Ana Sayfa YIL 13   SAYI 149   SAFER 1423   MAYIS 2002 E-Mail

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ / Derleyen: Mehmed SAKİN

SÜNNET - VAHY İLİŞKİSİ VE PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI [11]

Bahaddin YÜKSEL

Buna göre şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Allah’u Teala nebisinin bilgisi dahilinde olmayan bir şeyi “haber ver” diye emrederse muhakkak ki, bu hususta ona bilgi vermiş ve bunu insanlara anlatmasını istemiştir.

Ayetlerden de anlaşıldığına göre, Resulullah kalplerdeki sahte inancı bilmiyordu. Bir takım yapmacık hareketlere bakarak bir insana; sen münafık bir insansın demek hiçbir kimsenin hakkı değildir. Allah hiçbir kimseye; “sen müminsin, sen münafıksın” diyen bir nüfus memurluğu beyan buyurmamıştır. Zira kalplerin bilgisi ancak Allah’a aittir. Bir çok ayette Cenabı Allah, kimin hidayete ermiş kimin de sapıtmış zalimlerden olduğunu sadece kendisinin bildiğini beyan buyurmuştur. (En'am 117, Nahl 225, Kasas 56, Kalem 7)

Bilinmesi gereken bir hakikattir ki; Resulullah vahiy gelmedikçe münafıkları bilmiyordu. Bir tahmin yürütecek de değildi. Zira kalplerin bilgisinin yegane sahibi Allah’tır. Ama Kur-ana bakıyoruz ki Allah (cc), Resulüne münafıklar hakkında şöyle bir emir veriyor:

“Onlardan (münafıklardan) ölen hiç birisine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma.” (Tevbe 84)

Burada dikkate alınacak olan husus şudur: Allah’ın (cc) Kur-anda münafıkları vasıflandırması ayrıdır, Resulün birinin davranışlarına bakarak kalplerindeki duyguyu, imanı veya küfrü keşfetmesi ve görmesi başkadır. Böyle birinin ise senelerce ömür sürüp sonra da öldüğü zaman, bu süre içinde iman edip etmediğini bilmek ise hiç mümkün değildir. Resul, münafıkların hiç birisine namaz kılmayacaktı. Bu ayetin inişinden sonra, aradan geçen onca zaman sonra kimin imanlı, kimin küfür içinde öldüğünü, Resul bir beşer tecrübesiyle bilmesi mümkün değildir.

Günümüzden örnek verecek olursak; “Otuz sene imamlık ettim, ve ben masondum” diyen insanlara bakarak diyoruz ki; Resulullah, zan üzere birini münafıklıkla damgalayıp, bir bulmaca çözer gibi kalpleri çözmemiş, bilakis Allah’ın bildirdiği gayri metluv vahiyle onları bilmiş ve Allah’ın emrini uygulamıştır.

Nitekim rivayetlerde de belirtildiği gibi, Allah Resulü münafıkların namazını kılmamış ve vefat etmeden önce sahabesi Huzeyfe b. El-Yemani’ye onların isimlerini bildirmiştir.

15. DELİL

Ve yine Resulullahın gaibi bilmediği, ama Allah (cc)’ın; anlat demesiyle, Resulullaha o konuda kendisine gerekli bilgiyi verdiğine bir başka örnek de şöyledir:

“Onlara (yahudilere) kendisine ayetlerimizden verdiğimiz fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer; eğer üstüne varsan dilini çıkartıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Sen KISSAYI anlat. Umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (Araf 175-176)

Allah’u Tealanın Resulünden istediği kıssanın anlatılabilmesi, o konuda gerekli bilginin Resule verilmesine bağlıdır. Anlatılacak kıssa elbette ki Kur-an’daki kadarı ile sınırlı değildir. Zira, Allah (cc); oku demiyor anlat diyor. Eğer Kur-an’daki kadarıyla olsaydı; oku derdi.

