2- Hilâfet konusunun saptırılması ve başka sistemler
altında düşünülmesi:
İslam davasının sahiplenilmesinin önüne geçemeyen ve bu direnci
kıramayan küfür düzenleri ikinci planlarını devreye koydular. O
da İslam düşüncesine saldırıdır. Ümmetin İslamî fikirlerle
tekrar donanmasının önüne geçmek için İslamî fikirleri aslından
uzaklaştırmak ve fikirleri karıştırmak hedef edinilmiştir.
Hilâfet konusu da bunlardan bir tanesidir. Ümmetin Hilâfet
hakkında yanlış bilgilendirilmesi veya Hilâfete yanlış kılıflar
geçirilmesi konusu yeni değildir.
Bu işi sömürgeci kafirler Hilâfeti yıkmak, onu ortadan kaldırmak
için asırlardır uğraştıkları dönem içerisinde ortaya attılar.
Savaşlarla yıkılamayan İslam Devleti ancak kavram kargaşası
neticesinde yıkılabildi. Hilâfet, siyasî olma yerine ruhanî bir
makam, ümmetin tümünü kapsayıcı yerine bir kavmin egemenliğinin
güç simgesi, zamanını doldurmuş bir yapılanma görünümü
içerisinde eritildi.
Ankara’da kurulan karton hükümetin kurucularından K. Atatürk
Hilâfet konusunda şunları söylüyordu:
“Halifelik makamı da bütün İslam aleminin ruh ve vicdanının ve
imanının birleşim noktası, İslam kalplerine ferahlık verebilecek
bir şeref ve yücelikle tecelli edecektir.” (Hasan Hüseyin
Ceylan/Cumhuriyet Dönemi s. 50)
Hilâfet bu yolla ruhanî bir çizgiye oturtturulmuş ve tehditler
altında, saltanatı Hilâfetten ayıran kanunla (2 Kasım 1922’de)
TC Millet Meclisine devredilmiştir. Böylece istenilen olmuş
Hilâfet sultadan ayrılarak ruhanî ve sembolik bir makama
dönüştürülmüştür. Her ne kadar itiraz edenler olsa da vazifesi
belirlenmeden Abdülmecid Efendi Halîfe olarak ilan edilmiştir.
3 Mart 1924’te Mecliste Hilâfetin kaldırılması konusunda yapılan
tartışmalarda saptırmalara gidilmiştir. Mustafa Kemal ve Prof.
Seyyid Beyin yaptıkları konuşmalara bakıldığında İngiliz
istihbarat elemanı olan müsteşrik Thomas W. Arnold’un 1924’te
ilk baskısı yapılan The Caliphate (Hilâfet) adlı kitabı ile
içerik bakımından bir paralellik arzettiğini görüyoruz. Yine bir
benzeri 1925 yılında Mısır’da Şeyh Ali Abdurrazik tarafından
kaleme alınan “fi’l-hilafe ve el-hükümah fi’l-İslam” adlı
kitapta geçen içerik ve üslupla da aynı doğrultuda olduğunu
görüyoruz. Bu da gösteriyor ki; dün de, bugün de İslam
düşmanları Hilâfet düşüncesi noktasında aynı kaynaklardan
beslenmişlerdir.
İslam’ın hayata hakim olmasını büyük tehlike gören küfür ehli
günümüzde de Hilâfet kavramını iyice karıştırmak için
çalışmaların sürdürüyorlar. Yukarıda verdiğimiz alıntılarda;
a- Vatikan benzeri Ruhanî liderlik, bu vasıfta bir Halîfe,
Hilâfet Bakanlığı, laik düzen içerisinde de Hilâfet olur,
Hilâfet sisteminde de demokrasi ve cumhuriyet vardır,
b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı
verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.
a- Gündeme oturtturulmak istenen Sembolik veya ruhanî Hilâfet
fikri yeni değildir.
