Buna
göre şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Allah’u Teala
nebisinin bilgisi dahilinde olmayan bir şeyi “haber ver”
diye emrederse muhakkak ki, bu hususta ona bilgi vermiş ve bunu
insanlara anlatmasını istemiştir.
Ayetlerden
de anlaşıldığına göre, Resulullah kalplerdeki sahte inancı
bilmiyordu. Bir takım yapmacık hareketlere bakarak bir insana;
sen münafık bir insansın demek hiçbir kimsenin hakkı
değildir. Allah hiçbir kimseye; “sen müminsin, sen
münafıksın” diyen bir nüfus memurluğu beyan
buyurmamıştır. Zira kalplerin bilgisi ancak Allah’a aittir.
Bir çok ayette Cenabı Allah, kimin hidayete ermiş kimin de
sapıtmış zalimlerden olduğunu sadece kendisinin bildiğini
beyan buyurmuştur. (En'am 117, Nahl 225, Kasas 56, Kalem
7)
Bilinmesi
gereken bir hakikattir ki; Resulullah vahiy gelmedikçe münafıkları
bilmiyordu. Bir tahmin yürütecek de değildi. Zira kalplerin
bilgisinin yegane sahibi Allah’tır. Ama Kur-ana bakıyoruz ki
Allah (cc), Resulüne münafıklar hakkında şöyle bir emir
veriyor:
“Onlardan
(münafıklardan) ölen hiç birisine asla namaz kılma, onun
kabri başında da durma.” (Tevbe 84)
Burada
dikkate alınacak olan husus şudur: Allah’ın (cc) Kur-anda münafıkları
vasıflandırması ayrıdır, Resulün birinin davranışlarına
bakarak kalplerindeki duyguyu, imanı veya küfrü keşfetmesi
ve görmesi başkadır. Böyle birinin ise senelerce ömür
sürüp sonra da öldüğü zaman, bu süre içinde iman edip
etmediğini bilmek ise hiç mümkün değildir. Resul, münafıkların
hiç birisine namaz kılmayacaktı. Bu ayetin inişinden sonra,
aradan geçen onca zaman sonra kimin imanlı, kimin küfür
içinde öldüğünü, Resul bir beşer tecrübesiyle bilmesi
mümkün değildir.
Günümüzden
örnek verecek olursak; “Otuz sene imamlık ettim, ve ben
masondum” diyen insanlara bakarak diyoruz ki; Resulullah,
zan üzere birini münafıklıkla damgalayıp, bir bulmaca
çözer gibi kalpleri çözmemiş, bilakis Allah’ın
bildirdiği gayri metluv vahiyle onları bilmiş ve Allah’ın
emrini uygulamıştır.
Nitekim
rivayetlerde de belirtildiği gibi, Allah Resulü münafıkların
namazını kılmamış ve vefat etmeden önce sahabesi Huzeyfe
b. El-Yemani’ye onların isimlerini bildirmiştir.
15.
DELİL
Ve
yine Resulullahın gaibi bilmediği, ama Allah (cc)’ın; anlat
demesiyle, Resulullaha o konuda kendisine gerekli bilgiyi
verdiğine bir başka örnek de şöyledir:
“Onlara
(yahudilere) kendisine ayetlerimizden verdiğimiz fakat onlardan
sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan
ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik
elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve
hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna
benzer; eğer üstüne varsan dilini çıkartıp solur. İşte
ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Sen KISSAYI anlat.
Umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (Araf 175-176)
Allah’u
Tealanın Resulünden istediği kıssanın anlatılabilmesi, o
konuda gerekli bilginin Resule verilmesine bağlıdır.
Anlatılacak kıssa elbette ki Kur-an’daki kadarı ile
sınırlı değildir. Zira, Allah (cc); oku demiyor anlat
diyor. Eğer Kur-an’daki kadarıyla olsaydı; oku
derdi.
16.
DELİL
Dünyanın
karanlığa gömüldüğü, cehaletin kol gezdiği, insanların
ellerinin hünerleriyle şekillenen putların ilah edinildiği,
zulüm, kan, dehşet ve vahşetin asırlara damgasını
vurduğu, insanların, insanca yaşanacak hayata susadığı bir
zamanda, Mekke civarında bir nur parıldadı. İnsanlığa
saadetin kapılarını aralamış, dünya ahiret mutluluğunu
tattıracak olan bu nur, O şanlı Resulün mübarek iki dudağında
ifadesini layık olduğu şekilde bulacaktı.
