Arapça lügatte Nehada fiili, kalkınma
kelimesinin köküdür. Kalkınma Nahda kelimesiyle ifade
edilir. Bu kelimenin karşılığından birisi ka-me‘dir.
Kalktı anlamındadır. Aynı zamanda takat güç
anlamında kullanılır.
Araplar, kalkınma kelimesini sözlük anlamıyla
kullandılar. Örneğin; İntehadal kavm dendiğinde Ka’mu,
İlel Kital yani topluluk savaşa kalktı anlamını
ifade etmek üzere, bunu söylemişlerdir. Bu kelimenin bugün
kendisine yüklenen anlamıyla, kullanılması yenidir. Yani
Araplar bu kelimeyi bugün tabir ettiğimiz Istılahi anlamıyla
kullanmamışlardır. Bu anlam, onlar nezdinde bilinen bir anlam
değildir.
Biz bu kavramı ıstılahi anlamıyla ele
alacağız. O halde bugün kendisine yüklenen anlamıyla;
Kalkınma nedir? Nasıl gerçekleşir? Şu
toplum niçin kalkınmış, diğeri neden çökmüştür? Sorun;
din, teknoloji ve medeniyet mi yoksa düşünce ve kültür
merkezlimidir? İşte kalkınmanın bu temel sorunlarına; ilk
önce tarihten örnekler vererek konumuza başlayalım.
Eski tarihte dünya, Mısır, Sumeri,
Eşveri, Babil, Fars, Yunan vb. birçok devletlerin doğuşu ve
yok oluşlarına şahit olmuştur. Bu döneme damgasını vuran
büyük kalkınma, ise, İtalya ‘Roma’ şehrinden kalkıp
Avrupa’yı daha sonra bütünüyle orta denizi kapsayıcı
mahiyette Havza’ya yayılan Roma imparatorluğunun
doğuşudur.
M. 5’inci asrın, yani ortaçağın
başlaması ile Roma imparatorluğunun yıkılıp,
kalıntıları üzerine geri kalmışlığı ve çökmüşlüğü
ile ortaçağ uygarlığı Avrupa’da kurulur. Ve “Karanlık
Çağ” diye isimlendirilen, bu dönemde gerileme ve çöküş,
Avrupalı üzerinde asırlar boyu süregelen bir karanlık kabus
devresi olmuştur. Avrupa o dönemlerde bunları yaşarken doğu
ise büyük bir kalkınmaya sahne oluyordu. Ki şüphesiz bu
dönemde İslam yayılmış ve sınırlarını genişletmiştir.
İslam devleti, asırlar boyu İslam toplumuna ışık tutmuş
ve bu süreç içerisinde yeryüzünün en büyük devleti olmuştur.
Yeni çağda yani, 15’inci asır ile gündeme
giren kalkınma çabaları çağdaş batı tarihinin başlaması
ile meyvelerini verdiği bu dönem, İslam devletinin çözülüşü
ve Müslümanların yoğun çöküş dönemini yaşadığı, bu
dönem, bilinen günümüz batı uygarlığının doğuş tarihi
olan M. 18’inci asrın sonlarına tekabül etmektedir. Nitekim
bu dönemler içinde İslam devleti hızlı bir çöküş
yaşamıştır.
Yine 20’inci asırda da dünya, (M.1917’de)
hayat bulan komünist ideolojisi ile yeni bir kalkınma hareketi
başlamıştır. Ancak komünizm 20’inci asırda uluslar
arası devletler planında büyük rol oynamasına rağmen, 70
senelik kısacık ömrü ile belki de ideolojilerin en kısa
ömürlüsü olmuştur.
Tarihte görüldüğü üzere her asırda ve
her toplumda bir kalkınmışlık ve iniş/çöküş dönemleri
yaşanmıştır. Belli bir kalkınmışlık döneminden sonra
inişe geçen bir toplumun yeniden kalkınmışlığını gerçekleştirmesi
ve öncesinden daha da yüksek düzeyde bir ilerlemeyi yakalaması
için, içinde bulunduğu çökmüşlük konumunu aşması
gerekmektedir. Toplumlar bunu nasıl gerçekleştirecekler?
Şimdi de bunları inceleyelim.
FİKRİ SERVET
Fikirler, kalkınma/gelişme halinde olan
herhangi bir ümmet için hayatında kazandığı en büyük
servettir. Aydın fikirde, köklü bir ümmet için ise neslin
selefinden (kendisinden önceki nesillerden) teslim aldığı en
büyük bir hediyesidir.
Maddi servet, ilmi keşif, sanayisel icatlar
ve benzerlerinin yeri, fikirlerden çok daha aşağı
seviyededir. Hatta bunlara ulaşmak fikirlere dayandığı gibi
bunların korunmaları da fikirlere dayanır.
