ABD
Orta Doğuda Kolları Bağlıyor:
Çeviri:
Ahmet Salih
Orijinal
adı “The US twists arms in the Middle East” olan bu makale New
Statesman’ın 1 Nisan 2002 Pazartesi tarihli internet sayısından
alınmıştır.
Birçok
ülke, Bush yönetiminin Saddam Hüseyin’i devirmesi planına açıkça karşı
çıkmışlardı. Fakat bombalar düşmeye başladığında, bu ülkelerin sorun
çıkartacağını zannetmek bile hata olur. Zira Washington, müttefiklerini
yola getirdiği gerçeği uzun bir geçmişe sahiptir.
Türkiye’yi
ele alalım:
Türkiye,
yeni bir körfez savaşını desteklemesi halinde Irak’taki petrol yataklarını
alabilir.
Başbakan
Bülent Ecevit, Irak’a saldırma fikrine açıkça karşı çıkıyor. Ancak
ABD’nin, Türkiye’nin Afganistan ve Irak’ta vereceği desteğe
karşılık, Kuzey Irak’taki petrol yataklarını kontrol edebileceğine dair
şimdiden teklifte bulunduğu sızan haberler arasındadır. Washington’daki
bilgilendirilmiş kaynakların söyledikleri bunlardır ve bu, Bush yönetiminin
nüfuzlu danışmanlarından Richard Perle’nin, Ankara’da Dick Cheney ile
beraber iken, basın yolu ile söyledikleriyle de doğrulanmıştır.
Petrolce
zengin olan Musul bölgesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun (!) 1.Dünya Savaşının
sonunda yıkılmasından beri tartışmalı. İngilizler haritaları çizip,
bugün var olan devletleri kurdular. Türkiye, Musul’un Irak Krallığı’na
verilmesi İngiliz kararına karşı çıktı. Fakat sonradan 1926 yılında bir
anlaşma imzalayarak bunu kabul etti.
Konu,
80’lerin ortasında, Irak’ın Saddam yönetiminde İran’a saldırmasına
kadar kapalı kaldı. Savaşta zayıflayan Saddam, Türkiye’yi Kuzey Irak’taki
Kürt ayaklanmacıları ezmesi için davet etti. İşte o zaman, Irak devletinin
tamamen çökeceği kendini hissettirmeye başladı. Bu durum Türkiye’nin,
özellikle de Türk medyasının petrol bölgeleri ile ilgili çıkarlarını
yeniden canlandırdı. Nihayet, Saddam’ın Kuveyt’i işgalinin sonucu olarak
1. George Bush, Musul seçeneğini ileri sürdü. Ankara hükümeti bu “daveti”
geri çevirdi. Sınırların yeniden çizilmesine karşı Arap tepkisinden
korktu ve ayrıca Kürtlerin bulunduğu bölgelere daha fazla sahip olma isteği
zaten yoktu.
Bununla
beraber 1995’te, 35.000 Türk askeri Kuzey Irak’taki Kürtlere saldırdı. Kürtleri
Saddam’a karşı koruyan İngiltere ve ABD, bu olayı görmezlikten geldi.
Türk askerleri geri çekilirken dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Bu
tepelerdeki sınırlar hatalıdır. Esasen bu, petrol bölgesinin sınırıdır.
Türkiye bu sınırın başladığı yerde bitmektedir. Bu sınırı jeologlar
çizmiştir. Bu, Türkiye’nin ulusal sınırı değildir.”
beyanını verdi.
Arap
protestosundan sonra, Demirel bu ifadesini geri almıştır. Fakat Türk çıkarları
sürmeye devam etti ve bugün Ulusal Türk Petrol Şirketi; BM’nin
onayladığı gıda karşılığı petrol değişim programı icabı, Humala’da
yeni kuyular açmaya devam ediyor. Belki de bu mevcut hali, Bağdat’taki yeni
kukla rejimin kibarlığı sayesinde garantilenmiş ucuz petrol kaynağına
çevirmek, ABD’nin Türkiye’ye sunduğu “havuç” olabilir. Bu hal, Türk
ekonomisinin Irak’la 10 yıl süren ticaret kaybının telafisine büyük katkıda
bulunacaktır.
