Şu zamanenin yöneticileri, Resûl (sav)’in sünnetini terk eden ve
hidâyetinden uzaklaşan kimselerdir. Günahlar çığ gibi yayılmakta,
haramlar çiğnenmekte, ribâ mubâh sayılmakta, zulüm her tarafı
sarmakta, Allah’ın korusu mubâh görülmekte ve tıpkı Resulullah
(sav)’in haklarında bildirdiği gibi insanların boyunlarına dikilen
kimseler ahmak yöneticiler olmaktadır.
“İnsanlar üzerine öyle aldatıcı, hilekâr zamanlar gelecektir ki, o
zamanda yalan söyleyen kimse doğrulanacak, doğru söyleyen kimse
yalanlanacaktır. Hâin kimse güvenilir sayılacak, güvenilir kimse
hâin sayılacaktır. O zamanda Ruveybidalar konuşacaktır.
“Ruveybida da nedir?” Diye soruldu. “Kamuoyu adına konuşan ahmak
ve adi kişidir” cevabını verdi.” (İbn-u Mâce)
Ümmet bu dönemde çöküntüye ve dumura uğramış, zayıflamış, zelil hale
gelmiş, kara bulutlar gibi üzerine yeislik çökmüştür. Hatta
kendisine ve yöneticilerine olan güvenini kaybetmiş, bir avuç Yahudi
önünde dilsiz ve sağır bir şekilde şaşırarak dona kalmıştır. Zaten
bunun da meydana gelmesi garip değildir. Çünkü Âleyhissalâti
Vesselâm Rabbisinden rivâyetinde şöyle buyurmuştur:
“Kim ki, beni bilir ve bana isyân ederse, üzerine beni bilmeyen ve
benden korkmayan kimseleri musallat ederim.”
Dolayısıyla Allah-u Teala, üzerimize musallat olmaları amacıyla
yahudi’leri getirmiştir. Onların üzerimize musallat olmaları
Allah’ın kerîm kulları olmalarından dolayı değil, bilakis daha önce
de belirttiği gibi; “O’nu bilmemeleri”nden dolayıdır. Böylece
onların tasallutları rahmetten hâli, haktan uzak, şiddetli ve
acımasız olsun. Ayrıca içerisinde zelilliğin ve boyunduruğun
bulunmasından dolayı, hem bu dünyada bizim için bir ceza hem de hor
ve hakirlik olsun. Nebî (sav)’in sünnetinden ve hidâyetinden uzak
kaldığımız sürece, Âleyhissalâtü vesselâmın şu sözünden dolayı ömür
boyu onlardan ve diğerlerinden korkacağız.
“Size öyle bir şey bıraktım ki, ona tutunduğunuz müddetçe asla
sapmazsınız: Allah’ın kitâbı ve benim sünnetim. Siz eğer benim
sünnetimi terkederseniz, Allah üzerinize kendisinden korkmayan ve
size merhamet etmeyen kimseleri musallat eder. Siz benim sünnetime
dönmedikçe, kalplerinizden onların korkusu sökülüp alınmaz.” (Malik,
İbn-u Abdilbirr)
Bizim kurtuluşumuz ancak O’nun sünnetine dönmekle olacaksa, o zaman
daha ne bekliyoruz? Hala Müslümanların prangaları kırma,
uykularından silkinme, gafletleri üzerlerinden atma, yüzlerinden
zillet damgasını silme zamanı gelmedi mi? Rablerinin vadine karşılık
zâlim kâfirlerin tehdidin hiç bir değeri olmadığını daha
görmeyecekler mi? Kitap ve sünnete yönelerek, içerisinde
getirilenlere tutunmak, onları öğrenmek ve insanlara öğretmek,
onları o ikisiyle amel etmeye teşvik etmekle Kitap ve sünneti
diriltmeyecekler mi? Hevâ ve hevesinden konuşmayan Kerîm Resûl’ümüz
bize şöyle emretmiştir:
“Muhakkak ki, Kitap ve otorite birbirinden ayrılacaklardır. Siz
Kitap’tan ayrılmayınız! Ancak ne var ki, sizin üzerinizde saptırıcı
yöneticiler olacaklardır. Kendileri için hükmettikleri şeye sizin
için hükmetmeyeceklerdir. Eğer onlara isyân ederseniz, sizi
öldürecekler, eğer onlara itâat ederseniz, sizi dalâlete
saptıracaklardır. Ashâb: “Ya Resulullah! Nasıl yapmalıyız?” diye
sordu. Oda: İsâ’nın ashâbının yaptığı gibi yapınız. Onlar
testerelerle doğranıp keresteler üzerine atılmışlardır. Allah’a
itâat ederek ölmek, O’na isyân ederek ölmekten daha hayırlıdır.”