Oysa,
bundan önce insanlar cehalet içerisinde idi. İnançları
şirk idi ve onlar puta tapıyorlardı. Ekonomi düzeni,
faizcilikti. Toplum düzenini kan damlayan kılıçların sivri
ucu belirliyordu. Fuhşiyat adeta gelenek görenek haline gelmiş,
“asaletli çocuk” diye erkekler kadınlarını kendi
elleriyle çirkefliğe gönderiyorlardı. İnsanlar kara zulümler
içerisindeydiler.
Birkaç
tane hanif vardı, onlar kavimlerinin bu durumuna pek bulaşmamış,
doğru olanı bulmaya çalışmışlardır. Kavminin bu
yaptıklarını çirkin bulup, onlara benzemek istemeyenlerin
birisi de Hz. Muhammed (as) Efendimiz idi. Ama ne yazık ki; Hz.
Peygamber Efendimizin, Allah (cc) vahiy göndermedikçe, ibadet,
muamelat, ukubat ve diğer hususlarda bir bilgiye sahip olması
mümkün değildi. Böyle bir şey bilinebilir olsaydı, zaten
Allah (cc) nebiler göndermez ve göndermeden de insanları sorguya
çekerdi.
Fakat
ne yazık ki, sünnet münkirleri bunun aksini (zannederim
kendileri şuurunda olmadan) iddia etmektedirler. Şöyle ki,
kendilerine vahyi gayri metluv için örnek olarak, Kur-anda
Allah’ın farz kıldığı; namaz, oruç, zekat, haç
ibadetlerinin tafsilatı açıklaması nerede denildiği zaman
onlar; “namaz, Hz. Adem’den beridir bilinen bire şeydir,
bunun açıklaması bir daha neden Kur-anda belirtilsin”
derler. Böylece de o kara cehaletin, önceki nebilerden kalan
namazı, yüzlerce-binlerce yıl koruyup, olduğu şekliyle
muhafaza ettiğine inanarak yukarıda söylediğimiz iddiayı
savunurlar.
Şu
garipliğe bakın ki onlar, sünnetin Allah Resulünden sonra
geçen zaman içerisinde korunmuş, toplanmış, itina gösterilmiş
olmasına rağmen, güven duymadıklarına sebep olarak
gösterdikleri zaman meselesi, onların, namaz biliniyordu
iddialarını ispat edebilmeleri için başvurabilecekleri tek
kaynağın bizzat kendisidir. Eğer namazın ve hatta diğer ibadetlerin
Allah’ın açıklamasına gerek duyulmayacak kadar tafsilatıyla
biliniyor, ahkamı olduğu gibi muhafaza edildiğini iddia
ediyorlarsa, tarih bu hususta kesin deliller veriyor demektir
ki; böyle bir iddiada bulunuyorlar. Böylece inkar ederken
dillerine doladıkları zaman dilimi, yani tarih meselesi, onların
hem reddedip, hem de aynı zamanda bu red ettiklerine mesnet
olacak tek şeydir. Böylece de sünnetin rivayetlerini bize ulaştıran
tarihi inkar etmek için tarihe bağlanmak ve ondan kendilerine
mesnet çıkarmak gibi çok acayip ama o kadarda komik bir
duruma düşmektedirler.
Korunmamış,
yazılmamış ve hatta tahrif olmalarından dolayı yeni bir
peygamberin gelmesine sebep olan ve Kur-an’da Allah’ın
tahrif edildiklerine, değiştirildiklerine şahit olduğu bozuk
ve çarpık inançlar arasında bulmaca çözer gibi Resulullahın
din aldığına, inanıp da, yazılan, korunan, özen
gösterilip üzerinde muhteşem kültürün oluştuğu ve hatta
nakilcilerinin bizzat Kur-anın nakilcileri olduğu sünneti
inkar etmek bilmiyorum acaba hangi mantığın ifadesi olabilir.
Hayır,
Allah Resulü kavmindeki veya başkalarındaki, ayakları yere
basmayan hurafeler dininden alıntılar yapmamış, bilakis Allah’ın
emriyle onların her şeyine yüz çevirmişti. Şayet ibadetler
yönü tamsa bu milletin, o zaman Resulün gelmesine ihtiyaç
kalmazdı ki.