Ama
Petrol, ABD’nin Türkiye’ye karşı kullandığı tek ve en büyük siyasi
baskı değildir. ABD aynı zamanda, Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası borçlarının
yarısını temin etmektedir.
Gerçekte
ABD, Bulgaristan ve Romanya’daki eski Sovyet hava üslerinin idaresini ele alırken,
öncesine kıyasla Türk hava üslerine daha az bağımlıdır. Fakat ABD, çok
sertliği ile ün yapmış Türk ordusunu da kullanmak istemektedir. Türk
kuvvetleri, halihazırda Kabil’de hizmet vermekte ve daha büyük bir rol
oynamaya hazırlanmaktadır. Böylesine bir güç gösterimi, Sovyetler Birliği’nin
çökmesinden sonra, Türkiye’nin Kafkaslarda ve Orta Asya’da izlediği
milliyetçi hedeflere uymaktadır.
ABD’nin
en çok ifade ettiği Körfez üzerinden saldırı ve iç ayaklanmayı
destekleme seçeneğine alternatif olan Irak’taki seçeneklerinden bir tanesi,
bu ülkedeki hava üslerinden bir yada birden fazlasını ele geçirip, bu
üsleri komando ve daha büyük kara kuvvetleri işgalinde kullanmaktır. Günübirlik
operasyonlarda, etkin performans elde edilemediği düşünülürse, böylesi
“ülke içi” üsler (Afganistan’da da ispatlandığı gibi) özel tim
operasyonları için çok gereklidir. İşte, Türklerin devreye girmesi de
burada olacaktır. Türk kuvveti, operasyonun yapılacağı Irak’taki ana
üssün güvenliğini sağlamada yardımcı olabilir. Eğer bu aşamada Türkiye,
Kürt teröristlerini ezerse, ABD şikayetçi olmayacaktır.
ABD’nin
Irak üzerinden gerçekleştirmek
istediği
amacı;
Herhangi
bir devletin Amerika ile savaşabileceği ve bundan rahatlıkla kurtulabileceği
fikrini yıkmaktır. ABD’li muhafazakar strateji uzmanlarına göre bu, 1.
George Bush’un Körfez savaşındaki stratejik başarısızlığını
kaldırma amaçlıdır. ABD, Irak ve Afganistan’da askeri üs edindiğinde, kötü
ülkeler listesinde (bir sonraki sırada) bulunan İran’a karşı askeri
operasyon uygulayabilir. (!) Kötü ülkelere karşı böyle bir yaklaşımı
ciddiye almak, düşüncesizmiş gibi görünebilir ve Amerika’nın bunun
peşine düşeceği de kesin değildir. Ama Beyaz Saray’ın düşmanlarını
yok etmedeki kararlılığını hafife almamalıyız.
Peki
İngiltere ve Avrupa ne yapmalı?
Kısa
vadede, eğer Avrupa daha çok ekonomik destek teklif ederse, Türkiye
Washington’un taleplerini idare etmede daha esnek ve bağımsız olabilir.
Uzun vadede ise; Avrupa Körfez petrolüne olan bağımlılığından
kurtulmalıdır ki, Amerikan askerinin kaynakları kontrol etme yeteneğine bel
bağlanmamış olsun.
Rüzgar,
güneş enerjisi ve fuel-cell teknolojisi, bizim enerji ve ulaşım ihtiyaçlarımızı
karşılayabilir. Eğer bunları geliştirirsek, Ortadoğu’da özgür hareket
edebilecek ve ABD’den daha bağımsız bir siyaset oluşturabileceğiz. 2010
ve 2020 yılı için plan yapıyor iken, enerjiye olan bağımsızlık,
anlaşmazlıkların kaynağını azaltmakta ve gücümüzü artırmakta, bizlere
Avrupa ordusu kurarak, Pentagon ile çekişme girişiminde bulunmaktan,
tahminlerin ötesinde bir pratiklik sağlamakta ve -popüler bir söylemle ifade
etmek gerekirse- “asimetrik” bir strateji sunmaktadır.