(Et-Tabarânî, Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Nuaym)
Bu yüzden ne pahasına olursa olsun çalışmak gerekir. Zîra Resulullah
(sav)’in bize haber verdiği dönem, hiç kuşkusuz gelecektir. Bu
dönem, İslâm’ın izzetinin; Resulullah (sav)’in Nübüvvet minhacı
üzere olacağını vasıfladığı, insanlar içerisinde Resûl’ün sünnetiyle
hükmedecek olan Hilâfet’i ikâme etmekle İslamî hayatı başlatmak için
daveti taşıyanların elleriyle olacağını çalışanlara müjdelemektedir.
Yine O, bizim içerisinde yaşadığımız dönemden sonra -ki zorbacı
yönetim dönemi- Hilâfet’in geleceğini bize haber vermektedir. Lâkin
bu uğurda meşakkatlere duçar kalınacaktır. Resulullah (sav) bu
dönemde insanlardan bir kısmının marûfu emredeceklerini ve münkerden
nehyedeceklerini, eziyetlere maruz kalacaklarını, hatta durumun
Müslümanların haset etmeyecekleri bir noktaya ulaşacağını
bildiriyor. Âleyhissalâtü vesselâm bu bağlamda şöyle buyuruyor:
“Erkekleri çalımlı yürüdükleri ve kadınları coşup sevindikleri zaman
acaba benden sonra ümmetimin hali ne olacaktır. Acaba yine onların,
iki saf oluncaya kadar halleri nasıl olacaktır: Bir saf, Allah
yolunda göğüslerini siper edenler olacak, diğer bir safta Allah’tan
başkası için çalışan olacaktır.” (İbn-u Asâkir)
İnsanlar iki gruptur: Bir grup Allah yolunda göğüslerini kalkan
edinirler, dimdik yolda durmak ve batıla düşman olmak için
göğüsleriyle her türlü eziyetlere maruz kalırlar. İşte bunlar dünya
ile âhiret arasını birleştirmek isteyen kimselerdir. Görevlerini
bilirler, mesûliyetlerini idrak ederler. Onlar için önemli olan
dinlerinin ve ümmetlerinin durumudur. Çünkü yolunda her türlü
eziyetlere tahammül ettikleri hak, ya Allah’a halis olur ya da
Allah’ın kulları için olur. Onlar nefislerini satın alıp, onu azat
ettiler, dünyayı satıp bir daha ona asla aldanmadılar, kollarını
sıvayıp, bileklerini bileyip Allah’a yöneldiler. Allah’ın kitabıyla
yardım isteyip Allah’ın vadine karşılık zâlimlerin tehdidini hiçe
saydılar. Cennet nimetlerini dünya hayatına üstün kıldılar, marûfu
emredip münkerden nehyettiler. Kendilerine muhâlefet edenler onları
ilgilendirmez, o kimselere karşı Allah’ın emri gelene kadar
sabrederler. Dilleri ve sözleriyle münkeri inkar etmeyen yaşayan
ölülerden olmayı kabul etmezler.