16. DELİL

Dünyanın karanlığa gömüldüğü, cehaletin kol gezdiği, insanların ellerinin hünerleriyle şekillenen putların ilah edinildiği, zulüm, kan, dehşet ve vahşetin asırlara damgasını vurduğu, insanların, insanca yaşanacak hayata susadığı bir zamanda, Mekke civarında bir nur parıldadı. İnsanlığa saadetin kapılarını aralamış, dünya ahiret mutluluğunu tattıracak olan bu nur, O şanlı Resulün mübarek iki dudağında ifadesini layık olduğu şekilde bulacaktı.

Oysa, bundan önce insanlar cehalet içerisinde idi. İnançları şirk idi ve onlar puta tapıyorlardı. Ekonomi düzeni, faizcilikti. Toplum düzenini kan damlayan kılıçların sivri ucu belirliyordu. Fuhşiyat adeta gelenek görenek haline gelmiş, “asaletli çocuk” diye erkekler kadınlarını kendi elleriyle çirkefliğe gönderiyorlardı. İnsanlar kara zulümler içerisindeydiler.

Birkaç tane hanif vardı, onlar kavimlerinin bu durumuna pek bulaşmamış, doğru olanı bulmaya çalışmışlardır. Kavminin bu yaptıklarını çirkin bulup, onlara benzemek istemeyenlerin birisi de Hz. Muhammed (as) Efendimiz idi. Ama ne yazık ki; Hz. Peygamber Efendimizin, Allah (cc) vahiy göndermedikçe, ibadet, muamelat, ukubat ve diğer hususlarda bir bilgiye sahip olması mümkün değildi. Böyle bir şey bilinebilir olsaydı, zaten Allah (cc) nebiler göndermez ve göndermeden de insanları sorguya çekerdi.

Fakat ne yazık ki, sünnet münkirleri bunun aksini (zannederim kendileri şuurunda olmadan) iddia etmektedirler. Şöyle ki, kendilerine vahyi gayri metluv için örnek olarak, Kur-anda Allah’ın farz kıldığı; namaz, oruç, zekat, haç ibadetlerinin tafsilatı açıklaması nerede denildiği zaman onlar; “namaz, Hz. Adem’den beridir bilinen bire şeydir, bunun açıklaması bir daha neden Kur-anda belirtilsin” derler. Böylece de o kara cehaletin, önceki nebilerden kalan namazı, yüzlerce-binlerce yıl koruyup, olduğu şekliyle muhafaza ettiğine inanarak yukarıda söylediğimiz iddiayı savunurlar.

Şu garipliğe bakın ki onlar, sünnetin Allah Resulünden sonra geçen zaman içerisinde korunmuş, toplanmış, itina gösterilmiş olmasına rağmen, güven duymadıklarına sebep olarak gösterdikleri zaman meselesi, onların, namaz biliniyordu iddialarını ispat edebilmeleri için başvurabilecekleri tek kaynağın bizzat kendisidir. Eğer namazın ve hatta diğer ibadetlerin Allah’ın açıklamasına gerek duyulmayacak kadar tafsilatıyla biliniyor, ahkamı olduğu gibi muhafaza edildiğini iddia ediyorlarsa, tarih bu hususta kesin deliller veriyor demektir ki; böyle bir iddiada bulunuyorlar. Böylece inkar ederken dillerine doladıkları zaman dilimi, yani tarih meselesi, onların hem reddedip, hem de aynı zamanda bu red ettiklerine mesnet olacak tek şeydir. Böylece de sünnetin rivayetlerini bize ulaştıran tarihi inkar etmek için tarihe bağlanmak ve ondan kendilerine mesnet çıkarmak gibi çok acayip ama o kadarda komik bir duruma düşmektedirler.

Korunmamış, yazılmamış ve hatta tahrif olmalarından dolayı yeni bir peygamberin gelmesine sebep olan ve Kur-an’da Allah’ın tahrif edildiklerine, değiştirildiklerine şahit olduğu bozuk ve çarpık inançlar arasında bulmaca çözer gibi Resulullahın din aldığına, inanıp da, yazılan, korunan, özen gösterilip üzerinde muhteşem kültürün oluştuğu ve hatta nakilcilerinin bizzat Kur-anın nakilcileri olduğu sünneti inkar etmek bilmiyorum acaba hangi mantığın ifadesi olabilir.

