Ana Sayfa YIL 16  SAYI 184  SAFER/R.EVVEL 1426  NİSAN 2005 E-Mail

MÜSLÜMANLARIN VAKIASI VE YAPILMASI GEREKEN ÇALIŞMA

2. Bölüm

C. SELÇUK

Şu zamanenin yöneticileri, Resûl (sav)’in sünnetini terk eden ve hidâyetinden uzaklaşan kimselerdir. Günahlar çığ gibi yayılmakta, haramlar çiğnenmekte, ribâ mubâh sayılmakta, zulüm her tarafı sarmakta, Allah’ın korusu mubâh görülmekte ve tıpkı Resulullah (sav)’in haklarında bildirdiği gibi insanların boyunlarına dikilen kimseler ahmak yöneticiler olmaktadır.

“İnsanlar üzerine öyle aldatıcı, hilekâr zamanlar gelecektir ki, o zamanda yalan söyleyen kimse doğrulanacak, doğru söyleyen kimse yalanlanacaktır. Hâin kimse güvenilir sayılacak, güvenilir kimse hâin sayılacaktır. O zamanda Ruveybidalar konuşacaktır. “Ruveybida da nedir?” Diye soruldu. “Kamuoyu adına konuşan ahmak ve adi kişidir” cevabını verdi.” (İbn-u Mâce)

Ümmet bu dönemde çöküntüye ve dumura uğramış, zayıflamış, zelil hale gelmiş, kara bulutlar gibi üzerine yeislik çökmüştür. Hatta kendisine ve yöneticilerine olan güvenini kaybetmiş, bir avuç Yahudi önünde dilsiz ve sağır bir şekilde şaşırarak dona kalmıştır. Zaten bunun da meydana gelmesi garip değildir. Çünkü Âleyhissalâti Vesselâm Rabbisinden rivâyetinde şöyle buyurmuştur:

“Kim ki, beni bilir ve bana isyân ederse, üzerine beni bilmeyen ve benden korkmayan kimseleri musallat ederim.”

Dolayısıyla Allah-u Teala, üzerimize musallat olmaları amacıyla yahudi’leri getirmiştir. Onların üzerimize musallat olmaları Allah’ın kerîm kulları olmalarından dolayı değil, bilakis daha önce de belirttiği gibi; “O’nu bilmemeleri”nden dolayıdır. Böylece onların tasallutları rahmetten hâli, haktan uzak, şiddetli ve acımasız olsun. Ayrıca içerisinde zelilliğin ve boyunduruğun bulunmasından dolayı, hem bu dünyada bizim için bir ceza hem de hor ve hakirlik olsun. Nebî (sav)’in sünnetinden ve hidâyetinden uzak kaldığımız sürece, Âleyhissalâtü vesselâmın şu sözünden dolayı ömür boyu onlardan ve diğerlerinden korkacağız.

“Size öyle bir şey bıraktım ki, ona tutunduğunuz müddetçe asla sapmazsınız: Allah’ın kitâbı ve benim sünnetim. Siz eğer benim sünnetimi terkederseniz, Allah üzerinize kendisinden korkmayan ve size merhamet etmeyen kimseleri musallat eder. Siz benim sünnetime dönmedikçe, kalplerinizden onların korkusu sökülüp alınmaz.” (Malik, İbn-u Abdilbirr)

Bizim kurtuluşumuz ancak O’nun sünnetine dönmekle olacaksa, o zaman daha ne bekliyoruz? Hala Müslümanların prangaları kırma, uykularından silkinme, gafletleri üzerlerinden atma, yüzlerinden zillet damgasını silme zamanı gelmedi mi? Rablerinin vadine karşılık zâlim kâfirlerin tehdidin hiç bir değeri olmadığını daha görmeyecekler mi? Kitap ve sünnete yönelerek, içerisinde getirilenlere tutunmak, onları öğrenmek ve insanlara öğretmek, onları o ikisiyle amel etmeye teşvik etmekle Kitap ve sünneti diriltmeyecekler mi? Hevâ ve hevesinden konuşmayan Kerîm Resûl’ümüz bize şöyle emretmiştir:

“Muhakkak ki, Kitap ve otorite birbirinden ayrılacaklardır. Siz Kitap’tan ayrılmayınız! Ancak ne var ki, sizin üzerinizde saptırıcı yöneticiler olacaklardır. Kendileri için hükmettikleri şeye sizin için hükmetmeyeceklerdir. Eğer onlara isyân ederseniz, sizi öldürecekler, eğer onlara itâat ederseniz, sizi dalâlete saptıracaklardır. Ashâb: “Ya Resulullah! Nasıl yapmalıyız?” diye sordu. Oda: İsâ’nın ashâbının yaptığı gibi yapınız. Onlar testerelerle doğranıp keresteler üzerine atılmışlardır. Allah’a itâat ederek ölmek, O’na isyân ederek ölmekten daha hayırlıdır.” (Et-Tabarânî, Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Nuaym)

Bu yüzden ne pahasına olursa olsun çalışmak gerekir. Zîra Resulullah (sav)’in bize haber verdiği dönem, hiç kuşkusuz gelecektir. Bu dönem, İslâm’ın izzetinin; Resulullah (sav)’in Nübüvvet minhacı üzere olacağını vasıfladığı, insanlar içerisinde Resûl’ün sünnetiyle hükmedecek olan Hilâfet’i ikâme etmekle İslamî hayatı başlatmak için daveti taşıyanların elleriyle olacağını çalışanlara müjdelemektedir. Yine O, bizim içerisinde yaşadığımız dönemden sonra -ki zorbacı yönetim dönemi- Hilâfet’in geleceğini bize haber vermektedir. Lâkin bu uğurda meşakkatlere duçar kalınacaktır. Resulullah (sav) bu dönemde insanlardan bir kısmının marûfu emredeceklerini ve münkerden nehyedeceklerini, eziyetlere maruz kalacaklarını, hatta durumun Müslümanların haset etmeyecekleri bir noktaya ulaşacağını bildiriyor. Âleyhissalâtü vesselâm bu bağlamda şöyle buyuruyor:

“Erkekleri çalımlı yürüdükleri ve kadınları coşup sevindikleri zaman acaba benden sonra ümmetimin hali ne olacaktır. Acaba yine onların, iki saf oluncaya kadar halleri nasıl olacaktır: Bir saf, Allah yolunda göğüslerini siper edenler olacak, diğer bir safta Allah’tan başkası için çalışan olacaktır.” (İbn-u Asâkir)

İnsanlar iki gruptur: Bir grup Allah yolunda göğüslerini kalkan edinirler, dimdik yolda durmak ve batıla düşman olmak için göğüsleriyle her türlü eziyetlere maruz kalırlar. İşte bunlar dünya ile âhiret arasını birleştirmek isteyen kimselerdir. Görevlerini bilirler, mesûliyetlerini idrak ederler. Onlar için önemli olan dinlerinin ve ümmetlerinin durumudur. Çünkü yolunda her türlü eziyetlere tahammül ettikleri hak, ya Allah’a halis olur ya da Allah’ın kulları için olur. Onlar nefislerini satın alıp, onu azat ettiler, dünyayı satıp bir daha ona asla aldanmadılar, kollarını sıvayıp, bileklerini bileyip Allah’a yöneldiler. Allah’ın kitabıyla yardım isteyip Allah’ın vadine karşılık zâlimlerin tehdidini hiçe saydılar. Cennet nimetlerini dünya hayatına üstün kıldılar, marûfu emredip münkerden nehyettiler. Kendilerine muhâlefet edenler onları ilgilendirmez, o kimselere karşı Allah’ın emri gelene kadar sabrederler. Dilleri ve sözleriyle münkeri inkar etmeyen yaşayan ölülerden olmayı kabul etmezler.

