Ana Sayfa YIL 13   SAYI 149   SAFER 1423   MAYIS 2002 E-Mail

HABER

Hilafet Dergisi

ABD Orta Doğuda Kolları Bağlıyor:

Çeviri: Ahmet Salih

Orijinal adı “The US twists arms in the Middle East” olan bu makale New Statesman’ın 1 Nisan 2002 Pazartesi tarihli internet sayısından alınmıştır.

Birçok ülke, Bush yönetiminin Saddam Hüseyin’i devirmesi planına açıkça karşı çıkmışlardı. Fakat bombalar düşmeye başladığında, bu ülkelerin sorun çıkartacağını zannetmek bile hata olur. Zira Washington, müttefiklerini yola getirdiği gerçeği uzun bir geçmişe sahiptir.

Türkiye’yi ele alalım:

Türkiye, yeni bir körfez savaşını desteklemesi halinde Irak’taki petrol yataklarını alabilir.

Başbakan Bülent Ecevit, Irak’a saldırma fikrine açıkça karşı çıkıyor. Ancak ABD’nin, Türkiye’nin Afganistan ve Irak’ta vereceği desteğe karşılık, Kuzey Irak’taki petrol yataklarını kontrol edebileceğine dair şimdiden teklifte bulunduğu sızan haberler arasındadır. Washington’daki bilgilendirilmiş kaynakların söyledikleri bunlardır ve bu, Bush yönetiminin nüfuzlu danışmanlarından Richard Perle’nin, Ankara’da Dick Cheney ile beraber iken, basın yolu ile söyledikleriyle de doğrulanmıştır.

Petrolce zengin olan Musul bölgesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun (!) 1.Dünya Savaşının sonunda yıkılmasından beri tartışmalı. İngilizler haritaları çizip, bugün var olan devletleri kurdular. Türkiye, Musul’un Irak Krallığı’na verilmesi İngiliz kararına karşı çıktı. Fakat sonradan 1926 yılında bir anlaşma imzalayarak bunu kabul etti.

Konu, 80’lerin ortasında, Irak’ın Saddam yönetiminde İran’a saldırmasına kadar kapalı kaldı. Savaşta zayıflayan Saddam, Türkiye’yi Kuzey Irak’taki Kürt ayaklanmacıları ezmesi için davet etti. İşte o zaman, Irak devletinin tamamen çökeceği kendini hissettirmeye başladı. Bu durum Türkiye’nin, özellikle de Türk medyasının petrol bölgeleri ile ilgili çıkarlarını yeniden canlandırdı. Nihayet, Saddam’ın Kuveyt’i işgalinin sonucu olarak 1. George Bush, Musul seçeneğini ileri sürdü. Ankara hükümeti bu “daveti” geri çevirdi. Sınırların yeniden çizilmesine karşı Arap tepkisinden korktu ve ayrıca Kürtlerin bulunduğu bölgelere daha fazla sahip olma isteği zaten yoktu.

Bununla beraber 1995’te, 35.000 Türk askeri Kuzey Irak’taki Kürtlere saldırdı. Kürtleri Saddam’a karşı koruyan İngiltere ve ABD, bu olayı görmezlikten geldi. Türk askerleri geri çekilirken dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Bu tepelerdeki sınırlar hatalıdır. Esasen bu, petrol bölgesinin sınırıdır. Türkiye bu sınırın başladığı yerde bitmektedir. Bu sınırı jeologlar çizmiştir. Bu, Türkiye’nin ulusal sınırı değildir.” beyanını verdi.

Arap protestosundan sonra, Demirel bu ifadesini geri almıştır. Fakat Türk çıkarları sürmeye devam etti ve bugün Ulusal Türk Petrol Şirketi; BM’nin onayladığı gıda karşılığı petrol değişim programı icabı, Humala’da yeni kuyular açmaya devam ediyor. Belki de bu mevcut hali, Bağdat’taki yeni kukla rejimin kibarlığı sayesinde garantilenmiş ucuz petrol kaynağına çevirmek, ABD’nin Türkiye’ye sunduğu “havuç” olabilir. Bu hal, Türk ekonomisinin Irak’la 10 yıl süren ticaret kaybının telafisine büyük katkıda bulunacaktır.