Hilâfet kavramını karıştırmak için
1880’li yıllarında bir İngiliz diplomat ve ajan olan Wilfrid
Scawen Blunt’in (1840-1992) yazdığı bir makalede ortaya
atılmıştır. (Thomas W.Arnold, The Caliphate, Rautledge sh.227-228)
Daha sonra W. S. Blunt ruhanî Hilâfet fikrini İslam alemine
yaymak için Arap yazar Abdurrahman el-Kavakibi (1849-1902) ile
irtibat kurdu. El-Kavakibi sembolik-ruhanî Hilâfet fikrini 1899
yılında yazılmış olan ‘Ummu’l-Qura’ kitabında açıkladı. Bu
açıklamada şunlardan bahsetmektedir:
“İslam dünyasının ve Arapların tekrar derlenip toparlanmaları,
Mekke’de Kureyş asıllı bir Halîfenin belirlenmesi ile olur. Bu
yeni düzenlemeye göre siyâset ve ruhanî otorite ayrı olmalıdır.
Ve Halîfe sadece ruhanî otoriteye sahip olmalıdır. Halîfe, özel
bir şurâ tarafından denetlenmeli ve her üç yılda bir seçilmeli.’
(Ummu’l-Qura sh. 227)
Rahmi Koç ve diğerlerinin üzerinde durdukları, farklı yerlerde
ve farklı üsluplarla gündeme getirdikleri Hilâfet konusunun bu
görüşten farklı olduğunu söylemek mümkün değildir.
İngilizler, Mithat Paşa yolu ile 2. Abdülhamid zamanında anayasa
değişikliğine gidilerek Halîfenin siyasî yetkilerden arındırılıp
sadece ruhanî konumda kalması için de girişimlerde
bulunmuşlardı. Yine sömürgeciler 19. yüzyılda Hilâfeti karalama
ve onu saptırma amaçlı bir çok dergi ve gazete çıkartmışlardır.
Ayrıca Veresman İngiliz Başkonsolosluğunda Cemaleddin Afgani ile
buluşarak ‘Sembolik Hilâfet’ ve ‘Arap’ Hilâfeti’ fikrinin
yayılması konusunda planlar yaptılar. (Nikki R.Keddie, An
İslamic Response to Imperialism, Univ. Of California Prese,
1968, sh. 30 Sultan Abdulhamid’in hatıra defteri sh. 73)
Görüldüğü gibi ruhanî bir Hilâfet düşüncesi yeni değildir.
Hilâfet Bakanlığı konusu da bundan farklı değildir. Hilâfetin
bakanlıkla temsil edilmesini isteyenler ise bu konunun hiç mi
hiç uzmanı olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Yani ne
dediklerini kulakları duymuyor. Bakanlık demokratik sistemlerin
bir ürünüdür. Bunun İslam’da kesinlikle yeri yoktur. Ayrıca bu
söylem küfür sistemlerinden etkilenmedir. İslamî hayat ortadan
kaldırıldıktan ve yerine küfür kanunları ve yönetim biçimleri
oturtulduktan sonra, ortamdan etkilenen kişilerin gayri İslamî
bir bakışla Müslümanları saptırmanın yollarını arayışlarıdır.
Bakanlık, kurulu düzene bağımlı çalışan bir vekilliktir.
Yönetimi altında bulunduğu işlerden sorumlu, Cumhurbaşkanı veya
kral tarafından atanmış yetkili veya nazırdır. Bu tarifin
karşılığı herhalde düşündükleri bugünkü Diyânet İşlerini Hilâfet
Bakanlığına dönüştürme olabilir. Ki, her hali ile bir yere
bağımlı ve başkaları tarafından atanan bir kurumdur. Bunu
Hilâfetle bağdaştırmak saçmalıktan başka bir şey değildir.
Yetkileri kısıtlanmış, atanmış, sadece belli konularda faâliyet
verecek bir Hilâfet anlayışı yukarıda bahsedilen İngilizlerin
görüşlerinden farklı bir şey değildir.
b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı
verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.
Bu düşüncenin bir benzerini Cemaleddin Afgani'nin İslam Birliği
tarifinde görmek mümkündür:
“Benim içtenlikle istediğim, bu ülkeleri birleştiren tek
otoritenin Kur’an ve onların din birliği olmasıdır. Her ülke
için bir yönetim olur. Fakat bu yönetim, din birliğinden dolayı
diğer ülkedeki yönetimle dayanışma bilincinde olur.”