Diğer bir grup ise; tamamen dünyaya yönelirler, dünya malını
biriktirmek ve onun nimetlerinden faydalanmak isterler. Onları ancak
kendileri ilgilendirir, Âhiretlerinden gâfildirler, şaşalı
fenomenler onları aldatır, biriktirdikleri ile iftihar ederler,
sahip olduklarıyla izzet bulurlar. Resulullah (sav) böyle kimseler
ve onların benzerleri hakkında şöyle buyuruyor:
“Düşüncesi Allah olmadığı halde sabahlayan kimse, Allah’tan
değildir. Kendisini dünyaya adayan kimseyi, Allah dünya ile başbaşa
bırakır.” (Et-Tabarânî, İbn-u Hibbân)
O, hayatın anlamını bilmez, bildiği tek şey bedensel isteklerdir,
amelinin bir ölçüsü yoktur, yegane ölçüsü maddî menfaâtlerdir. Eğer
kendisine bir hayır isâbet ederse, bununla mutmain olur. Eğer
kendisine bir fitne isâbet ederse yüz ifadesi değişir, hem dünyasını
hem de ahiretini kaybeder. İşte gerçek hüsran budur. Bu kimseler,
Allah’tan başkası için çalışırlar. Büyük pay elde etmek için
başkalarına çalışırlar, geçiçi dünya nimetlerini, daimî olan cennet
nimetlerine tercih ederler. Başkalarının dünyasına karşılık kendi
ahiretlerini satarlar. Hem onlar hem de yöneticileri amelce en büyük
hüsrana uğrayan kimselerdir. Bu kimselerin dünya hayatındaki
çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar yaptıkları işin güzel
olduğunun sanarlar. Bu dönemin ne zaman biteceğine gelince;
bunu ancak Allah bilir. Çünkü biz hadisi anlamamızdan dolayı
içerisinde bulunduğumuz dönemi biliriz. Lakin kendisinden sonraki
dönemin ne zaman biteceğini ve ne zaman başlayacağını bilmek, bizim
kudretimiz içerisinde değildir. Ama gün geçtikçe gecesi uzayan,
gölgesi ağırlaşan bu dönemin sonunu çabuklaştırmak için çalışırız.
Âlemlerin Rabbinden azim ilham etmesini temenni eder ve O’nun
rızasını umarız. Kuşkusuz O, çalışanları mükafatlandırır.
Âleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurdu:
“Şu sarhoşluk verecek işi şey olmasaydı siz Rabbinizden bir beyyine
üzerine olurdunuz: cahillik sarhoşluğu ve yaşamı sevme sarhoşluğu.
Siz marufu emredecek, münkerden nehyedecek ve Allah yolunda cihad
edeceksiniz. Dünya sevgisi olduğu zaman, marufu emretmeyecek,
münkerden nehyetmeyecek ve Allah yolunda cihad etmeyeceksiniz. Bu
zaman da Kitâb ve sünnete kâil olanlar, Muhacirlerin ve Ensarın
öncüleri gibidirler.” (El-Bezzâr, Ebû Nuaym)
Bu dönemi sona erdirmeyi çabuklaştırmak, daveti taşımaya bağlıdır.
Çünkü sadece bu kimseler değişim için çalışırlar. Şayet onlar,
Allah’ın kendileri için hazırladığı sevabı bir bilselerdi gecelerini
uyuyarak, gündüzlerini de sükunetle geçirmezlerdi. Yine şayet
Kıyâmet gününün dehşetine muttali olsalardı, ömürlerinin bir saatini
dahi boşa geçirmeyi temenni etmezlerdi. Ey Müslümanlar! Onları,
ümmetlerini kalkındırma yolunda karşılaştıklarıyla baş başa
bırakmayınız.
Davet yüklenen kimsenin izzetli ve kuvvetli olması gerekir. Zilleti
tanımayan, korkuya kapılmayan onurlu bir nefis taşır. Düşmanına
yüksekten bakar, çünkü kuvvetini Aziz ve Hakim olandan almaktadır.
Dünyanın şatavatına, sanki havada uçuşan güz yaprakları gibi bakar,
kafirin kibrini, büyüklüğünü ve azametini hakir görür. Zîra kafir bu
azametle gururlanmış ve aldanmıştır. Az bir mala kanaat eder, çok
mal kazanmak için kendini zelil düşürmez. İmanıyla dünyaya egemen
olup, aşırı dirençle de karşılaşsa hak üzerinde olduğunun
şuurundadır. Fitneye tahammül eder, fitnenin nefsine sızmasına hiç
bir alan bırakmaz. Çünkü o, Rabbisinin şu sözüne iman eder:
“Korkuya kapılıp üzülmeyin. Müminlerden iseniz üstün olan
sizlersiniz.”
