Akide;
insan, hayat, kainat, hayatın öncesi ve sonrası, bunların
öncesi ve sonrası ile olan ilişkisi hakkında bütünsel bir düşünce
ortaya koymak olarak tanımlanmıştır. Bunu anlamak için akidenin
nasıl oluştuğuna bir göz atmak gerekmektedir. Şüphesiz Allah’u
Teala insanı bir fıtrat üzerine yaratmıştır. İnsan onsuz düşünülemez.
O insanın yaratılışından bir parçadır. Allah (cc) ayette şöyle
buyurmaktadır.
"O
halde yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir, Allah'ın
fıtratına çevir ki O insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.
Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din (budur)
fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum30)
Resulullah
(sav) de şöyle buyurmuştur: "Her doğan ancak fıtrat
üzere doğar. Sonra onu anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi
yapar"
Fıtrat;
insan katında tabii acizlikten kaynaklanan müdebbir bir yaratıcıya
olan ihtiyacı algılamaktır. İsteğe bağlı olarak değil de
yaratılışında onun varlığını zorunlu olarak hisseder. Aynı
zamanda fıtratta hissedilecek bir olgudur. Bundan dolayı insan o
olguyu ve onun nasıl çalıştığını anlayabilir. İşte
insanın bu idraki; tamamen kendisine onunla nasıl bir ilişki içerisinde
olması gerektiğinin bilgisini verir. İnsanda fıtratın
varlığı onu o fıtratın doyumuna sevk eder. İnsan eşyayı
eşya olduğundan, ilmi ilim olduğundan ve aksiyonu aksiyon olduğundan
dolayı yerine getirmez. Bilakis bunları fıtratında var olan doyurulması
gereken içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını doyurmak için yapar.
Onun maslahatı bu doyuma bağlıdır. Onun doyumu ile insan
yeterlilik, kanmışlık ve huzur bulur. Şayet onu doyurmaz ise
rahatsızlık ve huzursuzluk duyar. Allah’u (cc) insanı, bunları
bilecek ve fıtratının doyumuna ilişkin yola girecek şekilde
yaratmıştır.
İnsan
içerisinde yaratıcı olan Allah’a iman edecek fıtri bir yönelme
(trend) ve benliğinin derinliklerinde o yaratıcı ilahın kemal
niteliklere sahip olduğunu, O İlaha ibadet etmesi gerektiğini ve
içerisindeki her hareketlenmede bu yöneliş ile insicam içinde
olan bir çok fıtri duygular topluluğu bulur. Mesela; ruhaniyet,
korku, huşu, boyun eğme, itaatkarlık, yüceltme, ululamak, tazim
ve takdis (kutsamak) gibi. İşte bu fıtri yönelme ve duygu insanın
huzur bulabilmesi için doğru bir düzenlemeye muhtaçtır. Eğer
insan bunları sistematik veya doğru bir şekilde düzenlemezse, o
zaman huzursuzluk, üzüntü, karışıklık ve rahatsızlık içerisinde
yaşamını sürdürür. Bundan dolayı insan doğru bir şekilde
yaratıcısını bilmeye ve yaratıcısı ile olan doğru ilişkiyi
sınırlandırma ihtiyacı hisseder. Böyle yapmakla insan, refah
bir hayat, bol ve geniş bir yaşam sürerek kalbinin güvenle dolu
olduğunu görür.
Keza
insan benliğinde kendini himaye etme ve hayatını korumaya iten
fıtri bir eğilim bulur. Bunun içinde devamlılığını
sağlayacak güven ve emniyeti gerektiren işlerde bulunur. Buna
paralel olarak kendisinde o eğilim cinsinden duygular hasıl olur.
Mesela; korkaklık, malı sevme, sosyallık, liderlik, nefsini müdafaa
etme, ilgisizlik, atılganlık, cimrilik ve cömertlik şuuru gibi.
İnsan bu fenomenler mukabilinde kendi hayatını garanti edecek ve
bu fenomenleri düzenli, doğru bir şekilde tasarruf edecek
kanunlar, yasalar aramaya koyulur. Ne zaman bu yasalara ulaşırsa
onları tatbik etmeye başlar. Binaenaleyh bu yasaların var olmasının
sebebi, insanın kendi benliğinde bu duyguları hissetmiş
olmasıdır. Onun için bu yasalarda asıl olan, varolmasının
hedefini gerçekleştirir bir şekilde olmasıdır. Yani bu yasalar
insandaki açlıklardan dolayı vardır. Ondan dolayı bu yasaların
o açlıkları doğru bir şekilde düzenleyen yasalar olması
elzemdir.