Ama Petrol, ABD’nin Türkiye’ye karşı kullandığı tek ve en büyük siyasi baskı değildir. ABD aynı zamanda, Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası borçlarının yarısını temin etmektedir.

Gerçekte ABD, Bulgaristan ve Romanya’daki eski Sovyet hava üslerinin idaresini ele alırken, öncesine kıyasla Türk hava üslerine daha az bağımlıdır. Fakat ABD, çok sertliği ile ün yapmış Türk ordusunu da kullanmak istemektedir. Türk kuvvetleri, halihazırda Kabil’de hizmet vermekte ve daha büyük bir rol oynamaya hazırlanmaktadır. Böylesine bir güç gösterimi, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, Türkiye’nin Kafkaslarda ve Orta Asya’da izlediği milliyetçi hedeflere uymaktadır.

ABD’nin en çok ifade ettiği Körfez üzerinden saldırı ve iç ayaklanmayı destekleme seçeneğine alternatif olan Irak’taki seçeneklerinden bir tanesi, bu ülkedeki hava üslerinden bir yada birden fazlasını ele geçirip, bu üsleri komando ve daha büyük kara kuvvetleri işgalinde kullanmaktır. Günübirlik operasyonlarda, etkin performans elde edilemediği düşünülürse, böylesi “ülke içi” üsler (Afganistan’da da ispatlandığı gibi) özel tim operasyonları için çok gereklidir. İşte, Türklerin devreye girmesi de burada olacaktır. Türk kuvveti, operasyonun yapılacağı Irak’taki ana üssün güvenliğini sağlamada yardımcı olabilir. Eğer bu aşamada Türkiye, Kürt teröristlerini ezerse, ABD şikayetçi olmayacaktır.

ABD’nin Irak üzerinden gerçekleştirmek

istediği amacı;

Herhangi bir devletin Amerika ile savaşabileceği ve bundan rahatlıkla kurtulabileceği fikrini yıkmaktır. ABD’li muhafazakar strateji uzmanlarına göre bu, 1. George Bush’un Körfez savaşındaki stratejik başarısızlığını kaldırma amaçlıdır. ABD, Irak ve Afganistan’da askeri üs edindiğinde, kötü ülkeler listesinde (bir sonraki sırada) bulunan İran’a karşı askeri operasyon uygulayabilir. (!) Kötü ülkelere karşı böyle bir yaklaşımı ciddiye almak, düşüncesizmiş gibi görünebilir ve Amerika’nın bunun peşine düşeceği de kesin değildir. Ama Beyaz Saray’ın düşmanlarını yok etmedeki kararlılığını hafife almamalıyız.

Peki İngiltere ve Avrupa ne yapmalı?

Kısa vadede, eğer Avrupa daha çok ekonomik destek teklif ederse, Türkiye Washington’un taleplerini idare etmede daha esnek ve bağımsız olabilir. Uzun vadede ise; Avrupa Körfez petrolüne olan bağımlılığından kurtulmalıdır ki, Amerikan askerinin kaynakları kontrol etme yeteneğine bel bağlanmamış olsun.

Rüzgar, güneş enerjisi ve fuel-cell teknolojisi, bizim enerji ve ulaşım ihtiyaçlarımızı karşılayabilir. Eğer bunları geliştirirsek, Ortadoğu’da özgür hareket edebilecek ve ABD’den daha bağımsız bir siyaset oluşturabileceğiz. 2010 ve 2020 yılı için plan yapıyor iken, enerjiye olan bağımsızlık, anlaşmazlıkların kaynağını azaltmakta ve gücümüzü artırmakta, bizlere Avrupa ordusu kurarak, Pentagon ile çekişme girişiminde bulunmaktan, tahminlerin ötesinde bir pratiklik sağlamakta ve -popüler bir söylemle ifade etmek gerekirse- “asimetrik” bir strateji sunmaktadır.