Fikri servetlerini muhafaza etmekte devam
eden bir ümmetin maddi servetleri tahrip edilse dahi, onu hemen
yenilemesi mümkündür. Halbuki fikri serveti çökmüş olup
da maddi serveti kalırsa, bu servetlerin azalması ve
fakirleşmesi çabuk olur. Keza ümmet, düşünce metodunu
kaybetmeden, keşfettiği ilmi haki katları kaybetse, onların
çoğunu bulması mümkündür. Halbuki kendisinin verimli düşünce
metodunu kaybederse, hemen geriler ve elindeki icat ve keşifleri
kaybeder. Bundan dolayı her şeyden evvel fikirlere hırs göstermek
gerekli olur. Bu fikirler esası üzerinde ve verimli düşünce
metoduna göre maddi servet kazanılır, ilmi keşifler ve
sanayisel icatlara v.b. doğru gidilir.
Fikirlerden maksat; ümmetin fertlerinin
genelde vakıaları hissettiklerinde, ellerindeki bilgileri bu
vakıalar hakkında hüküm vermek için kullanmalarıyla
ümmetin hayat vakıalarında düşünme ameliyesinin bulunmasıdır.
Yani onlar, ellerindeki fikirleri hayatta en güzel şekilde
kullanırlar. Başarılı kullanmanın tekerrürü ile onlarda
verimli düşünme metodu meydana gelir.
İslam ümmeti; bugün, fikirlerden yoksun
sayılmaktadır. Dolayısıyla onun verimli düşünme metodunu
da kaybetmiş olması doğaldır. Zira yeni nesil, selefinden
herhangi bir İslami fikirler teslim almadığı gibi gayri
İslami fikirlerde teslim almadı. Ve tabii olarak da verimli
bir düşünme metodu da teslim almadı.Bu nesil kendiside, ne
fikirler ve ne de verimli bir düşünme metodu kazanmamıştır.
Bunun için memleketlerinde maddi bir servet bulunmasına
rağmen fakirlik halinde görülmesi, sanayisel icapların ve
ilmi keşiflerin kendisine okutulduğu, bunların kendisinin de
duyup müşahede ettiği halde sanayisel icatlardan ve ilmi
keşiflerden yoksun bir halde görünmesi normal olur. Çünkü
o verimli bir düşünme metoduna sahip olmadıkça onlara
verimli bir şekilde atılabilmesi mümkün değildir. Yani
hayat sahasında güzel bir şekilde kullanacağı fikirlere
malik olmadıkça bunu yapamaz.
İslam Ümmetinin bugünkü nesli kendisinde
icat edilmesi istenilen fikre zıt olan fikirlere de
bağlanmamıştır ki, ona verilecek bu fikri idrak etsin ve iki
fikir arasında çarpışmada olup, bu çarpışmadan doğru
olan fikri bulsun. O herhangi bir fikir ve düşünce metodundan
yoksundur. Zira o, İslâm’ı fikirlere hayali bir felsefe
olarak varis olmuştur. Tıpkı bugün Yunanlıların Aristo,
Eflatun felsefelerine varis oldukları gibi. O, İslamiyet’i
bir takım merasim ve şekiller olarak miras aldılar,
Hırıstiyanlık dininin miras alınışı gibi. Aynı zamanda
o, kapitalizmin fikirlerine aşık oldu. Bu aşık oluş, bu
fikirlerin vakıasını idrak edişinden değil de sırf
onların zahiri başarılarını görmesinden dolayı ve
kapitalizmin hükümlerinin kendi üzerine tatbikine boyun
büküşünden dolayıdır, bu çözümlerin kapitalizmin hayata
bakış açısından kaynaklandığını idrak edişinden
dolayı değil. Bunun için o, hayatın iniş ve yokuşlarına
(mücadelesine) kapitalist fikirlerin programı üzerinde
gitmesine rağmen düşünce olarak kapitalist fikirlerden boş
bir duruma düştü. İslam dinini kabul etmesi ve onun
fikirlerini okumasına rağmen de ameli olarak İslami
fikirlerden de boş bir duruma düştü.
KALKINMANIN SIRRI
Şüphesiz herhangi bir toplumun yükselişi/gelişmişliğini
veya çöküşünü belirleyen söz konusu toplumun
dinamiklerini oluşturan temel dünya görüşü/hadaratıdır.
Şayet dünya görüşü (hadaratı) somut, yüce -değerler-
ise, o dünya görüşü söz konusu topluma kalkınmanın
yollarını açarak gelişmesini sağlayacaktır. Şayet
toplumun dünya görüşü düzeysiz düşük ise toplum hiç
bir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi tanımayacak,
tatmayacaktır.