Hizb-ut
Tahrir’in Endonezya’daki Kökleri
The
Jakarta Post Gazetesi - Endonezya
2
Nisan 2002
ABD’ye
yönelik 11 Eylül terörist saldırılarından bu yana, tüm
İslamcı gruplar gündemde radikal olarak değerlendirildi. Taliban’ın
yazarı Ahmed Raşid, geçenlerde “Cihad: Orta Asya’da Radikal
İslam’ın Doğuşu” adlı en son kitabını yayınladı. Yale
Üniversitesi tarafından yayınlanan kitap, haftalık Far Eastern
Economic Review dergisinde incelenerek, Özbekistan, Kırgızistan
ve Tacikistan gibi Orta Asya ülkelerindeki insanların radikal bir
İslamcı grup tarafından nasıl büyülendiği tartışıldı. Bu
grubun taraftarlarını cezbeden bir ismi var: Hizb-ut Tahrir
el-İslami veya İslami Kurtuluş Partisi.
Hizb-ut
Tahrir; Taliban, el-Kaide, Gamma el-İslam ve Cihad el-İslam gibi
radikal İslamcı gruplar olarak addedilen tüm hareketler ile karşılaştırılabilir
ve dikkatlerden kaçan önemli bir harekettir. Şu anda, Orta
Doğulu Müslüman bir alim olan ve Avrupa’da (!) bulunduğu
zannedilen Abdulkadim Zellum tarafından yönetilen Hizb-ut Tahrir,
hayli uzun bir süredir meydandadır. Hizb-ut Tahrir; İhvan-ul
Muslimin hareketi (Ortadoğu’da etkindir), Ensar Es-Sunneh (özellikle
Kuzey Afrika’da etkindir) ve Cemaat-ul Tebliğ (Güney Asya’da
etkindir) gibi dünyanın en tanınmış, ileri düzey
hareketlerinden biridir. İslami hareketler konusundaki klasik
referanslardan biri olan “Es-Sarik İla Cemaat’il Muslimin”e göre;
Hizb-ut Tahrir, bu hareketler içinde en radikal olanıdır.
Hizb-ut
Tahrir’in tarihi, Müslüman bir alim ve eski bir kadı olan Şeyh
Takiyyuddin en-Nebhani tarafından 1953 yılında Kudüs’te
İslami bir siyasi parti olarak kurulmasıyla başlamaktadır.
Hedefi; Peygamber Muhammed (sav)’in öğrettiği haliyle, evrensel
bir İslam Devleti veya İslami Hilafet kurmaktır. Hareket, Müslümanların
global bir gerileme sürecine girmesinden kaynaklanan hayal kırıklığına
bir tepki olarak ortaya çıktı.
Hizb-ut
Tahrir, Müslümanların problemlerinin kaynağı olarak, onların günlük
hayatlarının ve toplum yaşantılarının Şeriat esaslarına göre
düzenlenmemesinde görmektedir. Bunun için Şeriat’ın tatbik
edilmesini sağlayacak bir İslam Devleti kaçınılmazdır. Hizb-ut
Tahrir, hedefine ulaşmak için üç aşama (merhale) izlemektedir. Birincisi;
Fikirlerin yerleşmesi ve bunun üyelerde kökleşmesi.
İkincisi;
Etkileşim (kaynaşma) aşaması ki; bu aşamada üyeler topluma
yönelir. Onlar her toplumsal problem karşısında İslami bir
bakış açısı kazandırmaya çalışırlar ki; insanlar var olan
tüm problemlerin yegane çözümünün İslam’da olduğunun
farkına varsınlar.
Üçüncüsü;
Otoriteyi ele geçirme aşaması. İnsanlar İslam’ın bütün
problemleri çözebilen yegane, kapsamlı bir hayat sistemi
olduğunun farkına vardıkları zaman, onlar derhal Şeriat hükümlerinin
tatbik edilmesi ve bir İslam Devleti’nin kurulması için Ehl-i
Kuvvet’ten nusret talebinde bulunabileceklerdir.