Hizb-ut Tahrir’in Endonezya’daki Kökleri

The Jakarta Post Gazetesi - Endonezya

2 Nisan 2002

ABD’ye yönelik 11 Eylül terörist saldırılarından bu yana, tüm İslamcı gruplar gündemde radikal olarak değerlendirildi. Taliban’ın yazarı Ahmed Raşid, geçenlerde “Cihad: Orta Asya’da Radikal İslam’ın Doğuşu” adlı en son kitabını yayınladı. Yale Üniversitesi tarafından yayınlanan kitap, haftalık Far Eastern Economic Review dergisinde incelenerek, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan gibi Orta Asya ülkelerindeki insanların radikal bir İslamcı grup tarafından nasıl büyülendiği tartışıldı. Bu grubun taraftarlarını cezbeden bir ismi var: Hizb-ut Tahrir el-İslami veya İslami Kurtuluş Partisi.

Hizb-ut Tahrir; Taliban, el-Kaide, Gamma el-İslam ve Cihad el-İslam gibi radikal İslamcı gruplar olarak addedilen tüm hareketler ile karşılaştırılabilir ve dikkatlerden kaçan önemli bir harekettir. Şu anda, Orta Doğulu Müslüman bir alim olan ve Avrupa’da (!) bulunduğu zannedilen Abdulkadim Zellum tarafından yönetilen Hizb-ut Tahrir, hayli uzun bir süredir meydandadır. Hizb-ut Tahrir; İhvan-ul Muslimin hareketi (Ortadoğu’da etkindir), Ensar Es-Sunneh (özellikle Kuzey Afrika’da etkindir) ve Cemaat-ul Tebliğ (Güney Asya’da etkindir) gibi dünyanın en tanınmış, ileri düzey hareketlerinden biridir. İslami hareketler konusundaki klasik referanslardan biri olan “Es-Sarik İla Cemaat’il Muslimin”e göre; Hizb-ut Tahrir, bu hareketler içinde en radikal olanıdır.

Hizb-ut Tahrir’in tarihi, Müslüman bir alim ve eski bir kadı olan Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani tarafından 1953 yılında Kudüs’te İslami bir siyasi parti olarak kurulmasıyla başlamaktadır. Hedefi; Peygamber Muhammed (sav)’in öğrettiği haliyle, evrensel bir İslam Devleti veya İslami Hilafet kurmaktır. Hareket, Müslümanların global bir gerileme sürecine girmesinden kaynaklanan hayal kırıklığına bir tepki olarak ortaya çıktı.

Hizb-ut Tahrir, Müslümanların problemlerinin kaynağı olarak, onların günlük hayatlarının ve toplum yaşantılarının Şeriat esaslarına göre düzenlenmemesinde görmektedir. Bunun için Şeriat’ın tatbik edilmesini sağlayacak bir İslam Devleti kaçınılmazdır. Hizb-ut Tahrir, hedefine ulaşmak için üç aşama (merhale) izlemektedir. Birincisi; Fikirlerin yerleşmesi ve bunun üyelerde kökleşmesi.

İkincisi; Etkileşim (kaynaşma) aşaması ki; bu aşamada üyeler topluma yönelir. Onlar her toplumsal problem karşısında İslami bir bakış açısı kazandırmaya çalışırlar ki; insanlar var olan tüm problemlerin yegane çözümünün İslam’da olduğunun farkına varsınlar.

Üçüncüsü; Otoriteyi ele geçirme aşaması. İnsanlar İslam’ın bütün problemleri çözebilen yegane, kapsamlı bir hayat sistemi olduğunun farkına vardıkları zaman, onlar derhal Şeriat hükümlerinin tatbik edilmesi ve bir İslam Devleti’nin kurulması için Ehl-i Kuvvet’ten nusret talebinde bulunabileceklerdir.