Aynı
şekilde insanda başka bir fıtri eğilimde insan türünün yok
olmaması için onu korumaya yönelik olan meyildir ( trenddir).
Bunun göstergesi (fenomeni) ise o eğilimi gerçekleştirmeyi hedef
edinen duygular topluluğunun varlığıdır. Mesela hem cinse olan
eğilim, üremeye (çoğalma) olan ihtiyaç, babalık, annelik,
kardeşlik, amcalık, halalık duygusu gibi. Bunların önemi anne
veya babanın olmadığı durumlarda açığa çıkar. Başka;
yangında olanın yardımına koşmak, tehdit altında olanı
kurtarmak veya tanımasa da fakire merhamet ve şefkat etmesi gibi.
İşte bu duyguların bütünü, insan türünü korumaya yönelik
duygulardır. Bu hedefin gerçekleşmesi için hatta insanın huzur
ve müsterih olması için onların sistematik bir şekilde düzene
ihtiyacı vardır. Çünkü doğru bir sistemin olmaması insan türünün
yok olması ve tükenmesi anlamına gelir. Yukarıda belirttiğimiz
duyguların hangisi doyuma muhtaç ise insan onları doyurur.
Harekete geçmeyen veya doyuma muhtaç olmayan duyguların doyurulma
ihtiyacı ve önemi yoktur. İnsanın maslahatı bu duyguların
sadece doyurulma istek ve arzusuna bağlı değil, ancak onun
maslahatı bu fıtri istek ve arzuların doğru bir şekilde
doyurulmasına bağlıdır. İşte fıtrat hakkında kısa bilgi budur.
Peki insan nasıl o fıtratın doyumu ile ilgili doğru bir sisteme
ve o fıtratı huzur ve güven içerisinde kılabilir? Burada aklın
rolü açığa çıkıyor, zira bunun bilinmesi ancak akıl ile mümkündür.
İsterse akıl bizzat kendi bu sorunun cevabına ulaşsın veya her
hangi bir vasıta ile ulaşsın fark etmez. Akıl bu konuda hüküm
verecek, anlayabilecek, ölçebilecek, tartabilecek, seçebilecek,
ilişkilendirebilecek, üretim yapabilecek yegane argümandır.
Fıtrat, akla doyum metodunda düşünmesi için baskı yapar.
Akılda bu baskı karşısında harekete geçerek çalışmaya başlar
ve onu mercek altına alır. Fıtrat sadece her hangi bir şeye
ihtiyaç olduğu hissinden ibarettir. O doyum yönünü ve metodunu
sınırlandıramaz. Örnek olarak fıtrat sadece ibadet etmeye müstahak
olana ibadet etme ihtiyacını hisseder. Fakat kim ibadet edilmeye
layıktır ve kendisi ile doyum işleminin tamamlanacağı metodun
sınırlandırılmasını yapamaz. Burada akıl devreye girerek araştırmadan
sonra cevaba ulaşır. Ve yine fıtrat sadece yaşamının devam
etmesi için mülk edinmeye olan ihtiyacı hisseder, fakat
sınırlandırma yapamaz. Hangi eşyalar mülk edinilir, mülkiyetin
çeşitleri nedir? Mülk edinme işlemi nasıl tamamlanır gibi
soruların cevabını bulamaz. Bunların cevabı akla bırakılmıştır.
Yine, fıtrat sadece hem cinse olan ihtiyacı algılar, fakat yönünü
ve metodunu sınırlandıramaz. Doğru bir eyleme ulaşmak için araştırmayı
yapan akıldır. Bundan dolayı şöyle söylememiz mümkündür, fıtrat
kör, akıl onun gözüdür, fıtrat dilsiz, akıl onun dilidir.
Buradan hareketle akıl; fıtratın istek ve arzuları olmadan çalışamaz
ve çalışmasında fıtrattan ayrı bir varlık oluşturamaz.