Hayır, Allah Resulü kavmindeki veya başkalarındaki, ayakları yere basmayan hurafeler dininden alıntılar yapmamış, bilakis Allah’ın emriyle onların her şeyine yüz çevirmişti. Şayet ibadetler yönü tamsa bu milletin, o zaman Resulün gelmesine ihtiyaç kalmazdı ki.

Onların düşüncelerinin yanlış olmalarına rağmen biz, delil getirmeleri gereken tarihin bütünüyle, Mekke Araplarının namaz diye bir şey bilmediklerine dair delillerini verelim: Hz. Ali’nin, Hz. Peygamberi, Hz. Hatice ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; “Ya Muhammed (as) bu ne?” dedi. Peygamberimiz de; “Ya Ali, bu Allah’ın seçtiği, beğendiği dinidir. Ben seni, bir olan Allah’a inanmaya davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayacak olan Lat ve Uzza’ya bağlanmaktan sakındırırım.” dedi. Hz. Ali; “Ben bugüne kadar hiç İŞİTMEDİM. Babama bu hususta bir sorayım, danışayım.” dedi. (Hz. Muhammed (as) ve İslamiyet, M. Asım Köksal, Mekke Devri, s. 139)

Görüldüğü gibi Allah Resulü, Hz. Ali’ye iman teklif ediyor. İmanın teklifi akıl baliğ olana yapılır. Demek ki; Hz. Ali o anda iyiyi kötüden ayırt edebilen, toplumun din adına söylediklerini veya yaptıklarını gören biri olmasına rağmen, Hz. Peygamberin eğilip kalkmasını garipsiyor ve; “bu ne” diyor. Eğer namaz bilinen ve icra edilen bir şey olsaydı Hz. Ali bunu bilirdi.

Bu namazı garipsemekte Hz. Ali yalnız değildir. Daha Müslüman olmamış iki sahabe Abbas b. Abdulmuttalib ve Afifi Kindi’nin Resulullahın bisetinin ilk günlerindeki bir müşahedelerinde ki onların namaza yabancı olmalarını göstermesi bakımından zikre değer: İbn Sad ve daha başkalarının rivayetlerine göre, ashaptan Afifi Kindi demiştir ki; cahiliyet zamanında aile halkıma elbiselik ve koku almak maksadıyla Mekke’ye gelmiş, Abbas b. Abdulmuttalibin evine inmiştim. Abbasın yanında oturuyor, güneş gökte yükseldiği vakit, Kabe’ye bakıyordum. O sırada olgun bir genç, Kabe’nin yanına kadar geldi. Başını göğe kaldırıp baktı. Sonra, ayakta Kabe’ye doğru yöneldi. Daha sonra bir çocuk gelip onun sağına dikildi. Çok geçmeden bir kadın gelip onların arkasına durdu. Bundan sonra olgun genç eğilip rükuya gidince, çocuk da kadın da rükudan başını kaldırıp doğruldular. Olgun genç, secdeye gitti çocuk da kadın da secdeye gittiler.

Bunun üzerine; “Ey Abbas, ben, büyük bir iş, şaşılacak hadise görüyorum” dedim. Abbas; “Evet, büyük bir iştir” dedi ve bana; “Bu olgun genç kimdir biliyor musun?” diye sordu. “Hayır bilmiyorum” dedim. “Bu, Abdulmuttalib’in oğlu Muhammed (as)’dır. Kardeşimin oğludur” dedi. “Yanındaki bu çocuk kimdir, biliyormusun?” diye sordu. “Hayır, bilmiyorum” dedim. “Abdulmuttalib’in oğlu Ebu Talibin oğlu Ali’dir. Kardeşimin oğludur” dedi. “Ya, bu kadının kim olduğunu biliyor musun” dedi. “Hayır, bilmiyorum” dedim. “Bu Hüveylid’in kızı Hatice’dir ve bu kardeşimin oğlunun zevcesidir. Kardeşimin oğlu bize senin şu gördüğün ve onların da salik bulundukları bu dini, kendisine göklerin ve yerin sahibi olan Rabbinin emrettiğini söylemektedir. Vallahi ben bütün yeryüzünde bu dinde şu üç kişiden başka halen bir kimse bulunduğunu bilmiyorum” dedi. (age, Köksal, Mekke Devri s. 140)

Rivayette de görüldüğü üzere Afifi Kindi; “namaz kıldılar” demeyip onların yaptıkları garip hareketleri anlatıyor, tasvir ediyor. Demek ki, namaz bilinen bir şey değildir.