Hizb-ut Tahrir, Endonezya’nın 26 eyaletinde on binlerce üyesinin bulunduğunu iddia etmektedir. Cemaah Terbiyye’nin İhvan-ul Muslimin’in bir uzantısı olduğu ve Adalet Partisi’ne dönüştüğü dikkate alındığında; Hizb-ut Tahrir’in ülkenin en radikal İslami iki grubundan biri olduğu anlaşılmaktadır. Hizb-ut Tahrir, Endonezya’ya 1982-1983 yıllarında giriş yaptı. Hizb-ut Tahrir’in Avustralya’da bulunan, Asya-Pasifik’ten sorumlu lideri Abdurrahman el-Bağdadi’nin; Bogor’da bulunan el-Ğazali İslami yatılı okulunun sahibi Abdullah bin Nuh tarafından, ülkeye davet edilmesi ile ilk adım atılmış oldu. El-Bağdadi (ki kendisi aynı zamanda bir öğretmendi) Batı Java’daki Bogor’a taşındı ve el-Ğazali yatılı okulunun gelişmesine yardım etti. Orada eğitim verdiği süre zarfında el-Bağdadi, Bogor Ziraat Enstitüsü (IPB)’ndeki el-Ğıfari camisine gelen Müslüman aktivistler ile temasa geçti.

Düzenlediği İslami kurslarda Hizb-ut Tahrir’in fikirleri konusunda dersler verdi ve böylece el-Şahsiyyet’ul İslamiyye (İslam Şahsiyeti), Fikr’ul İslam (İslam Fikri) ve Nizam’ul İslam (İslam Nizamı) gibi hareketin kitaplarını tedris etmeye başladılar. Hizb-ut Tahrir’in fikirlerinin resmen (açıktan) duyurulması, 1984 yılında Kampüs İslami Değişim Enstitüsü (LDK) yoluyla gerçekleştirildi. Hizb-ut Tahrir’in fikirleri daha sonra; Bandung Padjadjaran Üniversitesi, Malang Öğretmenler Eğitim Enstitüsü (IKIP), Surabaya Airlangga Üniversitesi ve hatta Güney Sulavesi’deki Makassar Hasanuddin Üniversitesi gibi, Bogor dışındaki çeşitli kampüslerdeki birçok camilerde hızla yayıldı. Bu nedenle Endonezya’da Hizb-ut Tahrir destekçilerinin çoğunluğunu, bu kampüslerdeki camilere gelen aktivistlerin veya okul mezunlarının oluşturması şaşırtıcı değildir.

Suharto’nun başkanlıktan düşmesinden sonra “radikal” İslamcı gruplar, açıkça faaliyet göstermede daha atılgan hale geldiler. Bu, 2000 yılından sonra Hizb-ut Tahrir’in durumuna da konu oldu. Hizb-ut Tahrir adını Şebab Hizb-ut Tahrir Endonezya (SHTI) veya Hizb-ut Tahrir Endonezya Gençleri (Pemuda Partai Pembebasan) (!) olarak değiştirdi. Şu anda liderliğini Muhammed el-Hassas yapmaktadır. Onun yardımcısı da Muhammed Ebu Fida’dır.

Hizb-ut Tahrir 2000 yılının ortalarında, Cakarta’nın Senayan stadyumunda uluslararası bir konferans düzenleyerek, yeni bir atılım yaptı. Avustralya’dan Üstad İsmail el-Vahvah ve Malezya’dan Üstad Şerifuddin M. Zain gibi, diğer ülkelerden önemli Hizb-ut Tahrir aktivistlerinin davet edildiği konferansta; bir İslam Devleti’nin önemi vurgulandı. İzleyen aylarda Hizb-ut Tahrir aktivistleri; Surabaya, Bogor, Bandung ve Tangerang’a giderek, fikirlerini yaymaya yöneldiler. Diğer taraftan onlar cadde mitinglerinde de etkindirler. Hizb-ut Tahrir üyeleri, Ekim 2001’de ABD karşıtı bir gösteri düzenlediler. 2002’nin başlarında da, petrol fiyatlarına ilişkin planlara karşı yine bir gösteri hazırladılar.