Onların
düşüncelerinin yanlış olmalarına rağmen biz, delil
getirmeleri gereken tarihin bütünüyle, Mekke Araplarının
namaz diye bir şey bilmediklerine dair delillerini verelim: Hz.
Ali’nin, Hz. Peygamberi, Hz. Hatice ile birlikte namaz
kıldıklarını görünce; “Ya Muhammed (as) bu ne?”
dedi. Peygamberimiz de; “Ya Ali, bu Allah’ın seçtiği,
beğendiği dinidir. Ben seni, bir olan Allah’a inanmaya davet
eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayacak olan Lat ve
Uzza’ya bağlanmaktan sakındırırım.” dedi. Hz. Ali; “Ben
bugüne kadar hiç İŞİTMEDİM. Babama bu hususta bir
sorayım, danışayım.” dedi. (Hz. Muhammed (as) ve
İslamiyet, M. Asım Köksal, Mekke Devri, s. 139)
Görüldüğü
gibi Allah Resulü, Hz. Ali’ye iman teklif ediyor. İmanın
teklifi akıl baliğ olana yapılır. Demek ki; Hz. Ali o anda
iyiyi kötüden ayırt edebilen, toplumun din adına söylediklerini
veya yaptıklarını gören biri olmasına rağmen, Hz.
Peygamberin eğilip kalkmasını garipsiyor ve; “bu ne”
diyor. Eğer namaz bilinen ve icra edilen bir şey olsaydı Hz.
Ali bunu bilirdi.
Bu
namazı garipsemekte Hz. Ali yalnız değildir. Daha Müslüman
olmamış iki sahabe Abbas b. Abdulmuttalib ve Afifi Kindi’nin
Resulullahın bisetinin ilk günlerindeki bir müşahedelerinde
ki onların namaza yabancı olmalarını göstermesi bakımından
zikre değer: İbn Sad ve daha başkalarının rivayetlerine göre,
ashaptan Afifi Kindi demiştir ki; cahiliyet zamanında aile
halkıma elbiselik ve koku almak maksadıyla Mekke’ye gelmiş,
Abbas b. Abdulmuttalibin evine inmiştim. Abbasın yanında
oturuyor, güneş gökte yükseldiği vakit, Kabe’ye
bakıyordum. O sırada olgun bir genç, Kabe’nin yanına kadar
geldi. Başını göğe kaldırıp baktı. Sonra, ayakta Kabe’ye
doğru yöneldi. Daha sonra bir çocuk gelip onun sağına
dikildi. Çok geçmeden bir kadın gelip onların arkasına
durdu. Bundan sonra olgun genç eğilip rükuya gidince, çocuk
da kadın da rükudan başını kaldırıp doğruldular. Olgun
genç, secdeye gitti çocuk da kadın da secdeye gittiler.
Bunun
üzerine; “Ey Abbas, ben, büyük bir iş, şaşılacak
hadise görüyorum” dedim. Abbas; “Evet, büyük bir
iştir” dedi ve bana; “Bu olgun genç kimdir biliyor
musun?” diye sordu. “Hayır bilmiyorum” dedim. “Bu,
Abdulmuttalib’in oğlu Muhammed (as)’dır. Kardeşimin
oğludur” dedi. “Yanındaki bu çocuk kimdir,
biliyormusun?” diye sordu. “Hayır, bilmiyorum”
dedim. “Abdulmuttalib’in oğlu Ebu Talibin oğlu Ali’dir.
Kardeşimin oğludur” dedi. “Ya, bu kadının kim
olduğunu biliyor musun” dedi. “Hayır, bilmiyorum”
dedim. “Bu Hüveylid’in kızı Hatice’dir ve bu
kardeşimin oğlunun zevcesidir. Kardeşimin oğlu bize senin
şu gördüğün ve onların da salik bulundukları bu
dini, kendisine göklerin ve yerin sahibi olan Rabbinin emrettiğini
söylemektedir. Vallahi ben bütün yeryüzünde bu dinde şu
üç kişiden başka halen bir kimse bulunduğunu bilmiyorum”
dedi. (age, Köksal, Mekke Devri s. 140)
Rivayette
de görüldüğü üzere Afifi Kindi; “namaz kıldılar”
demeyip onların yaptıkları garip hareketleri anlatıyor,
tasvir ediyor. Demek ki, namaz bilinen bir şey değildir.