Geçmişten günümüze insan toplumlarına
egemen olan hadaratlardan söz edilirken, insan topluluklarını
birini diğerinden ayıran, yaşam biçimleri, eğilim modelleri
ve ilişki tarzlarından bahsediliyor. O halde hadaratı;
"her toplumun kendine özgü yaşam tarzı" diye
tamamlamak en doğru olanıdır. Nitekim insanoğlunun
davranışlarını, yaşam tarzlarını ve diğerleri ile
ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını,
oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde
"hadarat"hayat hakkındaki
mefhumların/yaklaşımların bütünüdür. Örneğin batı
hadaratını meydana getiren, batılı anlamda yaşamı
yorumlayan değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslam
hadaratı da; İslam'ın yaşamı yorumlayan değerleridir.
Toplum ve halkları
kalkınmışlık/gelişmişlik düzeyine taşıyan söz konusu
toplumun (hayat hakkındaki) düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler
o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum
taşıdığı düşüncesinin yüceliği (tutarlılığı) ile yücelir.
Düşüncesi düşüklüğü (tutarsızlığı) ile de inişe geçer
veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun
zihniyetini oluşturan, kendi içinde ve dışındaki diğer
toplumlarda olan ilişkilerini belli normlara göre düzenleyen
ve problemlerini sistematize eden düşünce yapısıdır. Böylelikle
o düşünce yapısı ölçeğinde bir hadaratın yükselişi
veya inişi söz konusudur. O halde yüce olan veya diğer
ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?
Şüphesiz düzeyli tutarlı düşünce;
insana, davranışlarına (yaşamın her aşamasına) yönelik
bir görüşü, karşılaştığı tüm olaylarda kendisine bir
tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir parçasını göz
ardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik bir biri ile
içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda tutarlı bir
yaşam biçimini, belirli bir davranış modelini ve çok açık
bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen
tutarlı bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce
yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği
çözümlerde, bir tutarsızlık, temel prensiplerinde, bir
çelişki söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce yapısı
kendisini kanıksayan ve sistemini uygulamaya koyduğu beşer
toplumunu -adım adım- kalkınmaya doğru sürekli gelişerek
yol alan güçlü tutarlı bir toplum haline dönüştürür.
Ancak problem söz konusu nitelikleri barındıran
ve öylesine bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan tutarlı
düşünceyi elde etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi
bir düşünceye nasıl ulaşabilecekler?
Kuşkusuz hissedilir gerçekler (vakıa) ve
tarih aydın bir bakışa gereksinim duymadan böylesi bir düşüncenin
ancak belirli bir kâidenin varlığı ile var olabileceğini gözler
önüne sermiştir. Her bir binanın temele ihtiyacı olduğu
gibi bir düşünce yapısı, binası içinde -zemini oluşturabilecek-
temel düşüncenin varlığı da aynı mesabededir. İşte bu
ancak, kainat, hayat ve insana ilişkin geldiği ve varacağı
yeri gösteren ve daha sonrada yaşamının boyutları ve
hayattaki gayesini ne olduğunu tanıtan akli bir akide/inanç
olması ile fikri kaide niteliğini kazanabilecektir. İşte bu
akide üzerine söz konusu düşünce yapısının/binasının
inşa edilebileceği bir zemin, esas oluşmuş demektir. Yine,
bir toplum içerisindeki insanlar arasındaki ilişkilerde
baskın olan duygu, sahip oldukları düşünce tarzının
uyumluluğunu sağlamasının yanında onların
davranışlarının idare edecek olan sistemlerinde çıktığı
siyasi bir akide olması da o temel düşüncenin
özelliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile
beraber toplum, kendisine has bir hadarat ve konum kazanmış
olur. O toplumun akidesi; fikri kaide olarak benimsediği ve
kalkınma yolunda gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur.
İDEOLOJİ:
Kendisinden nizamın çıktığı
akli bir akidedir. İdeolojide esas insan, hayat ve kainat
hakkında genel bir düşünüştür. İdeolojiye hayatta
varlık ve uygulama imkanı vermesi açısından metot, ideoloji
için gerekli bir unsurdur. Bütün fikirler bu temel üzere
kurulur ve bütün hayat müşküllerinin çareleri ondan çıkarılır.
Dolayısıyla ideoloji düşünce ve metottan ibarettir.