Daveti taşımanın kendisine pahalıya patlayacağını bilir. Bazen
musibet, malına isâbet eder. Mesela branş sahibi ise işinden olur.
Veya hapse düşer, dolayısıyla tacir ise ticareti atâlete uğrar veya
çiftçi ise, çiftçilik işleri âtil olur. Yahut da davetine mukâvemet
eden kimselerin takibatına uğrar, bu yüzdende sürekli onların
şerrinden korkar. Bazen de musibet, kendisine isâbet eder,
dolayısıyla hayatı yok olur gider. O, hakkı taşımaya başladığı
günden itibaren hasmının maddi kuvvetini bilir. Hakka olan iman gücü
hariç katındaki bütün vesileler zafiyete uğrar. Hak ise, gerçek
dayanağıdır ve ondan başlanan, nihayeti de ona olan yegane
kaynağıdır. Daveti taşıyan kimse, Allah-u Teala’nın şu sözüne
muttali olduğu günden itibaren imtihan edileceği günü bekler:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve
ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O
sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’tan
geldik ve biz O’na döneceğiz, derler.” (Bakara 155-156)
Davet taşıyıcı, fitneye maruz kalan hidâyetçilerin siretini tanır.
Bu kimseler, Rablerinin takdirine teslim olmaktan başka, ezayı
kendilerinden def etmeye muktedir değildiler. Bunun için bu
kimseler, O’na itimadı ve tevekkülü en güzel şekilde yapıyorlardı.
Onların lisan-u halleri şöyle terennüm eder:
“Bizi yolumuza hidâyet ettiği halde Allah’a tevekkül etmemek bize
yakışmaz. Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. Tevekkül
edenler Allah’a tevekkül etsinler.”
O kelimeyi şahâdetini
söylediği tarihten itibaren Allah’ı, Resûl’ünü ve Allah’ın
kendilerinden razı olduğu kimseleri kendisine dost edinir. Allah ile
bağı olmayan bütün dostlukları koparır. Kelimeyi şahâdeti, ubudiyeti
Allah’a has kılmayan ve Allah’ın, Resûl’üne indirdiği ile
hükmetmeyen herkese bir devrim ve başkaldırı mesâbesindedir. Bu
mefhûmu ile kelimeyi şahâdet, müminin hasenat kefesine konulduğu
zaman, kötülükleri ne kadar çok olursa olsun kötülüklerine ağır
basar. O halde o nefsinde, batılın yok edip kurutamadığı bir filiz,
zayıflamayan ve yumuşamayan bir kuvvet taşımaktadır. O, Allah
yolunda kurban olmanın bir modelidir. Dünyayı ahirete kıyasladığı
zaman, dünyanın hakirliğini ve dünya hayatının kısalığını görür. Bu
nedenle ahirete nail olmak için bu hayatı hiç gözünü kırpmadan feda
eder. Çünkü o, dünya hayatını terkedip ondan daha hayırlı olana
teveccüh edeceğinin bilinci içerisindedir.
“Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha 4)
Yeryüzündeki bozgunculara ve kafirlere bakar ve görünüşünde zayıf ve
fakir de olsa onlar üzerine imanıyla egemenlik kurar. O, kelimeyi
şehâdeti arzularken, onlar güçlü, şeref ve otorite sahibi
servetdârlar olarak geberirler.
