Ana Sayfa YIL 13   SAYI 149   SAFER 1423   MAYIS 2002 E-Mail

KALKINMA VE MODELLERİ [1*]

Abdullah BAYRAM

Arapça lügatte Nehada fiili, kalkınma kelimesinin köküdür. Kalkınma Nahda kelimesiyle ifade edilir. Bu kelimenin karşılığından birisi ka-me‘dir. Kalktı anlamındadır. Aynı zamanda takat güç anlamında kullanılır.

Araplar, kalkınma kelimesini sözlük anlamıyla kullandılar. Örneğin; İntehadal kavm dendiğinde Ka’mu, İlel Kital yani topluluk savaşa kalktı anlamını ifade etmek üzere, bunu söylemişlerdir. Bu kelimenin bugün kendisine yüklenen anlamıyla, kullanılması yenidir. Yani Araplar bu kelimeyi bugün tabir ettiğimiz Istılahi anlamıyla kullanmamışlardır. Bu anlam, onlar nezdinde bilinen bir anlam değildir.

Biz bu kavramı ıstılahi anlamıyla ele alacağız. O halde bugün kendisine yüklenen anlamıyla;

Kalkınma nedir? Nasıl gerçekleşir? Şu toplum niçin kalkınmış, diğeri neden çökmüştür? Sorun; din, teknoloji ve medeniyet mi yoksa düşünce ve kültür merkezlimidir? İşte kalkınmanın bu temel sorunlarına; ilk önce tarihten örnekler vererek konumuza başlayalım.

Eski tarihte dünya, Mısır, Sumeri, Eşveri, Babil, Fars, Yunan vb. birçok devletlerin doğuşu ve yok oluşlarına şahit olmuştur. Bu döneme damgasını vuran büyük kalkınma, ise, İtalya ‘Roma’ şehrinden kalkıp Avrupa’yı daha sonra bütünüyle orta denizi kapsayıcı mahiyette Havza’ya yayılan Roma imparatorluğunun doğuşudur.

M. 5’inci asrın, yani ortaçağın başlaması ile Roma imparatorluğunun yıkılıp, kalıntıları üzerine geri kalmışlığı ve çökmüşlüğü ile ortaçağ uygarlığı Avrupa’da kurulur. Ve “Karanlık Çağ” diye isimlendirilen, bu dönemde gerileme ve çöküş, Avrupalı üzerinde asırlar boyu süregelen bir karanlık kabus devresi olmuştur. Avrupa o dönemlerde bunları yaşarken doğu ise büyük bir kalkınmaya sahne oluyordu. Ki şüphesiz bu dönemde İslam yayılmış ve sınırlarını genişletmiştir. İslam devleti, asırlar boyu İslam toplumuna ışık tutmuş ve bu süreç içerisinde yeryüzünün en büyük devleti olmuştur.

Yeni çağda yani, 15’inci asır ile gündeme giren kalkınma çabaları çağdaş batı tarihinin başlaması ile meyvelerini verdiği bu dönem, İslam devletinin çözülüşü ve Müslümanların yoğun çöküş dönemini yaşadığı, bu dönem, bilinen günümüz batı uygarlığının doğuş tarihi olan M. 18’inci asrın sonlarına tekabül etmektedir. Nitekim bu dönemler içinde İslam devleti hızlı bir çöküş yaşamıştır.

Yine 20’inci asırda da dünya, (M.1917’de) hayat bulan komünist ideolojisi ile yeni bir kalkınma hareketi başlamıştır. Ancak komünizm 20’inci asırda uluslar arası devletler planında büyük rol oynamasına rağmen, 70 senelik kısacık ömrü ile belki de ideolojilerin en kısa ömürlüsü olmuştur.

Tarihte görüldüğü üzere her asırda ve her toplumda bir kalkınmışlık ve iniş/çöküş dönemleri yaşanmıştır. Belli bir kalkınmışlık döneminden sonra inişe geçen bir toplumun yeniden kalkınmışlığını gerçekleştirmesi ve öncesinden daha da yüksek düzeyde bir ilerlemeyi yakalaması için, içinde bulunduğu çökmüşlük konumunu aşması gerekmektedir. Toplumlar bunu nasıl gerçekleştirecekler? Şimdi de bunları inceleyelim.

 

FİKRİ SERVET 

Fikirler, kalkınma/gelişme halinde olan herhangi bir ümmet için hayatında kazandığı en büyük servettir. Aydın fikirde, köklü bir ümmet için ise neslin selefinden (kendisinden önceki nesillerden) teslim aldığı en büyük bir hediyesidir.

