kökünü İngilizlerden almış, bayraktarlığını Afgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın yaptığı ve günümüze kadar gelen bu ekolün yeniden canlandırılmaya çalışıldığı, yazarların ve bazı kişilerin bu hastalığın müptelası olduğu, Müslümanlarında bu etkinin altında kaldığı ortadadır. Kasıtlı ve manalı üretilen bu gibi düşünceler, İslam’a ve Müslümanlara düşman olanlar tarafından üretilmektedir. Maksatları ise; Müslümanların bu gibi fikirlerden etkilenip tek birliktelik olan Hilâfet altında birleşmelerini önlemektir.

Gerçekten Hilâfet istenmiş olsaydı, Hilâfet kendi çerçevesi içerisinde ele alınır ve onun hakkındaki hükümleri yine kaynağından alınmaya yönelinirdi. Fakat bunu yapma yerine gayri İslamî düşüncelerle hareket edildiği gayet açıktır.

Bütün bu çıkışlar ve saptırmaya yönelik çalışmalar şunu gösteriyor; Müslümanlar İslam’a yönelmişlerdir. İslam’dan kaynaklanan hükümleri hayatlarında tatbik etme arzuları kabarmaya başlamıştır. Bu bazda İslam Devleti düşüncesinin de gün geçtikce ümmet içerisinde yayıldığını görüyoruz. Bu yöneliş kafirler için bir korku unsurudur. Önlemenin yolu ise saptırmaktır.

Müslümanlar olarak kafirlerin hazırlayıp çeşitli şeklerde, değişik kişilerle İslam alemine pazarladığı sapık fikirlerden etkilenmemek ve tuzaklarına düşmemek için uyanık olmak zorundayız. Bunun için de bu düşüncelerin nereden ve nasıl geldiğini bilmemiz gerektiği gibi Hilâfetin mana ve muhtevasını bilmekte o kadar önemlidir.

Müslümanlarda şu günlerde İslam’a artan meyillerinin önüne geçilmek istendiği gibi kaynaklarına yönelmelerinin önlenilmesi isteniyor.

Gerçekten ümmet bir çıkış yapmıştır. O da İslamî hayata yöneliştir. Bu yönelişte artık kapitalizme, demokrasiye, laikliğe yer yoktur. Müslümanlar İslam’ı anlamak ve onunla hükmolunmak istiyorlar. Düşmanlar bundan dolayı saptırmalarla ümmetin önünü kesmek istiyorlar.

Ümmet Hilâfet konusunda aydınlanmak istiyor. Bunu yapacak olanlar bu işin içinde olan İslam davetçilerinin işidir. Bu noktada Hilâfet konusunun açıklanmasına gerek vardır.

Hilâfet; tarifini, yapısının şeklini şer’î hükümlerden almıştır. Hilâfet; İslam şeriâtının hükümlerini hakim kılması ve İslam Davetinin tüm insanlığa taşınması için yeryüzündeki tüm Müslümanların liderliğidir. Onda parçalanmışlık yoktur, Hilâfet tekdir.

Devlet, toplum ve hayat için düşünce ve metod bütünlüğüne sahip olması yönüyle İslâm, devlet ve yönetim kavramlarını kendisinin ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Bu nedenle İslâm, Müslümanlara İslâm Devletini ve İslâm yönetimini ikame edip İslâm’ın hükümleri ile hükmetmelerini emretmiştir. Bu çerçevede, Kuran-ı Kerim'de, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini emreden "Hüküm" ve "Sultan"a ilişkin onlarca âyet yer almaktadır.

"Allah'a itâat edin, Rasûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa 59)

"Onu, Rasul’e ve onlardan olan ulu'l emre götürselerdi." (Nisa 83)

İslâm’da yönetim sistemi, devletin şeklini, vasıflarını, ilke ve temellerini, yönetim organlarını devletin üzerine bina edildiği esasları açıkça ortaya koyduğu gibi, tüm problemlerin çözümünün üretildiği düşünce, kavram ve ölçülerle uygulanacak anayasa ve yasaları da açıkça ortaya koyan bir sistemdir.

İslâm’ın yönetim nizamı ve devlet şekli tam anlamı ile özgün bir sistemdir. Bu nizam, dünya üzerindeki tüm sistemlerden gerek esas ve kurumları açısından ve gerekse sorunların halledildiği fikir, kavram ve ölçüler açısından farklılık arzeder. Yönetimin temsil ettiği şekiller, uygulanan anayasa ve kanunlar açısından da farklılıklar söz konusudur.