Hizb-ut
Tahrir, Endonezya’nın 26 eyaletinde on binlerce üyesinin bulunduğunu
iddia etmektedir. Cemaah Terbiyye’nin İhvan-ul Muslimin’in bir
uzantısı olduğu ve Adalet Partisi’ne dönüştüğü dikkate alındığında;
Hizb-ut Tahrir’in ülkenin en radikal İslami iki grubundan biri
olduğu anlaşılmaktadır. Hizb-ut Tahrir, Endonezya’ya 1982-1983
yıllarında giriş yaptı. Hizb-ut Tahrir’in Avustralya’da
bulunan, Asya-Pasifik’ten sorumlu lideri Abdurrahman el-Bağdadi’nin;
Bogor’da bulunan el-Ğazali İslami yatılı okulunun sahibi
Abdullah bin Nuh tarafından, ülkeye davet edilmesi ile ilk adım
atılmış oldu. El-Bağdadi (ki kendisi aynı zamanda bir öğretmendi)
Batı Java’daki Bogor’a taşındı ve el-Ğazali yatılı
okulunun gelişmesine yardım etti. Orada eğitim verdiği süre
zarfında el-Bağdadi, Bogor Ziraat Enstitüsü (IPB)’ndeki el-Ğıfari
camisine gelen Müslüman aktivistler ile temasa geçti.
Düzenlediği
İslami kurslarda Hizb-ut Tahrir’in fikirleri konusunda dersler
verdi ve böylece el-Şahsiyyet’ul İslamiyye (İslam Şahsiyeti),
Fikr’ul İslam (İslam Fikri) ve Nizam’ul İslam (İslam
Nizamı) gibi hareketin kitaplarını tedris etmeye başladılar.
Hizb-ut Tahrir’in fikirlerinin resmen (açıktan) duyurulması,
1984 yılında Kampüs İslami Değişim Enstitüsü (LDK) yoluyla
gerçekleştirildi. Hizb-ut Tahrir’in fikirleri daha sonra;
Bandung Padjadjaran Üniversitesi, Malang Öğretmenler Eğitim
Enstitüsü (IKIP), Surabaya Airlangga Üniversitesi ve hatta Güney
Sulavesi’deki Makassar Hasanuddin Üniversitesi gibi, Bogor dışındaki
çeşitli kampüslerdeki birçok camilerde hızla yayıldı. Bu
nedenle Endonezya’da Hizb-ut Tahrir destekçilerinin çoğunluğunu,
bu kampüslerdeki camilere gelen aktivistlerin veya okul mezunlarının
oluşturması şaşırtıcı değildir.
Suharto’nun
başkanlıktan düşmesinden sonra “radikal” İslamcı gruplar,
açıkça faaliyet göstermede daha atılgan hale geldiler. Bu, 2000
yılından sonra Hizb-ut Tahrir’in durumuna da konu oldu. Hizb-ut
Tahrir adını Şebab Hizb-ut Tahrir Endonezya (SHTI) veya Hizb-ut
Tahrir Endonezya Gençleri (Pemuda Partai Pembebasan) (!) olarak değiştirdi.
Şu anda liderliğini Muhammed el-Hassas yapmaktadır. Onun
yardımcısı da Muhammed Ebu Fida’dır.
Hizb-ut
Tahrir 2000 yılının ortalarında, Cakarta’nın Senayan
stadyumunda uluslararası bir konferans düzenleyerek, yeni bir atılım
yaptı. Avustralya’dan Üstad İsmail el-Vahvah ve Malezya’dan
Üstad Şerifuddin M. Zain gibi, diğer ülkelerden önemli Hizb-ut
Tahrir aktivistlerinin davet edildiği konferansta; bir İslam
Devleti’nin önemi vurgulandı. İzleyen aylarda Hizb-ut Tahrir
aktivistleri; Surabaya, Bogor, Bandung ve Tangerang’a giderek,
fikirlerini yaymaya yöneldiler. Diğer taraftan onlar cadde
mitinglerinde de etkindirler. Hizb-ut Tahrir üyeleri, Ekim 2001’de
ABD karşıtı bir gösteri düzenlediler. 2002’nin başlarında
da, petrol fiyatlarına ilişkin planlara karşı yine bir gösteri
hazırladılar.
Radikal
İslami hareketler konusundaki endişeler, onların potansiyel güçlerini
şiddet için kullanmalarından korkulduğu içindir. Oxford’un
Modern İslam Dünyası Ansiklopedisi’ne göre Hizb-ut Tahrir,
1968 ve 1969 yıllarında Amman (Ürdün)’de iki darbe girişiminde
bulundu. Benzer girişimler, 1972’de Bağdat (Irak)’ta; 1974’de
Kahire (Mısır)’da ve 1976’da Şam (Suriye)’de yapıldı.