“Kafirlerin diyâr diyâr dolaşması seni aldatmasın! Azıcık bir
menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü
varış yeridir! Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için,
Allah tarafından bir ikrâm olarak altlarından ırmaklar akan, ebedî
olarak kalacakları cennetler vardır. İyi kişiler için Allah
katındaki daha hayırlıdır.” (Ali İmran 197-198)
Daveti taşıyıcı bir Müslüman, nerede olursa olsun ve nerede
bulunursa bulunsun -ki Rabbi böyle olmasını ona farz kıldı- daveti
uhrevî ecir için taşır, daveti taşımada doğru sözlü olur ve davetten
dolayı isâbet eden şeylere sabreder. Hiç bir kimseden daveti
taşımasına karşılık bir ecir beklemez ve davetin taşınmasında da hiç
bir kimseye minnet etmez. Onu sırf Allah için taşır. Hidâyete
erdirerek daveti taşıma şerefini kendisine verdiğinden dolayı
Allah’a minnet eder. Allah-u Teala’nın şu sözünden dolayı davetin
taşınmasındaki sadâkat, daveti, canlar, aileler, mallar ve ülke
üzerine takdim etmeyi gerektiriyor:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan,
Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık
Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu
hidâyete erdirmez.” (Tevbe 24)
Şüphesiz davetin maslahatı, sürekli davetçilerin maslahatının ve can
selâmetlerinin üzerinde olması gerekir ki, davetçiler niyetlerinde
ve amellerinde Allah’a muhlis olarak devam etsinler, böylelikle de
hasenatlarını kat kat artırsınlar. Zâlimlerin zulmü onları
alıkoyamaz, nusretin gecikmesi onları hedeflerinden vazgeçiremez.
Sahâbe şikâyette bulunmak üzere Resulullah (sav)’e gelerek şöyle
dediler:
“(Ey Allah'ın Resûl’ü!) Bizim için yardım isteyemez misin? Bizim
için duâ edemez misin?" demiştik. O şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler
içinde öyle kişiler bulunmuştur ki, bir kişi tutuklanır ve onun için
yerde bir çukur kazılır, o kişi o çukura gömülürdü. Sonra bir
testere getirilir, başı üstüne konularak ikiye bölünürdü ve demir
taraklarla etinin altındaki kemik ve sinir taranılırdı da, bu onu
dîninden çeviremezdi. Allâh'a yemîn ederim ki, bu İslâm dîni her
halde ve muhakkak sûrette kemâle erecektir. Hatta bir süvari,
San'a'dan Hadramut'a kadar gidecek, Allah'tan başka yâhut koyunu
üzerine kurttun saldırması dışında hiç bir şeyden korkmayacaktır.
Fakat siz acele ediyorsunuz!" (Buhârî)
Daveti taşımadaki doğruluk, icâbet edenlerin çokluğuna veya azlığına
bakmaksızın davetçiden üzerine vacip olanı eda etmeyi gerektirir.
Çünkü bu kimseleri hidâyete erdirme veya sapıklığa düşürme işi,
davetçinin dairesi içerisinde değildir.
“Rabbim! Dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim; fakat
benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de günahlarını
bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayaklarını
dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh 5-6-7)
Ve yine şöyle buyurdu:
“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli
yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini
sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve
gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık.” (Ankebût
14-15)
Mukâvemet edenlerin şiddetine veya müsamakârlıklarına aldırılmaz.
Hubeyb, kendisinden önce Yezîd İbn-u Denese’nin getirildiği yere
Kureyş’in gözleri ve kabîlesinin kulakları önünde asılmak için
getirildiğinde, azgın zâlimler tarafına dönmeyip, sadece âlemlerin
Rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Derim
ki, partiler etrafımda toplanmışlar
Kabîlelerini çağırıyorlar, Herkesi biraraya topluyorlar
Çocuklarını, kadınlarını topladılar
Kuvvetli
uzun bir kütüğe yaklaştım
Gurbetliğimi, sıkıntımı Allah’a şikâyet ederim
Partiler
beni yıkılacağım yerde gözetliyorlar
Ölümden
sakınacak değilim, çünkü ben zaten öleceğim
Fakat
alev alev yanan cehennem ateşinden sakınırım
Müslüman
olarak öldüğüm zaman bu beni ilgilendirmez
Allah
için yıkılışımın hangi tarafa olacağını düşünüyorum
Düşmana
boyun bükecek, yalvaracak değilim
Dönüşüm
ancak Allah’adır.
Devamı gelecek sayıda…