İslam’da yönetim şeklinin Hilâfet olduğu delillerde izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır: Müslim, Ebu Hazim'den şu hadisi rivayet eder: "Hişam b. Urve ve Ebu Salih, Ebu Hureyre'den o da Rasulullah'tan şunu rivayet etmiştir:

"Ebu Hüreyre ile beş sene beraber bulundum. Bana Rasulullah (s.a.v.)'den şunu işittiğini söyledi: "İsrail oğulları Nebîler tarafından siyaset (idare) edilirdi. Bir Nebî öldüğünde onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık Nebî yoktur. Ancak bir çok Halifeler olacaktır. Oradakiler dediler ki: “Bu durumda bize ne emredersin?” Dedi ki: “İlk biat edilene vefakar olun ve ona karşı olan görevlerinizi yerine getirin. Muhakkak ki Allah size karşı görevlerini yerine getirip getirmediklerini onlardan soracaktır.” (Buhari, 3196; Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619)

Bu ve diğer delillerde Hilâfetin soyut bir ifade değil aksine şeriatı uygulamak için var olan tek sulta olduğunu gösteriyor. Yönetimde ortaklık ve paylaşımcılığa yer olmadığını şu hadis beyan ediyor:

Müslim’in, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiği hadiste Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İki Halife’ye biat edildiğinde ikincisini öldürün.” (Müslim, 3444)

İslâm’da yönetim nizamı, her bir vilâyetin yerel yönetiminin özerk olduğu, genel idare sisteminin ise federal vilâyetlerin birleşmesi ile oluştuğu federal sistemle de benzerlik göstermez. Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet nizamıdır. İslâm Devleti için batıda Marekeş ne ise doğuda Horasan da odur. Bir an Hilâfet merkezinin Kahire'de olduğunu var sayarsak Feyyum kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı mesâfededir. İslâm Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi tek bir bütçe ve maliyedir. Bu bütçe, tüm tebâanın faydası esas alınarak harcanır. Vilâyetlerin bu uygulamada birbirine herhangi bir imtiyazı yoktur. İslâm’da yönetim nizamı kesinlikle Cumhuriyet değildir. Zira Cumhuriyet düzeninde sistem, egemenliğin halka ait olduğu demokrasi fikri üzerine kurulmuştur. Buna göre, halkın bizzat kendisi yasama ve yönetim hakkının sahibidir. Halk, yöneticiyi seçme, azletme, anayasa ve kanun yapma ya da mevcut anayasa ve kanunları değiştirip kaldırma hakkına sahiptir.

Halbuki İslâmî yönetim nizamında İslâm akidesi ve şer'î hükümler nizamın temelini oluştururlar. Bu nedenle İslâmi yönetim sisteminde egemenlik halkın değil, şeriatındır.

Hilâfet, karşılıklı rıza ve tercihe dayanan bir akittir. Böylece hiçbir kimse kendisine Hilâfet yetkisi verilmedikçe Halîfe olmaz.

Halîfe devlettir. Devlete ait bütün yetkilere sahiptir. Halife benimsediği hükümleri yürürlüğe koyar, devletin dahili ve harici işlerinden o sorumludur, yabancı elçileri kabul eder veya reddeder, muavin ve valileri tayin ve azleder, başkadıyı, daire müdürlerini, ordu komutanlarını, alay emirlerini tayin ve azleder, devlet bütçesinin gereğine göre dağıtılacağı şeri hükümleri benimser, egemenlik ancak şeriata aittir.

İslam’da devletin manası; diğer sistemlerdeki devlet manasından farklıdır. İslam’da devlet kelimesi ile kast olunan ancak sulta sahibi ve yönetim sahibidir. Devletin yetkileri sultanın (otorite sahibinin) yetkileridir. Mademki sultayı yüklenen Halîfedir, onun için Halîfe devlettir. “Halîfe devlettir” sözü bundan dolayıdır.

Rasûlullah (sav), Medine’de İslam Devletini kurunca otoriteyi üzerine almıştı. Otorite ile tüm yetkiler ona aitti. Bu durum, Rasûlullah (sav) Refiki alaya göçesiye kadar hayatı boyunca böyle devam etti. Ondan sonra Raşid Halîfeler geldiler. Onlardan her bir Halîfe otoritenin tamamını üzerine alıyor ve otorite ile ilgili yetkilerin tamamına sahip oluyordu. İşte bu Halîfenin devlet olduğuna dair delillerden bir delildir.

Hilâfet müminlerin emirliğidir. Masiyetle emretmediği müddetince ona itaat etmek farzdır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Kim emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin. Zira sultadan bir karış dışarı çıkan ancak cahiliyye ölümü ile ölür.” (Müslim)

Görüldüğü gibi Hilâfet kendine özgü bir yönetim sistemidir. Bunun dışında başka yerlerde devlet arayışına gitmek veya başka sistemlerle bağdaştırmaya çalışmak yanlıştır.

İslam ümmetinin bu hususta İslamî duyarlılığını göstereceğini umuyoruz. Allah, samimi bir şekilde İslam’ı hayata hakim kılmak isteyen ve onlara yardımcı olanların yardımcısı olsun…

Allah, İslam ümmetini bugün içerisinde bulunduğu halden kurtarıp Hilâfetle nurlandırsın… Amin.

S O N

 

YIL 16  SAYI 184  SAFER/R.EVVEL 1426 NİSAN 2005

Yukarı