Malezya devlet başkanının İslam birliği hakkındaki sözlerinin
bundan farklı olmadığını görüyoruz.
“Malezya Başbakanı Mahathir’in yaptığı açıklamalar geniş yankı
buldu. Toplantı sonucunda İslam dünyasında işbirliği önemlidir.
Bugün D-8’lerin söylemlerini hatırlatan fikirler ortaya
atılıyor. Konferanstan Filistin için temenni dışında somut bir
teklif çıkmadı. Müslüman ülkeler ilerisi için geçerli ve yapıcı
bir vizyon gösteremedi. Bütün bunlar 35 yıldır İslam Birliği,
İslam BM’si, İslam NATO’su, İslam Dinarı gibi fikirleri niçin
söylüyoruz. Bütün bu sorunlar İslam Konferansı’nda toplanıp
dağılmayla çözülmez.” (Milli gazete 27/ekim /2003)
İslam birliği, İslam IMF’si gibi fikirlerde Cemalettin
Afgani’nin görüşleri temel alınmıştır. MÜSİAD Başbakanı Erol
Yarar’da bu görüşlerden etkilenmiş olmalı ki; aynı düşünceden
bahsediyor.
“IBF Başkanı ve eski MÜSİAD Başbakanı Erol Yarar, Müslüman
ülkelerin kendi aralarında IMF benzeri bir yapılanmaya
gidebileceklerini söyledi. Yarar "Müslüman ülkeler kendi atıl
kaynaklarını bir fonda toplayarak IMF benzeri bir kuruluşu
oluştursalar ve yüz milyarlarca Müslüman ülkelerin kalkınmasını
taahhüt etseler, bugün İslam ülkelerinin durumu nasıl olurdu?
Bizler kaynak yönünden fakir değiliz. Bizler birliktelik,
aksiyon, fikri çeşitlilik ve doğru istikamet yönünden fakiriz"
diye konuştu.” (16 eylül 2004 Radikal)
Bu demektir ki; bugünkü İslam beldelerin bölünmüşlüğünü kabul
etmektir. Ayrı ayrı yönetimlerin bulunması ve bu devletlerin
kabulü parçalanmışlığı onaylamaktır. Parçalanmış devletlerin
ekonomisi de parçalanmış demektir. Bu halde şekli bir
birlikteliğin parçalanmışlığın dışında ne anlamı olabilir?!.
Kökünü İngilizlerden almış, bayraktarlığını Afgani, Muhammed
Abduh ve Reşid Rıza’nın yaptığı ve günümüze kadar gelen bu
ekolün yeniden canlandırılmaya çalışıldığı, yazarların ve bazı
kişilerin bu hastalığın müptelası olduğu, Müslümanlarında bu
etkinin altında kaldığı ortadadır. Kasıtlı ve manalı üretilen bu
gibi düşünceler, İslam’a ve Müslümanlara düşman olanlar
tarafından üretilmektedir. Maksatları ise; Müslümanların bu gibi
fikirlerden etkilenip tek birliktelik olan Hilâfet altında
birleşmelerini önlemektir.
Gerçekten Hilâfet istenmiş olsaydı, Hilâfet kendi çerçevesi
içerisinde ele alınır ve onun hakkındaki hükümleri yine
kaynağından alınmaya yönelinirdi. Fakat bunu yapma yerine gayri
İslamî düşüncelerle hareket edildiği gayet açıktır.
Bütün bu çıkışlar ve saptırmaya yönelik çalışmalar şunu
gösteriyor; Müslümanlar İslam’a yönelmişlerdir. İslam’dan
kaynaklanan hükümleri hayatlarında tatbik etme arzuları
kabarmaya başlamıştır. Bu bazda İslam Devleti düşüncesinin de
gün geçtikce ümmet içerisinde yayıldığını görüyoruz. Bu yöneliş
kafirler için bir korku unsurudur. Önlemenin yolu ise
saptırmaktır.
Müslümanlar olarak kafirlerin hazırlayıp çeşitli şeklerde,
değişik kişilerle İslam alemine pazarladığı sapık fikirlerden
etkilenmemek ve tuzaklarına düşmemek için uyanık olmak
zorundayız. Bunun için de bu düşüncelerin nereden ve nasıl
geldiğini bilmemiz gerektiği gibi Hilâfetin mana ve muhtevasını
bilmekte o kadar önemlidir.