Darbe girişimleri, mücadele aşamalarının gerektirdiği çizgi
esas alınarak yapılmıştı. Otoriteler tarafından, insanların
çoğunun Şeriat’ın tatbik edilmesi şeklindeki isteğinin
reddedilmesi halinde, şiddete izin verilmişti. Bununla beraber
Hizb-ut Tahrir’in bütün darbe girişimleri, başarısızlıkla
sonuçlandı.
Hizb-ut
Tahrir’in Endonezya’daki mücadelesi, toplumla kaynaşmaya
odaklanan ikinci aşamadadır. Özgürlüklerin kısıtlanmamış
olması, kampanyaların açıktan yürütülmesini mümkün kılmaktadır.
Şiddet kullanımı, mümkün değildir. Çünkü bu, onların mücadeleleri
açısından bir dezavantaj olarak düşünülmektedir. Hizb-ut
Tahrir Endonezya’nın lideri Muhammed el-Hassas, iki yıl önce
medyaya; gruplarının 2004 yılındaki genel seçimlere hazır
olduğunu açıkladı. Bu niyet, sevindiricidir. Çünkü Hizb-ut
Tahrir’in seçimlere katılması, onun şiddetten uzak
duracağını göstermektedir.
Genel
seçimler Hizb-ut Tahrir’e ileride, fikirlerini daha geniş bir
platformda ulaştırma fırsatı verecektir. Seçimler, hangi imzayı
kullanırsa kullansın, bir sağlama olacaktır. Eğer başarısız
olursa, bu ikinci aşamada yani toplumla kaynaşma noktasında, daha
sıkı bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Şiddet bir seçenek
değildir. Seçimlerde rekabet etmek, aynı zamanda herhangi bir
diğer İslamcı grup için; fikirlerinin reklamını yapmak ve “radikal”
İslamcı gruplar denilen kesimlerden gelebilecek şiddetin korkusunu
engellemekte, kullanılabilecek en iyi yoldur.
Selahuddin,
Gazeteci, Cakarta
Asya
Haber İstihbarat Ağı
Hizb-ut
Tahrir Britanya Temsilcisi Dr. İmran Vahid’in Acil Basın Açıklaması:
Mısır’da Mısır Güvenlik Kuvvetleri, Üç
Hizb-ut Tahrir Üyesini Tutuklayarak İşkence Etti
17
Nisan Londra, UK: Hizb-ut Tahrir Britanya’ya bağlı, üç Hizb-ut
Tahrir üyesi; bu ayın başında Mısır’da bulundukları
sırada, Mısır Güvenlik kuvvetleri tarafından tutuklandı.
Sınırlı sayıda kaynaklardan alınan bilgilere göre, tutukluların
aileleri ile görüşmelerine izin verildi. İngiliz konsolosluğu görevlilerinden
edinilen izlenime göre, kendilerine çok sert davranıldığı ve
Mısırlı güvenlik organları tarafından işkence yapıldığı
anlaşıldı.
Mısır
hükümeti bir süre önce, fesada uğradıklarını, adaletsizce hükmettiklerini
ve ihanet içerisinde bulunduklarını ifade eden herkese karşı
saldırgan bir kampanya başlatmıştı.
Hizb-ut
Tahrir’in bu üç üyesi, çeşitli nedenlerden dolayı Mısır’da
idiler. Bu tutuklananlardan ilki, İslam’ı seçen bir İngiliz’dir
ve Kahire’deki el-Ezher Üniversitesi’ni bitirmiştir. İkincisi
ise bir işadamıdır. Üçüncüsü de yine bir öğrencidir.
Japon
kökenli olan dördüncü bir kişi daha tutuklanmıştır. Fakat o
Hizb-ut Tahrir üyesi değildir ve Hizb-ut Tahrir ile hiçbir bağlantısı
yoktur. Onun tutuklanmasının nedeni ise, yakalananlardan biri ile
aynı evi paylaşmasıdır.