Hz. Ali’nin Hz. Peygamberle dolaşır olduğunu duyan Ebu Talib, durumu merak etmiş ve Hz. Ali’yi aramıştır. Her zaman ki gibi Hz. Ali Resulullah’la beraber Mekke’nin dışına namaz kılmak için gitmişti. Devamını kaynaklardan dinleyelim: “(Ebu Talib) onlara Ebu Dub vadisinde ikindi namazı kılarlarken rastladı. Peygamberimize; “Ey kardeşimin oğlu, senin edindiğini gördüğüm bu din ne dindir?” dedi. Peygamberimiz; “Amca, bu Allah’ın dini, meleklerin dini, peygamberlerin dini, babamız İbrahim’in dinidir ki; Allah beni onunla, beni onunla gönderdi...” dedi ve onu putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allah’ın birliğini tanımaya davet etti. Ebu Talib; “Ey kardeşimin oğlu! atalarımın salik bulundukları dinden ayrılmağa güç yetiremeyeceğim. Fakat sen gönderildiğin şey üzerinde dur...” (age, Köksal, Mekke Devri, s. 141)

Rivayette, Ebu Talibin de namazı garipsediği onu yabancı gördüğü açıktır. Aslında, eğer namaz bilinen bir şey olmuş olsaydı, bunu en çok ifa edenler hanifler olacaktı. Ama haniflerin de böyle bir namazı bilmediklerine tarih şahadet etmektedir. Haniflerden biri olan Amr b. Tufeyl, bir gün Kabe’nin yanında insanlara seslenir ve sonrada Kabe’ye yüzünü döndürerek diz çöker ve; “Ey Rabbim, sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum. Şayet sana nasıl ibadet edileceğini bilseydim öylece ibadet ederdim” der ve avuçlarının içini yüzüne kapatıp başını toprağa sürer. (İbn İshak, Sire,s.96)

Her ne kadar tarihin, o gün namaz gibi bir ibadetin bilinmediğine olan şehadeti bu kadar değilse de biz, esas olarak Kur-ana dayanacağımız için Kur-andan bu konuyla ilgili delilleri serdedelim. Meallerini vereceğimiz ayetlerde Cenab-ı Allah özellikle Resulullahın geçmiş gaibi hadiseleri bilemeyeceği vurgulanırken, onların hadiselerinden biri olan ibadetlerden de hakikatine uygun bir vukufiyetine sahip olamayacağı hakikati ayetlerde mündemiçtir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir. Hz. Nuh’un kıssasını anlattıktan sonra Allah’u Teala şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammed) işte bunlar sana vahyettiğimiz gaip haberlerdendir. Bundan önce ne sen onları biliyordun ne de kavmin.” (Hud 49)

“(Resulüm) Musa’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Bilakis (o zamandan senin zamanına kadar) nice nesiller var ettik de onların üzerinden uzun zaman geçti. Sen onlara ayetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin, aksine biz (başka) peygamberler göndermiştik.” (Kasas 44-45)

“(Ey Muhammed) Biz. Sana bu Kur-anı vahyetmekle (geçmiş milletlerin haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; “sen bundan önce (bu haberleri) ELBETTE BİLMEYENLERDEN İDİN.” (Yusuf 3)

“Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (Şura 52)

“Sen bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut 48)

“İşte bu Yusuf kıssası, gaip haberlerindendir. Onu sana biz vahyediyoruz. Çünkü onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman, sen onların yanında değildin (ki bunları bilesin).” (Yusuf 102)

“Seni şaşkın bulup da hidayete erdirmedi mi.” (Duhâ 7)

“(Ey Muhammed) Biz, sana bu Kur-anı vahyetmekle (geçmiş milletlerin haberlerini) en güzel bir şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmeyenlerden idin.” (Yusuf 3)

“Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (Şura 52)

“Sen bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut 48)

YIL 13  SAYI 149  SAFER 1422  MAYIS 2002

Yukarı