Maddi servet, ilmi keşif, sanayisel icatlar ve benzerlerinin yeri, fikirlerden çok daha aşağı seviyededir. Hatta bunlara ulaşmak fikirlere dayandığı gibi bunların korunmaları da fikirlere dayanır.

Fikri servetlerini muhafaza etmekte devam eden bir ümmetin maddi servetleri tahrip edilse dahi, onu hemen yenilemesi mümkündür. Halbuki fikri serveti çökmüş olup da maddi serveti kalırsa, bu servetlerin azalması ve fakirleşmesi çabuk olur. Keza ümmet, düşünce metodunu kaybetmeden, keşfettiği ilmi haki katları kaybetse, onların çoğunu bulması mümkündür. Halbuki kendisinin verimli düşünce metodunu kaybederse, hemen geriler ve elindeki icat ve keşifleri kaybeder. Bundan dolayı her şeyden evvel fikirlere hırs göstermek gerekli olur. Bu fikirler esası üzerinde ve verimli düşünce metoduna göre maddi servet kazanılır, ilmi keşifler ve sanayisel icatlara v.b. doğru gidilir.

Fikirlerden maksat; ümmetin fertlerinin genelde vakıaları hissettiklerinde, ellerindeki bilgileri bu vakıalar hakkında hüküm vermek için kullanmalarıyla ümmetin hayat vakıalarında düşünme ameliyesinin bulunmasıdır. Yani onlar, ellerindeki fikirleri hayatta en güzel şekilde kullanırlar. Başarılı kullanmanın tekerrürü ile onlarda verimli düşünme metodu meydana gelir.

İslam ümmeti; bugün, fikirlerden yoksun sayılmaktadır. Dolayısıyla onun verimli düşünme metodunu da kaybetmiş olması doğaldır. Zira yeni nesil, selefinden herhangi bir İslami fikirler teslim almadığı gibi gayri İslami fikirlerde teslim almadı. Ve tabii olarak da verimli bir düşünme metodu da teslim almadı.Bu nesil kendiside, ne fikirler ve ne de verimli bir düşünme metodu kazanmamıştır. Bunun için memleketlerinde maddi bir servet bulunmasına rağmen fakirlik halinde görülmesi, sanayisel icapların ve ilmi keşiflerin kendisine okutulduğu, bunların kendisinin de duyup müşahede ettiği halde sanayisel icatlardan ve ilmi keşiflerden yoksun bir halde görünmesi normal olur. Çünkü o verimli bir düşünme metoduna sahip olmadıkça onlara verimli bir şekilde atılabilmesi mümkün değildir. Yani hayat sahasında güzel bir şekilde kullanacağı fikirlere malik olmadıkça bunu yapamaz.

İslam Ümmetinin bugünkü nesli kendisinde icat edilmesi istenilen fikre zıt olan fikirlere de bağlanmamıştır ki, ona verilecek bu fikri idrak etsin ve iki fikir arasında çarpışmada olup, bu çarpışmadan doğru olan fikri bulsun. O herhangi bir fikir ve düşünce metodundan yoksundur. Zira o, İslâm’ı fikirlere hayali bir felsefe olarak varis olmuştur. Tıpkı bugün Yunanlıların Aristo, Eflatun felsefelerine varis oldukları gibi. O, İslamiyet’i bir takım merasim ve şekiller olarak miras aldılar, Hırıstiyanlık dininin miras alınışı gibi. Aynı zamanda o, kapitalizmin fikirlerine aşık oldu. Bu aşık oluş, bu fikirlerin vakıasını idrak edişinden değil de sırf onların zahiri başarılarını görmesinden dolayı ve kapitalizmin hükümlerinin kendi üzerine tatbikine boyun büküşünden dolayıdır, bu çözümlerin kapitalizmin hayata bakış açısından kaynaklandığını idrak edişinden dolayı değil. Bunun için o, hayatın iniş ve yokuşlarına (mücadelesine) kapitalist fikirlerin programı üzerinde gitmesine rağmen düşünce olarak kapitalist fikirlerden boş bir duruma düştü. İslam dinini kabul etmesi ve onun fikirlerini okumasına rağmen de ameli olarak İslami fikirlerden de boş bir duruma düştü.

 

KALKINMANIN SIRRI

Şüphesiz herhangi bir toplumun yükselişi/gelişmişliğini veya çöküşünü belirleyen söz konusu toplumun dinamiklerini oluşturan temel dünya görüşü/hadaratıdır. Şayet dünya görüşü (hadaratı) somut, yüce -değerler- ise, o dünya görüşü söz konusu topluma kalkınmanın yollarını açarak gelişmesini sağlayacaktır. Şayet toplumun dünya görüşü düzeysiz düşük ise toplum hiç bir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi tanımayacak, tatmayacaktır.