Müslümanlarda şu günlerde İslam’a artan meyillerinin önüne
geçilmek istendiği gibi kaynaklarına yönelmelerinin önlenilmesi
isteniyor.
Gerçekten ümmet bir çıkış yapmıştır. O da İslamî hayata
yöneliştir. Bu yönelişte artık kapitalizme, demokrasiye,
laikliğe yer yoktur. Müslümanlar İslam’ı anlamak ve onunla
hükmolunmak istiyorlar. Düşmanlar bundan dolayı saptırmalarla
ümmetin önünü kesmek istiyorlar.
Ümmet Hilâfet konusunda aydınlanmak istiyor. Bunu yapacak
olanlar bu işin içinde olan İslam davetçilerinin işidir. Bu
noktada Hilâfet konusunun açıklanmasına gerek vardır.
Hilâfet; tarifini, yapısının şeklini şer’î hükümlerden almıştır.
Hilâfet; İslam şeriâtının hükümlerini hakim kılması ve İslam
Davetinin tüm insanlığa taşınması için yeryüzündeki tüm
Müslümanların liderliğidir. Onda parçalanmışlık yoktur,
Hilâfet tekdir.
Devlet, toplum ve hayat için düşünce ve metod bütünlüğüne sahip
olması yönüyle İslâm, devlet ve yönetim kavramlarını kendisinin
ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Bu nedenle İslâm, Müslümanlara
İslâm Devletini ve İslâm yönetimini ikame edip İslâm’ın
hükümleri ile hükmetmelerini emretmiştir. Bu çerçevede, Kuran-ı
Kerim'de, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini emreden
"Hüküm" ve "Sultan"a ilişkin onlarca âyet yer almaktadır.
"Allah'a itâat edin, Rasûl’e itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de." (Nisa 59)
"Onu, Rasul’e ve onlardan olan ulu'l emre götürselerdi."
(Nisa 83)
İslâm’da yönetim sistemi, devletin şeklini, vasıflarını, ilke ve
temellerini, yönetim organlarını devletin üzerine bina edildiği
esasları açıkça ortaya koyduğu gibi, tüm problemlerin çözümünün
üretildiği düşünce, kavram ve ölçülerle uygulanacak anayasa ve
yasaları da açıkça ortaya koyan bir sistemdir.
İslâm’ın yönetim nizamı ve devlet şekli tam anlamı ile özgün bir
sistemdir. Bu nizam, dünya üzerindeki tüm sistemlerden gerek
esas ve kurumları açısından ve gerekse sorunların halledildiği
fikir, kavram ve ölçüler açısından farklılık arzeder. Yönetimin
temsil ettiği şekiller, uygulanan anayasa ve kanunlar açısından
da farklılıklar söz konusudur.
İslam’da yönetim şeklinin Hilâfet olduğu delillerde izaha
ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır: Müslim, Ebu Hazim'den şu
hadisi rivayet eder: "Hişam b. Urve ve Ebu Salih, Ebu
Hureyre'den o da Rasulullah'tan şunu rivayet etmiştir:
"Ebu
Hüreyre ile beş sene beraber bulundum. Bana Rasulullah
(s.a.v.)'den şunu işittiğini söyledi: "İsrail oğulları
Nebîler tarafından siyaset (idare) edilirdi. Bir Nebî öldüğünde
onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık Nebî yoktur.
Ancak bir çok Halifeler olacaktır. Oradakiler dediler ki:
“Bu durumda bize ne emredersin?” Dedi ki: “İlk biat edilene
vefakar olun ve ona karşı olan görevlerinizi yerine getirin.
Muhakkak ki Allah size karşı görevlerini yerine getirip
getirmediklerini onlardan soracaktır.” (Buhari, 3196;
Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619)
Bu
ve diğer delillerde Hilâfetin soyut bir ifade değil aksine
şeriatı uygulamak için var olan tek sulta olduğunu gösteriyor.