Diğer bir grup ise; tamamen dünyaya yönelirler, dünya malını biriktirmek ve onun nimetlerinden faydalanmak isterler. Onları ancak kendileri ilgilendirir, Âhiretlerinden gâfildirler, şaşalı fenomenler onları aldatır, biriktirdikleri ile iftihar ederler, sahip olduklarıyla izzet bulurlar. Resulullah (sav) böyle kimseler ve onların benzerleri hakkında şöyle buyuruyor:

“Düşüncesi Allah olmadığı halde sabahlayan kimse, Allah’tan değildir. Kendisini dünyaya adayan kimseyi, Allah dünya ile başbaşa bırakır.” (Et-Tabarânî, İbn-u Hibbân)

O, hayatın anlamını bilmez, bildiği tek şey bedensel isteklerdir, amelinin bir ölçüsü yoktur, yegane ölçüsü maddî menfaâtlerdir. Eğer kendisine bir hayır isâbet ederse, bununla mutmain olur. Eğer kendisine bir fitne isâbet ederse yüz ifadesi değişir, hem dünyasını hem de ahiretini kaybeder. İşte gerçek hüsran budur. Bu kimseler, Allah’tan başkası için çalışırlar. Büyük pay elde etmek için başkalarına çalışırlar, geçiçi dünya nimetlerini, daimî olan cennet nimetlerine tercih ederler. Başkalarının dünyasına karşılık kendi ahiretlerini satarlar. Hem onlar hem de yöneticileri amelce en büyük hüsrana uğrayan kimselerdir. Bu kimselerin dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar yaptıkları işin güzel olduğunun sanarlar. Bu dönemin ne zaman biteceğine gelince; bunu ancak Allah bilir. Çünkü biz hadisi anlamamızdan dolayı içerisinde bulunduğumuz dönemi biliriz. Lakin kendisinden sonraki dönemin ne zaman biteceğini ve ne zaman başlayacağını bilmek, bizim kudretimiz içerisinde değildir. Ama gün geçtikçe gecesi uzayan, gölgesi ağırlaşan bu dönemin sonunu çabuklaştırmak için çalışırız. Âlemlerin Rabbinden azim ilham etmesini temenni eder ve O’nun rızasını umarız. Kuşkusuz O, çalışanları mükafatlandırır. Âleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurdu:

“Şu sarhoşluk verecek işi şey olmasaydı siz Rabbinizden bir beyyine üzerine olurdunuz: cahillik sarhoşluğu ve yaşamı sevme sarhoşluğu. Siz marufu emredecek, münkerden nehyedecek ve Allah yolunda cihad edeceksiniz. Dünya sevgisi olduğu zaman, marufu emretmeyecek, münkerden nehyetmeyecek ve Allah yolunda cihad etmeyeceksiniz. Bu zaman da Kitâb ve sünnete kâil olanlar, Muhacirlerin ve Ensarın öncüleri gibidirler.” (El-Bezzâr, Ebû Nuaym)

Bu dönemi sona erdirmeyi çabuklaştırmak, daveti taşımaya bağlıdır. Çünkü sadece bu kimseler değişim için çalışırlar. Şayet onlar, Allah’ın kendileri için hazırladığı sevabı bir bilselerdi gecelerini uyuyarak, gündüzlerini de sükunetle geçirmezlerdi. Yine şayet Kıyâmet gününün dehşetine muttali olsalardı, ömürlerinin bir saatini dahi boşa geçirmeyi temenni etmezlerdi. Ey Müslümanlar! Onları, ümmetlerini kalkındırma yolunda karşılaştıklarıyla baş başa bırakmayınız.