Geçmişten günümüze insan toplumlarına egemen olan hadaratlardan söz edilirken, insan topluluklarını birini diğerinden ayıran, yaşam biçimleri, eğilim modelleri ve ilişki tarzlarından bahsediliyor. O halde hadaratı; "her toplumun kendine özgü yaşam tarzı" diye tamamlamak en doğru olanıdır. Nitekim insanoğlunun davranışlarını, yaşam tarzlarını ve diğerleri ile ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını, oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde "hadarat"hayat hakkındaki mefhumların/yaklaşımların bütünüdür. Örneğin batı hadaratını meydana getiren, batılı anlamda yaşamı yorumlayan değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslam hadaratı da; İslam'ın yaşamı yorumlayan değerleridir.

Toplum ve halkları kalkınmışlık/gelişmişlik düzeyine taşıyan söz konusu toplumun (hayat hakkındaki) düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum taşıdığı düşüncesinin yüceliği (tutarlılığı) ile yücelir. Düşüncesi düşüklüğü (tutarsızlığı) ile de inişe geçer veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun zihniyetini oluşturan, kendi içinde ve dışındaki diğer toplumlarda olan ilişkilerini belli normlara göre düzenleyen ve problemlerini sistematize eden düşünce yapısıdır. Böylelikle o düşünce yapısı ölçeğinde bir hadaratın yükselişi veya inişi söz konusudur. O halde yüce olan veya diğer ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?

Şüphesiz düzeyli tutarlı düşünce; insana, davranışlarına (yaşamın her aşamasına) yönelik bir görüşü, karşılaştığı tüm olaylarda kendisine bir tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir parçasını göz ardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik bir biri ile içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda tutarlı bir yaşam biçimini, belirli bir davranış modelini ve çok açık bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen tutarlı bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği çözümlerde, bir tutarsızlık, temel prensiplerinde, bir çelişki söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce yapısı kendisini kanıksayan ve sistemini uygulamaya koyduğu beşer toplumunu -adım adım- kalkınmaya doğru sürekli gelişerek yol alan güçlü tutarlı bir toplum haline dönüştürür.

Ancak problem söz konusu nitelikleri barındıran ve öylesine bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan tutarlı düşünceyi elde etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi bir düşünceye nasıl ulaşabilecekler?

Kuşkusuz hissedilir gerçekler (vakıa) ve tarih aydın bir bakışa gereksinim duymadan böylesi bir düşüncenin ancak belirli bir kâidenin varlığı ile var olabileceğini gözler önüne sermiştir. Her bir binanın temele ihtiyacı olduğu gibi bir düşünce yapısı, binası içinde -zemini oluşturabilecek- temel düşüncenin varlığı da aynı mesabededir. İşte bu ancak, kainat, hayat ve insana ilişkin geldiği ve varacağı yeri gösteren ve daha sonrada yaşamının boyutları ve hayattaki gayesini ne olduğunu tanıtan akli bir akide/inanç olması ile fikri kaide niteliğini kazanabilecektir. İşte bu akide üzerine söz konusu düşünce yapısının/binasının inşa edilebileceği bir zemin, esas oluşmuş demektir. Yine, bir toplum içerisindeki insanlar arasındaki ilişkilerde baskın olan duygu, sahip oldukları düşünce tarzının uyumluluğunu sağlamasının yanında onların davranışlarının idare edecek olan sistemlerinde çıktığı siyasi bir akide olması da o temel düşüncenin özelliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile beraber toplum, kendisine has bir hadarat ve konum kazanmış olur. O toplumun akidesi; fikri kaide olarak benimsediği ve kalkınma yolunda gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur.

 

İDEOLOJİ:  

Kendisinden nizamın çıktığı akli bir akidedir. İdeolojide esas insan, hayat ve kainat hakkında genel bir düşünüştür. İdeolojiye hayatta varlık ve uygulama imkanı vermesi açısından metot, ideoloji için gerekli bir unsurdur. Bütün fikirler bu temel üzere kurulur ve bütün hayat müşküllerinin çareleri ondan çıkarılır. Dolayısıyla ideoloji düşünce ve metottan ibarettir.