Hz.
Ali’nin Hz. Peygamberle dolaşır olduğunu duyan Ebu Talib,
durumu merak etmiş ve Hz. Ali’yi aramıştır. Her zaman ki
gibi Hz. Ali Resulullah’la beraber Mekke’nin dışına namaz
kılmak için gitmişti. Devamını kaynaklardan dinleyelim: “(Ebu
Talib) onlara Ebu Dub vadisinde ikindi namazı kılarlarken rastladı.
Peygamberimize; “Ey kardeşimin oğlu, senin edindiğini gördüğüm
bu din ne dindir?” dedi. Peygamberimiz; “Amca, bu
Allah’ın dini, meleklerin dini, peygamberlerin dini, babamız
İbrahim’in dinidir ki; Allah beni onunla, beni onunla gönderdi...”
dedi ve onu putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allah’ın
birliğini tanımaya davet etti. Ebu Talib; “Ey kardeşimin
oğlu! atalarımın salik bulundukları dinden ayrılmağa güç
yetiremeyeceğim. Fakat sen gönderildiğin şey üzerinde
dur...” (age, Köksal, Mekke Devri, s. 141)
Rivayette,
Ebu Talibin de namazı garipsediği onu yabancı gördüğü açıktır.
Aslında, eğer namaz bilinen bir şey olmuş olsaydı, bunu en
çok ifa edenler hanifler olacaktı. Ama haniflerin de böyle
bir namazı bilmediklerine tarih şahadet etmektedir.
Haniflerden biri olan Amr b. Tufeyl, bir gün Kabe’nin yanında
insanlara seslenir ve sonrada Kabe’ye yüzünü döndürerek
diz çöker ve; “Ey Rabbim, sana nasıl ibadet edileceğini
bilmiyorum. Şayet sana nasıl ibadet edileceğini bilseydim
öylece ibadet ederdim” der ve avuçlarının içini
yüzüne kapatıp başını toprağa sürer. (İbn İshak,
Sire,s.96)
Her
ne kadar tarihin, o gün namaz gibi bir ibadetin bilinmediğine
olan şehadeti bu kadar değilse de biz, esas olarak Kur-ana
dayanacağımız için Kur-andan bu konuyla ilgili delilleri
serdedelim. Meallerini vereceğimiz ayetlerde Cenab-ı Allah
özellikle Resulullahın geçmiş gaibi hadiseleri bilemeyeceği
vurgulanırken, onların hadiselerinden biri olan ibadetlerden
de hakikatine uygun bir vukufiyetine sahip olamayacağı
hakikati ayetlerde mündemiçtir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir.
Hz. Nuh’un kıssasını anlattıktan sonra Allah’u Teala şöyle
buyuruyor:
“Ey
Muhammed) işte bunlar sana vahyettiğimiz gaip haberlerdendir.
Bundan önce ne sen onları biliyordun ne de kavmin.” (Hud
49)
“(Resulüm)
Musa’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen batı yönünde
bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Bilakis
(o zamandan senin zamanına kadar) nice nesiller var ettik de
onların üzerinden uzun zaman geçti. Sen onlara ayetlerimizi
okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin,
aksine biz (başka) peygamberler göndermiştik.” (Kasas
44-45)
“(Ey
Muhammed) Biz. Sana bu Kur-anı vahyetmekle (geçmiş
milletlerin haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz.
Gerçek şu ki; “sen bundan önce (bu haberleri) ELBETTE BİLMEYENLERDEN
İDİN.” (Yusuf 3)
“Sen
kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (Şura 52)
“Sen
bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın.
Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut
48)
“İşte
bu Yusuf kıssası, gaip haberlerindendir. Onu sana biz
vahyediyoruz. Çünkü onlar hile yaparak işlerine karar
verdikleri zaman, sen onların yanında değildin (ki bunları
bilesin).” (Yusuf 102)
“Seni
şaşkın bulup da hidayete erdirmedi mi.” (Duhâ
7)
“(Ey
Muhammed) Biz, sana bu Kur-anı vahyetmekle (geçmiş
milletlerin haberlerini) en güzel bir şekilde sana
anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri)
elbette bilmeyenlerden idin.” (Yusuf 3)
“Sen
kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (Şura 52)
“Sen
bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın.
Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”
(Ankebut
48)
|