Bilakis ikisi beraber hareket eder. Fıtrat önce, akıl sonradır,
fıtrat asıl, akıl ise onun içsel sorularına cevap vermek için
düşünendir. Binaenaleyh, düşünme ve düşünceler fıtratın
isteklerini doyuma ulaştırmayı sistemleştiren doğru bir nizamı
bilmek için olur. İşte akıl, fıtrat ilişkisi böyledir. Yeri
gelmişken kısaca aklın rolünden bahsetmek istiyoruz. Akıl,
fıtrat ilişkisinde aklın iki rolü vardır. Birincisi; hakemlik
rolü, ikincisi anlama rolüdür. Hakemlik rolü; akıl incelemeye
aldığı konuda görüş verir. Burada akıl yalnız hareket
ederek, her akıl sahibinin kabullendiği, hiç bir akıl arasında
farkın olmadığı bedihiyyata itimat eder. Akıl bu rolü ile yaşamda
insanın kendi kendine sorduğu bütün sorulara cevap veren, hayata
bakış açısını belirleyen, bütün fikirlerin üzerine inşa
edildiği, eylemlerin ona kıyaslandığı fikri prensibi
ispatlamaya çalışır. Ne zaman akıl bu prensibe veya bütünsel
düşünceye ulaşır, işte fıtrat o prensibe göre seyrederek
huzur bulur ve insan arzusunu ona, onun hükümlerine ve ondan fışkıran
çözümlere tabi kılar. Bu rolde aklın işi, fıtratı fikren
doyuma ulaştırması söz konusudur. O fikir de müdebbir, yaratıcı
olan Allah’a iman etmektir. Buradaki düşünme, yaratılmışlardan
hareket edilerek Allah’ın varlığı, birliği, azameti ve
kudreti hakkındadır. Buradaki aklin düşünme metodu aydın
olması gerekir. Akıl araştırdığı konuda, kendi başına cevaba
ulaştığı için ona burada hakemlik rolü verilmiştir. Bundan
sonra insan hayatta karşılaşacağı bütün fikir ve yargılara
yukarıda tespit ettiğimiz fikri prensibe göre ölçmesi
gerekmektedir. Yani LÂ İLAHE İLLALLAH kaidesi onun gözü ve kulağıdır.
O prensibin kabul ettiği fikirler doğru, onun kabul etmediği
fikirler yanlıştır. Müslüman’ın pratik hayatta bundan başka
ne bir ölçüsü ne de bir terazisi vardır. Fikir, olay, olgu ve
vakaları kelimelerle ifade etme sanatıdır. Buna binaen fikirlerin
akide üzerine inşa edilmesine, akidenin düşünsel (fikri) yönü
denir. Bu yön ile fikirlerin binası söz konusudur, çözümlerin
çıkarılması değil. Buna örnek verecek olursak; sekülarizm
(laiklik), liberalizm, globalleşme, demokrasi, evrim teorisi,
sosyalizm, komünizm ve buna benzeyen fikirlerin İslam’la çeliştiğini,
İslam’dan olmadığını hep o kaide, yani; LÂ İLAHE İLLALLAH
MUHAMMEDUN RASULULLAH üzerine bina edilerek İslam’la taban
tabana zıt olduğu anlaşılır. İkincisi; anlama rolü; akıl,
yaratıcı olan Allah’a, Muhammed (s.a.v)’min Allah’ın Resulü
olduğuna ve Kuran’ın Allah’ın kelamı olduğuna ulaştıktan
sonra, Allah’ın kendisinden istediği hususların neler olduğunu
anlama rolüne intikal eder. Muhtelif hayat işlerinde, Allah’a
kulluğun nasıl olması gerektiğini bilmek için naslarda ki Allah’ın
muradını anlamaya çalışır. Aklın görevi; müstakil olarak
naslar üzerinde hakem olma ve onlar hakkında görüş belirtme
değil, ancak onlara tabi olmak ve onlar ışığında seyrederek
onları kendine mürşid kılmaktır. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Hayır
öyle değil; Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme,
içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” (Nisa 65)
Resulullah
(s.a.v) söyle buyurmuştur; “Sizden biriniz, arzularını,
benim getirdiğim Hak yol önünde boyun eğdirmedikçe mümin olduğunu
iddia edemez”
Binaenaleyh,
akıl doğru sisteme kendi başına değil, bilakis vahiy
aracılığı ile ulaşmaktadır. Ve görevi akideyi baz alarak,
çözümünü aradığı vakayı ve bu vakaya ilişkin nasları
anlamaya çalışmakta, daha sonrada Arap lügati ve fıkıhta ki
usul kaideleri ışığında şer-i hükmü istinbat (çıkarmak)
etmektir. Buna da akidenin hukuksal (teşri) yönü denir. Başka
bir deyimle ekonomi, yönetim, ahlak, sosyal ilişkiler ve
ibadetlere ilişkin fiillerde “LÂ İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN
RASULULLAH” kelimesini esas alarak doğru bir metotla,
çözümünü şer-i naslarda aramaya çalışmaya, akidenin teşrii
yönü denir. Burada düşünce derinliğe dayanmaktadır. İnsan,
vahiy aracılığı ile şer-i hükme ulaştıktan sonra maksadı,
onu tenfiz etmek ve kendisinden istenilen, ona bağlanmaktır.