Davet yüklenen kimsenin izzetli ve kuvvetli olması gerekir. Zilleti tanımayan, korkuya kapılmayan onurlu bir nefis taşır. Düşmanına yüksekten bakar, çünkü kuvvetini Aziz ve Hakim olandan almaktadır. Dünyanın şatavatına, sanki havada uçuşan güz yaprakları gibi bakar, kafirin kibrini, büyüklüğünü ve azametini hakir görür. Zîra kafir bu azametle gururlanmış ve aldanmıştır. Az bir mala kanaat eder, çok mal kazanmak için kendini zelil düşürmez. İmanıyla dünyaya egemen olup, aşırı dirençle de karşılaşsa hak üzerinde olduğunun şuurundadır. Fitneye tahammül eder, fitnenin nefsine sızmasına hiç bir alan bırakmaz. Çünkü o, Rabbisinin şu sözüne iman eder:

“Korkuya kapılıp üzülmeyin. Müminlerden iseniz üstün olan sizlersiniz.”

Daveti taşımanın kendisine pahalıya patlayacağını bilir. Bazen musibet, malına isâbet eder. Mesela branş sahibi ise işinden olur. Veya hapse düşer, dolayısıyla tacir ise ticareti atâlete uğrar veya çiftçi ise, çiftçilik işleri âtil olur. Yahut da davetine mukâvemet eden kimselerin takibatına uğrar, bu yüzdende sürekli onların şerrinden korkar. Bazen de musibet, kendisine isâbet eder, dolayısıyla hayatı yok olur gider. O, hakkı taşımaya başladığı günden itibaren hasmının maddi kuvvetini bilir. Hakka olan iman gücü hariç katındaki bütün vesileler zafiyete uğrar. Hak ise, gerçek dayanağıdır ve ondan başlanan, nihayeti de ona olan yegane kaynağıdır. Daveti taşıyan kimse, Allah-u Teala’nın şu sözüne muttali olduğu günden itibaren imtihan edileceği günü bekler:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’tan geldik ve biz O’na döneceğiz, derler.” (Bakara 155-156)

Davet taşıyıcı, fitneye maruz kalan hidâyetçilerin siretini tanır. Bu kimseler, Rablerinin takdirine teslim olmaktan başka, ezayı kendilerinden def etmeye muktedir değildiler. Bunun için bu kimseler, O’na itimadı ve tevekkülü en güzel şekilde yapıyorlardı. Onların lisan-u halleri şöyle terennüm eder:

“Bizi yolumuza hidâyet ettiği halde Allah’a tevekkül etmemek bize yakışmaz. Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah’a tevekkül etsinler.”

O kelimeyi şahâdetini söylediği tarihten itibaren Allah’ı, Resûl’ünü ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseleri kendisine dost edinir. Allah ile bağı olmayan bütün dostlukları koparır. Kelimeyi şahâdeti, ubudiyeti Allah’a has kılmayan ve Allah’ın, Resûl’üne indirdiği ile hükmetmeyen herkese bir devrim ve başkaldırı mesâbesindedir. Bu mefhûmu ile kelimeyi şahâdet, müminin hasenat kefesine konulduğu zaman, kötülükleri ne kadar çok olursa olsun kötülüklerine ağır basar. O halde o nefsinde, batılın yok edip kurutamadığı bir filiz, zayıflamayan ve yumuşamayan bir kuvvet taşımaktadır. O, Allah yolunda kurban olmanın bir modelidir. Dünyayı ahirete kıyasladığı zaman, dünyanın hakirliğini ve dünya hayatının kısalığını görür. Bu nedenle ahirete nail olmak için bu hayatı hiç gözünü kırpmadan feda eder. Çünkü o, dünya hayatını terkedip ondan daha hayırlı olana teveccüh edeceğinin bilinci içerisindedir.

“Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha 4)

Yeryüzündeki bozgunculara ve kafirlere bakar ve görünüşünde zayıf ve fakir de olsa onlar üzerine imanıyla egemenlik kurar. O, kelimeyi şehâdeti arzularken, onlar güçlü, şeref ve otorite sahibi servetdârlar olarak geberirler.