Radikal İslami hareketler konusundaki endişeler, onların potansiyel güçlerini şiddet için kullanmalarından korkulduğu içindir. Oxford’un Modern İslam Dünyası Ansiklopedisi’ne göre Hizb-ut Tahrir, 1968 ve 1969 yıllarında Amman (Ürdün)’de iki darbe girişiminde bulundu. Benzer girişimler, 1972’de Bağdat (Irak)’ta; 1974’de Kahire (Mısır)’da ve 1976’da Şam (Suriye)’de yapıldı. Darbe girişimleri, mücadele aşamalarının gerektirdiği çizgi esas alınarak yapılmıştı. Otoriteler tarafından, insanların çoğunun Şeriat’ın tatbik edilmesi şeklindeki isteğinin reddedilmesi halinde, şiddete izin verilmişti. Bununla beraber Hizb-ut Tahrir’in bütün darbe girişimleri, başarısızlıkla sonuçlandı.

Hizb-ut Tahrir’in Endonezya’daki mücadelesi, toplumla kaynaşmaya odaklanan ikinci aşamadadır. Özgürlüklerin kısıtlanmamış olması, kampanyaların açıktan yürütülmesini mümkün kılmaktadır. Şiddet kullanımı, mümkün değildir. Çünkü bu, onların mücadeleleri açısından bir dezavantaj olarak düşünülmektedir. Hizb-ut Tahrir Endonezya’nın lideri Muhammed el-Hassas, iki yıl önce medyaya; gruplarının 2004 yılındaki genel seçimlere hazır olduğunu açıkladı. Bu niyet, sevindiricidir. Çünkü Hizb-ut Tahrir’in seçimlere katılması, onun şiddetten uzak duracağını göstermektedir.

Genel seçimler Hizb-ut Tahrir’e ileride, fikirlerini daha geniş bir platformda ulaştırma fırsatı verecektir. Seçimler, hangi imzayı kullanırsa kullansın, bir sağlama olacaktır. Eğer başarısız olursa, bu ikinci aşamada yani toplumla kaynaşma noktasında, daha sıkı bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Şiddet bir seçenek değildir. Seçimlerde rekabet etmek, aynı zamanda herhangi bir diğer İslamcı grup için; fikirlerinin reklamını yapmak ve “radikal” İslamcı gruplar denilen kesimlerden gelebilecek şiddetin korkusunu engellemekte, kullanılabilecek en iyi yoldur.

Selahuddin, Gazeteci, Cakarta

Asya Haber İstihbarat Ağı


Hizb-ut Tahrir Britanya Temsilcisi Dr. İmran Vahid’in Acil Basın Açıklaması: Mısır’da Mısır Güvenlik Kuvvetleri, Üç Hizb-ut Tahrir Üyesini Tutuklayarak İşkence Etti

17 Nisan Londra, UK: Hizb-ut Tahrir Britanya’ya bağlı, üç Hizb-ut Tahrir üyesi; bu ayın başında Mısır’da bulundukları sırada, Mısır Güvenlik kuvvetleri tarafından tutuklandı. Sınırlı sayıda kaynaklardan alınan bilgilere göre, tutukluların aileleri ile görüşmelerine izin verildi. İngiliz konsolosluğu görevlilerinden edinilen izlenime göre, kendilerine çok sert davranıldığı ve Mısırlı güvenlik organları tarafından işkence yapıldığı anlaşıldı.

Mısır hükümeti bir süre önce, fesada uğradıklarını, adaletsizce hükmettiklerini ve ihanet içerisinde bulunduklarını ifade eden herkese karşı saldırgan bir kampanya başlatmıştı.

Hizb-ut Tahrir’in bu üç üyesi, çeşitli nedenlerden dolayı Mısır’da idiler. Bu tutuklananlardan ilki, İslam’ı seçen bir İngiliz’dir ve Kahire’deki el-Ezher Üniversitesi’ni bitirmiştir. İkincisi ise bir işadamıdır. Üçüncüsü de yine bir öğrencidir.

Japon kökenli olan dördüncü bir kişi daha tutuklanmıştır. Fakat o Hizb-ut Tahrir üyesi değildir ve Hizb-ut Tahrir ile hiçbir bağlantısı yoktur. Onun tutuklanmasının nedeni ise, yakalananlardan biri ile aynı evi paylaşmasıdır.