İşte insan böyle hareket ederek, Allah’ın hükümlerini doğru
bir şekilde anlar, sadece anlamakla kalmaz, onu fiilleri ile ilişkilendirir
ve hayatını şer-i hükme göre düzenler. Müslüman böyle
yapmakla İslami bir kimliğe (şahsiyet) bürünür, insanlar arasında
siması belli olur ve bir güneş gibi parlar. Kızması gereken
yerde kızar, merhamet etmesi gereken yerde merhamet eder ne aşırılığa
ne de kolaycılığa kaçar. İslam dini ne “kan, ihtilal, gözyaşı
ve savaş dinidir” ve aydınların tarihi ihanetlerle, alimlerin
tarihi başkaldırılarla doludur. Veya abdest ancak kanla alınır
diyenler gibi olmaz; ne de İslam dini, yaratılanı severiz
yaratandan ötürü ve gelin canlar bir olalım veya ne olursan ol
yine gel diyen “sevgi, kardeşlik, hoşgörü ve müsamaha”
muhteviyatlı anlayışa sahip olanlar gibi olmaz
İnancın
hukuksal yönü; problemlere, meselelere çözüm bulmakla alakalıdır.
Hayatta karşılaşılan her hangi bir problemin çözümü İslam’da
aranır. Bunun dışındaki hiç bir sistem veya inançta o
problemin çözümü aranmaz, hatta aramak haramdır. İslam
hayattaki her probleme çare ve çözüm bulacak şekilde
gelmiştir, şayet öyle olmamış olsaydı, ideoloji olmaktan uzak
olurdu. Çünkü bir inancın ideoloji olabilmesinin şartı küçük,
büyük her hangi bir probleme çare bulmasıdır. Evet akidenin,
hukuksal yönü böyledir. İşte naslardan çıkarılan bu çözüm
ve çarelerle insanların işlerini gütmek, akidenin politik
yönünü oluşturmaktadır. Siyaset; insanların işlerini içte ve
dışta bir inanca göre yürütmektir. Bu devlet ve partiler tarafından
yürütülür. Devlet fiili olarak, parti veya ümmet de fikri
olarak, yani devleti muhasebe etmekle yürütür. İslam akidesi
siyasi bir akidedir. Başka bir ifadeyle Müslümanların işlerini
İslam, LÂ İLAHE İLLALLAH prensibine göre yürütür. Bu görevi
de bizzat devlet yüklenir. Devlet, içte Müslümanlara İslami hükümleri
uygular, dışta da Müslümanların işlerini, akideye uygun olarak
yürütür. Devlete yön ve biçim veren akidedir. Yani hukuk
devleti söz konusudur, devletin hukuku değil. Şayet devlet
akideye yön ve şekil verirse, o akide veya inanç bozulmaya yüz
tutmuş demektir. Bundan dolayı bugün siyasal İslam’dan bahsedemeyiz.
Çünkü; siyasal İslam, İslam devletinin varlığına
bağlıdır. Bugün ise böyle bir devlet hayatta yoktur. Evet
akidenin siyasi olması demek kısaca budur. Maalesef bugün
Müslümanlar, akidenin bu yönünü ihmal etmişlerdir. Onları
buna iten sebep; İslam’ın Hıristiyanlık gibi sadece ruhani bir
din olduğunun zannına varmış olmaları. Diğer bir sebep de İslam’ın
toplumsal hayattan uzaklaştırılmış olmasıdır. Onun için
Müslümanları tekrar İslami kültürle kültürleştirmek ve
siyasi bir akide olması itibariyle, İslam akidesinden fışkıran
hüküm ve fikirlerin açıklanması gereklidir. Ancak böyle
yapmakla Müslümanlar siyasi uyanıklılığa sahip olabilirler.
|