Yönetimde ortaklık ve paylaşımcılığa yer olmadığını şu hadis
beyan ediyor:
Müslim’in, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiği hadiste Rasul
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İki
Halife’ye biat edildiğinde ikincisini öldürün.” (Müslim,
3444)
İslâm’da yönetim nizamı, her bir vilâyetin yerel yönetiminin
özerk olduğu, genel idare sisteminin ise federal vilâyetlerin
birleşmesi ile oluştuğu federal sistemle de benzerlik göstermez.
Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet nizamıdır. İslâm
Devleti için batıda Marekeş ne ise doğuda Horasan da odur. Bir
an Hilâfet merkezinin Kahire'de olduğunu var sayarsak Feyyum
kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı mesâfededir. İslâm
Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi tek bir bütçe ve
maliyedir. Bu bütçe, tüm tebâanın faydası esas alınarak
harcanır. Vilâyetlerin bu uygulamada birbirine herhangi bir
imtiyazı yoktur. İslâm’da yönetim nizamı kesinlikle Cumhuriyet
değildir. Zira Cumhuriyet düzeninde sistem, egemenliğin halka
ait olduğu demokrasi fikri üzerine kurulmuştur. Buna göre,
halkın bizzat kendisi yasama ve yönetim hakkının sahibidir.
Halk, yöneticiyi seçme, azletme, anayasa ve kanun yapma ya da
mevcut anayasa ve kanunları değiştirip kaldırma hakkına
sahiptir.
Halbuki İslâmî yönetim nizamında İslâm akidesi ve şer'î hükümler
nizamın temelini oluştururlar. Bu nedenle İslâmi yönetim
sisteminde egemenlik halkın değil, şeriatındır.
Hilâfet, karşılıklı rıza ve tercihe dayanan bir akittir. Böylece
hiçbir kimse kendisine Hilâfet yetkisi verilmedikçe Halîfe
olmaz.
Halîfe devlettir. Devlete ait bütün yetkilere sahiptir. Halife
benimsediği hükümleri yürürlüğe koyar, devletin dahili ve harici
işlerinden o sorumludur, yabancı elçileri kabul eder veya
reddeder, muavin ve valileri tayin ve azleder, başkadıyı, daire
müdürlerini, ordu komutanlarını, alay emirlerini tayin ve
azleder, devlet bütçesinin gereğine göre dağıtılacağı şeri
hükümleri benimser, egemenlik ancak şeriata aittir.
İslam’da devletin manası; diğer sistemlerdeki devlet manasından
farklıdır. İslam’da devlet kelimesi ile kast olunan ancak sulta
sahibi ve yönetim sahibidir. Devletin yetkileri sultanın
(otorite sahibinin) yetkileridir. Mademki sultayı yüklenen
Halîfedir, onun için Halîfe devlettir. “Halîfe devlettir”
sözü bundan dolayıdır.
Rasûlullah (sav), Medine’de İslam Devletini kurunca otoriteyi
üzerine almıştı. Otorite ile tüm yetkiler ona aitti. Bu durum,
Rasûlullah (sav) Refiki alaya göçesiye kadar hayatı boyunca
böyle devam etti. Ondan sonra Raşid Halîfeler geldiler. Onlardan
her bir Halîfe otoritenin tamamını üzerine alıyor ve otorite ile
ilgili yetkilerin tamamına sahip oluyordu. İşte bu Halîfenin
devlet olduğuna dair delillerden bir delildir.
Hilâfet müminlerin emirliğidir. Masiyetle emretmediği müddetince
ona itaat etmek farzdır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kim
emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin. Zira sultadan
bir karış dışarı çıkan ancak cahiliyye ölümü ile ölür.”
(Müslim)
Görüldüğü gibi Hilâfet kendine özgü bir yönetim sistemidir.
Bunun dışında başka yerlerde devlet arayışına gitmek veya başka
sistemlerle bağdaştırmaya çalışmak yanlıştır.
İslam ümmetinin bu hususta İslamî duyarlılığını göstereceğini
umuyoruz. Allah, samimi bir şekilde İslam’ı hayata hakim kılmak
isteyen ve onlara yardımcı olanların yardımcısı olsun…
Allah, İslam ümmetini bugün içerisinde bulunduğu halden kurtarıp
Hilâfetle nurlandırsın… Amin.
S O N