Hizb-ut
Tahrir’e gelince; o tüm dünya tarafından çok iyi tanınan ve
ideolojisi İslam olan siyasi bir partidir. Parti İslami Hilafeti
yeniden inşa etmek suretiyle, İslami hayatı yeniden başlatmak
üzere tüm İslam beldelerinde çalışmaktadır. Parti yaptığı
işin her adımında İslam Şeriatı’nı esas almaktadır.
Gayesini gerçekleştirmek için izlediği metodunu ise; Peygamber
Muhammed (sav)’in Medine’de ilk İslam Devleti’ni kuruncaya
kadar izlediği metod olarak benimsemiştir. Allah’ın Resulü
Muhammed (sav) İslam Devleti’ni kurmak için mücadelesini, fikri
ve siyasi sahada mücadele etmek suretiyle sınırlandırmıştır.
Birmingham’da
bulunan bir psikiyatrist ve Britanya’da bir Hizb-ut Tahrir
temsilcisi olan Dr. İmran Vahid, şöyle dedi: “Parti;
yönetimlere karşı silahlı mücadele veya şiddet kullanmanın,
İslam Şeriatı’na muhalif bir hareket olduğunu düşünmektedir.
Parti asla herhangi bir askeri ve terörist harekette bulunmaz.”
Hizb-ut
Tahrir, Britanya medya organlarını; Mısırlı otoritelerin
istediği üzerine, Hizb-ut Tahrir’in terörist bir organizasyon
olduğu şeklinde açıklama yapılması isteklerini kelimesi kelimesine
yerine getirdikleri için, şiddetle kınamaktadır. Hizb-ut Tahrir,
hiçbir zaman UK (Birleşik Krallık) İçişleri Bakanlığı’nın
yasaklı siyasi organizasyonlar listesine girmedi ve şu anda da bu
listeye dahil değildir.
Hizb-ut
Tahrir Britanya; Hizb-ut Tahrir’in terörist bir organizasyon olduğu
veya bazı yollarla terörist eylemlere karıştığı şeklindeki
iddiaları ileri süren fert ve organizasyonlara karşı, yasal
işlem başlatma hakkını saklı tutmaktadır.
Vakti
gelince, daha detaylı bir açıklamayı konu edinmek istiyoruz. Bu
arada Hizb-ut Tahrir’in hedeflerini, amaçlarını ve çalışmasını
detaylı şekilde anlatan bir medya bilgi paketi hazırladık. Konu
ile ilgili bilgileri;
press@caliphate.org.uk
adresinden istenebilir.
BASIN
KONFERANSINDAN BİR BÖLÜM
Amerika,
Sudan Halkına Laikliği Zorla Kabul Ettirmesi İçin John Garang’ı
Kullanıyor.
10
Mart 2000’de el-Hurriyeh gazetesi ön sayfasında, isyancı
hareketin lideri John Garang’ın, kendilerine dinin devletten
ayrılmasına izin verilmesi halinde, federal bir yapıya sadık
kalacağını ilan ettiğini haber verdi. O açıkça, dinin
devletten ayrılması durumunda birleşik bir Sudan devletini kabul
edeceğini bildirmiştir. Yine 4 Mart 2002 tarihinde Londra’daki
er-Ra’y el-Amm gazetesi de, Garang’ın kendi gerçek gündemini
açığa vurduğunu ve üstü kapalı bir biçimde Sudan’ın bölünmesini
ima ettiğini yazdı. 17 Mart 2002 tarihinde de yine er-Ra’y
el-Amm gazetesi, Ulusal Basın Ajansı’ndan yaptığı alıntıda
Garang’ın şöyle dediğini haber verdi: “O barış çağrısında
bulunuyor olsa bile, hükümetle bir ateşkes ilan etmeyecektir”
John Garang’ın Ümmetin Akidesi’ne meydan okumasına ve böylesine
bir karanlık, yüzsüzlük ve küstahça bir kibir ile tehditler
savurmasına izin veren şey nedir?