Hizb-ut Tahrir’e gelince; o tüm dünya tarafından çok iyi tanınan ve ideolojisi İslam olan siyasi bir partidir. Parti İslami Hilafeti yeniden inşa etmek suretiyle, İslami hayatı yeniden başlatmak üzere tüm İslam beldelerinde çalışmaktadır. Parti yaptığı işin her adımında İslam Şeriatı’nı esas almaktadır. Gayesini gerçekleştirmek için izlediği metodunu ise; Peygamber Muhammed (sav)’in Medine’de ilk İslam Devleti’ni kuruncaya kadar izlediği metod olarak benimsemiştir. Allah’ın Resulü Muhammed (sav) İslam Devleti’ni kurmak için mücadelesini, fikri ve siyasi sahada mücadele etmek suretiyle sınırlandırmıştır.

Birmingham’da bulunan bir psikiyatrist ve Britanya’da bir Hizb-ut Tahrir temsilcisi olan Dr. İmran Vahid, şöyle dedi: “Parti; yönetimlere karşı silahlı mücadele veya şiddet kullanmanın, İslam Şeriatı’na muhalif bir hareket olduğunu düşünmektedir. Parti asla herhangi bir askeri ve terörist harekette bulunmaz.”

Hizb-ut Tahrir, Britanya medya organlarını; Mısırlı otoritelerin istediği üzerine, Hizb-ut Tahrir’in terörist bir organizasyon olduğu şeklinde açıklama yapılması isteklerini kelimesi kelimesine yerine getirdikleri için, şiddetle kınamaktadır. Hizb-ut Tahrir, hiçbir zaman UK (Birleşik Krallık) İçişleri Bakanlığı’nın yasaklı siyasi organizasyonlar listesine girmedi ve şu anda da bu listeye dahil değildir.

Hizb-ut Tahrir Britanya; Hizb-ut Tahrir’in terörist bir organizasyon olduğu veya bazı yollarla terörist eylemlere karıştığı şeklindeki iddiaları ileri süren fert ve organizasyonlara karşı, yasal işlem başlatma hakkını saklı tutmaktadır.

Vakti gelince, daha detaylı bir açıklamayı konu edinmek istiyoruz. Bu arada Hizb-ut Tahrir’in hedeflerini, amaçlarını ve çalışmasını detaylı şekilde anlatan bir medya bilgi paketi hazırladık. Konu ile ilgili bilgileri;

press@caliphate.org.uk adresinden istenebilir.


BASIN KONFERANSINDAN BİR BÖLÜM

Amerika, Sudan Halkına Laikliği Zorla Kabul Ettirmesi İçin John Garang’ı Kullanıyor.

10 Mart 2000’de el-Hurriyeh gazetesi ön sayfasında, isyancı hareketin lideri John Garang’ın, kendilerine dinin devletten ayrılmasına izin verilmesi halinde, federal bir yapıya sadık kalacağını ilan ettiğini haber verdi. O açıkça, dinin devletten ayrılması durumunda birleşik bir Sudan devletini kabul edeceğini bildirmiştir. Yine 4 Mart 2002 tarihinde Londra’daki er-Ra’y el-Amm gazetesi de, Garang’ın kendi gerçek gündemini açığa vurduğunu ve üstü kapalı bir biçimde Sudan’ın bölünmesini ima ettiğini yazdı. 17 Mart 2002 tarihinde de yine er-Ra’y el-Amm gazetesi, Ulusal Basın Ajansı’ndan yaptığı alıntıda Garang’ın şöyle dediğini haber verdi: “O barış çağrısında bulunuyor olsa bile, hükümetle bir ateşkes ilan etmeyecektir” John Garang’ın Ümmetin Akidesi’ne meydan okumasına ve böylesine bir karanlık, yüzsüzlük ve küstahça bir kibir ile tehditler savurmasına izin veren şey nedir?