Arap yarım adasında bir ideoloji olarak boy
gösteren İslam dini insan, hayat, kainat ve bunların öncesi
ve sonrası ve yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile
olan ilişkileri hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli
bir akide üzerine bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için
yaşamında en uygun sistemler çıkmış, bu sistemler inanç,
insanın yaratıcısı ile olan alakasını kişinin kendi nefsi
ile olan alakasını ve kişinin diğer insanlarla olan
ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur.
Bu akideden (temel dünya görüşünden)
Hilafet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi ortaya çıkmıştır.
İşte bu akide Lâ İlâhe İllalah Muhammedun Rasulullah akidesidir.
İslam akidesinden söz konusu sistemlerin çıkışı ise bütünü
ile Allah (c.c.)’dan, elçisi Muhammed (s.a.v.)’e vahiy
olarak inen Kur’an ve Sünnetten istinbat edilerek ortaya
konulmuştur.
İşte bu akide, köklü İslam devletinin
üzerine bina edildiği fikri kaidesi olmuştur. Böylece Arap
yarımadasında gerçekleşen kalkınma büyük bir coğrafyayı
kapsayacak tarzda doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusuna
kadar tarihin bir benzerini daha görmediği hızlı bir
yayılma gerçekleştirmiştir.
Avrupa da ise gördüğümüz gibi bir tarafı
din adamlarının diğer bir tarafı da krallar ve filozofların
işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar ve kıyasıya mücadeleler
yeni bir düşünceyi dinin hayattan ayrılması anlamına gelen
yada laiklik diye tanımlanan temel düşünce üzerine kurulu
Liberalist dünya görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce
modern batı hadaratının üzerine bina edildiği dayanağı ve
de siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insana dini
veya lâ dini hiçbir kayıtlama getirmeyen, onu son derece
özgür bırakan kapitalist sistem doğmuştur. İşte batının
günümüze değin kalkınmışlığını sağlayan ve bu
çerçevede toplumların kendisine köle eden temel dünya
görüşü/ideolojisi budur.
İşte kalkınmanın gerçek tanımı budur.
Daha öz bir ifade ile bir toplumda ideolojinin varlığı o
toplumun kalkınma/gelişmesinin sebebidir.
Ancak her kalkınma doğru bir kalkınma
değildir. Bunu inceleyecek olursak;
İdeoloji -akidesi ve sistemi- ile
kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın
kaynağı da tartışmasız doğru ideolojidir. Doğru ideoloji
ise insan aklına kanaat getiren insan fıtratına uygun ve
kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina
edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibarı ile hayat,
kainat ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı
verecektir. İşte tüm zamanlarda ve coğrafyalarda
uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasını garanti
eden böylesi bir ideolojidir.
Yanlış akide üzerine bina edilmiş bir
ideoloji ise şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan
bir ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım
problemleri ve bunalımları bünyesinde barındıran, vakıayı
temel alan toplumlarda bir tepki olduğundan çoğu kez
uygulanabilirliği yoktur. Tabii bunun neticesinde kendilerinin
yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin
gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek
komünist ideolojidir.
Bu İdeolojinin bozukluğu itibariyle,
yetmiş yıl gibi kısa bir zaman dilimine sığmayan
kalkınmayı ortaya koymuştur. Sebebi ise; “hiçbir ilah
yoktur hayat ise maddeden ibarettir” demesi ile yaratıcının
varlığını inkar ve insanın fıtratı ve aklı ile çatışmasına
sebep olmuştur. Aynı şekilde, kapitalist ideolojide yanlış
bir ideolojidir. Çünkü akidesi temel görüşü dinin
hayattan ayrılması inancını temsil eden ruhani bir yönü
olmayan bir düşüncedir. -O sadece yaratıcıdır, işlerini
idare etmede de serbest bıraktı.- ilkesine dayandırmış bu
da yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile çelişmiştir.
İslam ise; insan fıtratına uygun akla
kanaat verecek bir ideolojidir. İnsan, kainat, hayat ve bu dünya
hayatının öncesi Allah ve sonrası kıyamet günü ile ilgili
kapsamlı ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve
İslam insanın yaratıcısı ile olan ilişkisini onun
buyruklarına bağlı kalması yasaklarından ise kaçınması
ve yaşamını elçisi Muhammed (s.a.v.)’e indirdiği sistem
paralelinde sürdürmesi gibi yükümlülükle açıklamıştır.
Eğer onun emirlerine bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek,
şayet emirlerine karşı aksi yöne yönelirse isyan ve taşkınlık
ederse cehennem ile korkutarak insanın daha yeryüzünde yaşarken
kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur.
Bu yaklaşım bizlere İslami kalkınmanın
diğer tüm kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu
gerçeğini ortaya koyacaktır.
*Not:
Bu yazının tamamını bu
linke tıklayarak okuyabilirsiniz.
|