“Kafirlerin diyâr diyâr dolaşması seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir! Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikrâm olarak altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları cennetler vardır. İyi kişiler için Allah katındaki daha hayırlıdır.” (Ali İmran 197-198)

Daveti taşıyıcı bir Müslüman, nerede olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun -ki Rabbi böyle olmasını ona farz kıldı- daveti uhrevî ecir için taşır, daveti taşımada doğru sözlü olur ve davetten dolayı isâbet eden şeylere sabreder. Hiç bir kimseden daveti taşımasına karşılık bir ecir beklemez ve davetin taşınmasında da hiç bir kimseye minnet etmez. Onu sırf Allah için taşır. Hidâyete erdirerek daveti taşıma şerefini kendisine verdiğinden dolayı Allah’a minnet eder. Allah-u Teala’nın şu sözünden dolayı davetin taşınmasındaki sadâkat, daveti, canlar, aileler, mallar ve ülke üzerine takdim etmeyi gerektiriyor:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (Tevbe 24)

Şüphesiz davetin maslahatı, sürekli davetçilerin maslahatının ve can selâmetlerinin üzerinde olması gerekir ki, davetçiler niyetlerinde ve amellerinde Allah’a muhlis olarak devam etsinler, böylelikle de hasenatlarını kat kat artırsınlar. Zâlimlerin zulmü onları alıkoyamaz, nusretin gecikmesi onları hedeflerinden vazgeçiremez. Sahâbe şikâyette bulunmak üzere Resulullah (sav)’e gelerek şöyle dediler:

“(Ey Allah'ın Resûl’ü!) Bizim için yardım isteyemez misin? Bizim için duâ edemez misin?" demiştik. O şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler içinde öyle kişiler bulunmuştur ki, bir kişi tutuklanır ve onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi o çukura gömülürdü. Sonra bir testere getirilir, başı üstüne konularak ikiye bölünürdü ve demir taraklarla etinin altındaki kemik ve sinir taranılırdı da, bu onu dîninden çeviremezdi. Allâh'a yemîn ederim ki, bu İslâm dîni her halde ve muhakkak sûrette kemâle erecektir. Hatta bir süvari, San'a'dan Hadramut'a kadar gidecek, Allah'tan başka yâhut koyunu üzerine kurttun saldırması dışında hiç bir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz!" (Buhârî)

Daveti taşımadaki doğruluk, icâbet edenlerin çokluğuna veya azlığına bakmaksızın davetçiden üzerine vacip olanı eda etmeyi gerektirir. Çünkü bu kimseleri hidâyete erdirme veya sapıklığa düşürme işi, davetçinin dairesi içerisinde değildir.

“Rabbim! Dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim; fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayaklarını dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh 5-6-7)

Ve yine şöyle buyurdu:

“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık.” (Ankebût 14-15)

Mukâvemet edenlerin şiddetine veya müsamakârlıklarına aldırılmaz. Hubeyb, kendisinden önce Yezîd İbn-u Denese’nin getirildiği yere Kureyş’in gözleri ve kabîlesinin kulakları önünde asılmak için getirildiğinde, azgın zâlimler tarafına dönmeyip, sadece âlemlerin Rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:

Derim ki, partiler etrafımda toplanmışlar

Kabîlelerini çağırıyorlar, Herkesi biraraya topluyorlar

Çocuklarını, kadınlarını topladılar

Kuvvetli uzun bir kütüğe yaklaştım

Gurbetliğimi, sıkıntımı Allah’a şikâyet ederim

Partiler beni yıkılacağım yerde gözetliyorlar

Ölümden sakınacak değilim, çünkü ben zaten öleceğim

Fakat alev alev yanan cehennem ateşinden sakınırım

Müslüman olarak öldüğüm zaman bu beni ilgilendirmez

Allah için yıkılışımın hangi tarafa olacağını düşünüyorum

Düşmana boyun bükecek, yalvaracak değilim

Dönüşüm ancak Allah’adır.

Devamı gelecek sayıda…

YIL 16  SAYI 184  SAFER/R.EVVEL 1426 NİSAN 2005

Yukarı