Siyasi arena, isyancı hareketin müttefiki olan Abdul Aziz Halid’e bağlı kuvvetlerin katılımıyla Halk Kongresi ile isyancı hareket arasında karşılıklı anlayış anlaşmasına ve Ümmet Partisi ile isyancı hareket arasında yeni bir anlaşmaya şahid oldu. Demokratik Birlik’e gelince; bu Ulusal Demokratik İttifak olarak bilinen isyancı hareketin bir işbirlikçisidir.

Amerika’nın bu yeni Haçlı Savaşı’ndaki amacı ise, laikliği -dinin devletten ayrılması ilkesini- zorla kabul ettirmektir. Ta ki laiklik, tüm halklar ve İslam Ümmeti’nin de dahil olduğu yeryüzündeki insanlar için yeni bir din haline gelsin. Bu da onun dünya üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmasına ve kontrol sahasını genişletmesine yardım edecektir. Aynen Amerikan İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin raporunda ima edildiği gibi: “George Bush’un Amerikan Yönetimi’nin öncelikler listesinin en başında, Sudan’daki petrol ve din bulunmaktadır.”

Er-Ra’y el-Amm gazetesi 16 Şubat 2002 tarihli haberinde, Amerikan yönetiminin; isyancı hareketi ve Mısır’ı, Güney bölgesine otonomi ve uygun gördükleri zamanda yönetim hakkı verilmesi sırasında, Sudan’ın bütünlüğünün korunması konusundaki ısrarı hakkında bilgilendirdiği yazıldı. Amerika’nın Sudan’ın birliği gibi bir meseleye önem verdiği herkesçe bilinmektedir. Fakat aynı zamanda Güney bölgesi için bir yönetim sistemi verilmesi önerisinin yanında, Kuzey bölgesi için daha gizli bir tehdit söz konusudur: Ya laikliği kabul edin! Yoksa Sudan’ın Birliği Tehlikeye Girer!

Böylece Garang’ın laikliğin reddedilmesi halinde savaşı sürdüreceği şeklindeki tehdidi, petrol pompalanmasının durdurulması ve Güney’in ayrılması suretiyle Sudan’ın parçalanacağı şeklindeki tehditlerin tamamının, Sudan halkına laikliği zorla kabul ettirmeyi öngören Amerikan planının parçaları oldukları açığa çıkmaktadır.

Bazı zamanlarda, devletten dini koparma fikri, aldatıcı bir şekilde rafa kaldırılmaktadır. Aynen “Vatandaşlık hak ve görevlerin temelidir” şeklinde küfür akidesinden kaynaklanan fikrinde olduğu gibi... Eğer siyasi güçler, bir kuvvet aracı olarak, bu fikri kullanmak istiyorlarsa, bu mutlaka Ümmet’in Akidesi’ne karşı çalışmak anlamına gelmektedir. Diğer taraftan böylesine bir harekette bulunmak; bu dünyada utanç içinde ve alçalmış olarak siyasi bir intihara teşebbüs etmeleri olduğu gibi, aynı zamanda ahirette de cezalandırılmaları demektir.

Şeriat, hükümeti tehdit amacıyla Amerika tarafından kullanılmayı terk etmediği ve Amerika ile bağlantısı bulunan herhangi bir fert veya organizasyon ile bağlantılarını durdurmadığı sürece, isyancı hareket ile olan tüm ilişkileri kesmeyi emreder. Ta ki Ümmet, -Allah (cc)’nın izni ve yardımıyla- Raşidi Hilafet’i yeniden kurmak suretiyle, İslam Akidesi’ni ve bu akideden çıkan hüküm ve çözümleri ikame edebilsin. Zira bu, ister Müslümanlar isterse gayri müslimler olsun, İslam’ı dünyaya Davet ve Cihad yoluyla taşınmasına ve insanlığın içinde bulunduğu karanlıktan kurtarılarak aydınlığa kavuşturulmasına yardım edecek bir etkendir.

Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Ey İman Edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeye davet ettikleri zaman icabet edin! Bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Ali Sa’id Ali (Ebu’l Hasen)

Sudan Resmi Sözcüsü 19 Mart 2002

YIL 13  SAYI 149  SAFER 1422  MAYIS 2002

Yukarı