Siyasi
arena, isyancı hareketin müttefiki olan Abdul Aziz Halid’e bağlı
kuvvetlerin katılımıyla Halk Kongresi ile isyancı hareket arasında
karşılıklı anlayış anlaşmasına ve Ümmet Partisi ile isyancı
hareket arasında yeni bir anlaşmaya şahid oldu. Demokratik Birlik’e
gelince; bu Ulusal Demokratik İttifak olarak bilinen isyancı
hareketin bir işbirlikçisidir.
Amerika’nın
bu yeni Haçlı Savaşı’ndaki amacı ise, laikliği -dinin
devletten ayrılması ilkesini- zorla kabul ettirmektir. Ta ki
laiklik, tüm halklar ve İslam Ümmeti’nin de dahil olduğu yeryüzündeki
insanlar için yeni bir din haline gelsin. Bu da onun dünya
üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmasına ve kontrol
sahasını genişletmesine yardım edecektir. Aynen Amerikan İnsan
Hakları İzleme Komitesi’nin raporunda ima edildiği gibi: “George
Bush’un Amerikan Yönetimi’nin öncelikler listesinin en başında,
Sudan’daki petrol ve din bulunmaktadır.”
Er-Ra’y
el-Amm gazetesi 16 Şubat 2002 tarihli haberinde, Amerikan yönetiminin;
isyancı hareketi ve Mısır’ı, Güney bölgesine otonomi ve
uygun gördükleri zamanda yönetim hakkı verilmesi sırasında,
Sudan’ın bütünlüğünün korunması konusundaki ısrarı
hakkında bilgilendirdiği yazıldı. Amerika’nın Sudan’ın
birliği gibi bir meseleye önem verdiği herkesçe bilinmektedir.
Fakat aynı zamanda Güney bölgesi için bir yönetim sistemi
verilmesi önerisinin yanında, Kuzey bölgesi için daha gizli bir
tehdit söz konusudur: Ya laikliği kabul edin! Yoksa Sudan’ın
Birliği Tehlikeye Girer!
Böylece
Garang’ın laikliğin reddedilmesi halinde savaşı sürdüreceği
şeklindeki tehdidi, petrol pompalanmasının durdurulması ve Güney’in
ayrılması suretiyle Sudan’ın parçalanacağı şeklindeki
tehditlerin tamamının, Sudan halkına laikliği zorla kabul
ettirmeyi öngören Amerikan planının parçaları oldukları açığa
çıkmaktadır.
Bazı
zamanlarda, devletten dini koparma fikri, aldatıcı bir şekilde
rafa kaldırılmaktadır. Aynen “Vatandaşlık hak ve görevlerin
temelidir” şeklinde küfür akidesinden kaynaklanan fikrinde olduğu
gibi... Eğer siyasi güçler, bir kuvvet aracı olarak, bu fikri
kullanmak istiyorlarsa, bu mutlaka Ümmet’in Akidesi’ne karşı
çalışmak anlamına gelmektedir. Diğer taraftan böylesine bir
harekette bulunmak; bu dünyada utanç içinde ve alçalmış olarak
siyasi bir intihara teşebbüs etmeleri olduğu gibi, aynı zamanda
ahirette de cezalandırılmaları demektir.
Şeriat,
hükümeti tehdit amacıyla Amerika tarafından kullanılmayı terk
etmediği ve Amerika ile bağlantısı bulunan herhangi bir fert
veya organizasyon ile bağlantılarını durdurmadığı sürece,
isyancı hareket ile olan tüm ilişkileri kesmeyi emreder. Ta ki
Ümmet, -Allah (cc)’nın izni ve yardımıyla- Raşidi Hilafet’i
yeniden kurmak suretiyle, İslam Akidesi’ni ve bu akideden çıkan
hüküm ve çözümleri ikame edebilsin. Zira bu, ister
Müslümanlar isterse gayri müslimler olsun, İslam’ı dünyaya
Davet ve Cihad yoluyla taşınmasına ve insanlığın içinde
bulunduğu karanlıktan kurtarılarak aydınlığa
kavuşturulmasına yardım edecek bir etkendir.
Allah
(cc) şöyle buyurdu:
“Ey
İman Edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeye davet
ettikleri zaman icabet edin! Bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi
arasına girer ve siz muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
[Enfal 24]
Ali
Sa’id Ali (Ebu’l Hasen)
Sudan
Resmi Sözcüsü 19 Mart 2002
|