Arap yarım adasında bir ideoloji olarak boy gösteren İslam dini insan, hayat, kainat ve bunların öncesi ve sonrası ve yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile olan ilişkileri hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli bir akide üzerine bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için yaşamında en uygun sistemler çıkmış, bu sistemler inanç, insanın yaratıcısı ile olan alakasını kişinin kendi nefsi ile olan alakasını ve kişinin diğer insanlarla olan ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur.

Bu akideden (temel dünya görüşünden) Hilafet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi ortaya çıkmıştır. İşte bu akide Lâ İlâhe İllalah Muhammedun Rasulullah akidesidir. İslam akidesinden söz konusu sistemlerin çıkışı ise bütünü ile Allah (c.c.)’dan, elçisi Muhammed (s.a.v.)’e vahiy olarak inen Kur’an ve Sünnetten istinbat edilerek ortaya konulmuştur.

İşte bu akide, köklü İslam devletinin üzerine bina edildiği fikri kaidesi olmuştur. Böylece Arap yarımadasında gerçekleşen kalkınma büyük bir coğrafyayı kapsayacak tarzda doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusuna kadar tarihin bir benzerini daha görmediği hızlı bir yayılma gerçekleştirmiştir.

Avrupa da ise gördüğümüz gibi bir tarafı din adamlarının diğer bir tarafı da krallar ve filozofların işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar ve kıyasıya mücadeleler yeni bir düşünceyi dinin hayattan ayrılması anlamına gelen yada laiklik diye tanımlanan temel düşünce üzerine kurulu Liberalist dünya görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce modern batı hadaratının üzerine bina edildiği dayanağı ve de siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insana dini veya lâ dini hiçbir kayıtlama getirmeyen, onu son derece özgür bırakan kapitalist sistem doğmuştur. İşte batının günümüze değin kalkınmışlığını sağlayan ve bu çerçevede toplumların kendisine köle eden temel dünya görüşü/ideolojisi budur.

İşte kalkınmanın gerçek tanımı budur. Daha öz bir ifade ile bir toplumda ideolojinin varlığı o toplumun kalkınma/gelişmesinin sebebidir.

Ancak her kalkınma doğru bir kalkınma değildir. Bunu inceleyecek olursak;

İdeoloji -akidesi ve sistemi- ile kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın kaynağı da tartışmasız doğru ideolojidir. Doğru ideoloji ise insan aklına kanaat getiren insan fıtratına uygun ve kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibarı ile hayat, kainat ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı verecektir. İşte tüm zamanlarda ve coğrafyalarda uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasını garanti eden böylesi bir ideolojidir.

Yanlış akide üzerine bina edilmiş bir ideoloji ise şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan bir ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım problemleri ve bunalımları bünyesinde barındıran, vakıayı temel alan toplumlarda bir tepki olduğundan çoğu kez uygulanabilirliği yoktur. Tabii bunun neticesinde kendilerinin yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek komünist ideolojidir.

Bu İdeolojinin bozukluğu itibariyle, yetmiş yıl gibi kısa bir zaman dilimine sığmayan kalkınmayı ortaya koymuştur. Sebebi ise; “hiçbir ilah yoktur hayat ise maddeden ibarettir” demesi ile yaratıcının varlığını inkar ve insanın fıtratı ve aklı ile çatışmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, kapitalist ideolojide yanlış bir ideolojidir. Çünkü akidesi temel görüşü dinin hayattan ayrılması inancını temsil eden ruhani bir yönü olmayan bir düşüncedir. -O sadece yaratıcıdır, işlerini idare etmede de serbest bıraktı.- ilkesine dayandırmış bu da yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile çelişmiştir.

İslam ise; insan fıtratına uygun akla kanaat verecek bir ideolojidir. İnsan, kainat, hayat ve bu dünya hayatının öncesi Allah ve sonrası kıyamet günü ile ilgili kapsamlı ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve İslam insanın yaratıcısı ile olan ilişkisini onun buyruklarına bağlı kalması yasaklarından ise kaçınması ve yaşamını elçisi Muhammed (s.a.v.)’e indirdiği sistem paralelinde sürdürmesi gibi yükümlülükle açıklamıştır. Eğer onun emirlerine bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek, şayet emirlerine karşı aksi yöne yönelirse isyan ve taşkınlık ederse cehennem ile korkutarak insanın daha yeryüzünde yaşarken kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur.

Bu yaklaşım bizlere İslami kalkınmanın diğer tüm kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu gerçeğini ortaya koyacaktır.

*Not: Bu yazının tamamını bu linke tıklayarak okuyabilirsiniz.

YIL 13  SAYI 149  SAFER 1422  MAYIS 2002

Yukarı