Ana Sayfa YIL 13   SAYI 152   C.EVVEL 1423   AĞUSTOS 2002 E-Mail

İSLAM AKİDESİNİN FİKRİ TESİRİ VE SİYASİ YÖNÜ

Yasin KAYA

Akide; insan, hayat, kainat, hayatın öncesi ve sonrası, bunların öncesi ve sonrası ile olan ilişkisi hakkında bütünsel bir düşünce ortaya koymak olarak tanımlanmıştır. Bunu anlamak için akidenin nasıl oluştuğuna bir göz atmak gerekmektedir. Şüphesiz Allah’u Teala insanı bir fıtrat üzerine yaratmıştır. İnsan onsuz düşünülemez. O insanın yaratılışından bir parçadır. Allah (cc) ayette şöyle buyurmaktadır.

"O halde yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir, Allah'ın fıtratına çevir ki O insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din (budur) fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum30)

Resulullah (sav) de şöyle buyurmuştur: "Her doğan ancak fıtrat üzere doğar. Sonra onu anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar"

Fıtrat; insan katında tabii acizlikten kaynaklanan müdebbir bir yaratıcıya olan ihtiyacı algılamaktır. İsteğe bağlı olarak değil de yaratılışında onun varlığını zorunlu olarak hisseder. Aynı zamanda fıtratta hissedilecek bir olgudur. Bundan dolayı insan o olguyu ve onun nasıl çalıştığını anlayabilir. İşte insanın bu idraki; tamamen kendisine onunla nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiğinin bilgisini verir. İnsanda fıtratın varlığı onu o fıtratın doyumuna sevk eder. İnsan eşyayı eşya olduğundan, ilmi ilim olduğundan ve aksiyonu aksiyon olduğundan dolayı yerine getirmez. Bilakis bunları fıtratında var olan doyurulması gereken içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını doyurmak için yapar. Onun maslahatı bu doyuma bağlıdır. Onun doyumu ile insan yeterlilik, kanmışlık ve huzur bulur. Şayet onu doyurmaz ise rahatsızlık ve huzursuzluk duyar. Allah’u (cc) insanı, bunları bilecek ve fıtratının doyumuna ilişkin yola girecek şekilde yaratmıştır.

İnsan içerisinde yaratıcı olan Allah’a iman edecek fıtri bir yönelme (trend) ve benliğinin derinliklerinde o yaratıcı ilahın kemal niteliklere sahip olduğunu, O İlaha ibadet etmesi gerektiğini ve içerisindeki her hareketlenmede bu yöneliş ile insicam içinde olan bir çok fıtri duygular topluluğu bulur. Mesela; ruhaniyet, korku, huşu, boyun eğme, itaatkarlık, yüceltme, ululamak, tazim ve takdis (kutsamak) gibi. İşte bu fıtri yönelme ve duygu insanın huzur bulabilmesi için doğru bir düzenlemeye muhtaçtır. Eğer insan bunları sistematik veya doğru bir şekilde düzenlemezse, o zaman huzursuzluk, üzüntü, karışıklık ve rahatsızlık içerisinde yaşamını sürdürür. Bundan dolayı insan doğru bir şekilde yaratıcısını bilmeye ve yaratıcısı ile olan doğru ilişkiyi sınırlandırma ihtiyacı hisseder. Böyle yapmakla insan, refah bir hayat, bol ve geniş bir yaşam sürerek kalbinin güvenle dolu olduğunu görür.

Keza insan benliğinde kendini himaye etme ve hayatını korumaya iten fıtri bir eğilim bulur. Bunun içinde devamlılığını sağlayacak güven ve emniyeti gerektiren işlerde bulunur. Buna paralel olarak kendisinde o eğilim cinsinden duygular hasıl olur. Mesela; korkaklık, malı sevme, sosyallık, liderlik, nefsini müdafaa etme, ilgisizlik, atılganlık, cimrilik ve cömertlik şuuru gibi. İnsan bu fenomenler mukabilinde kendi hayatını garanti edecek ve bu fenomenleri düzenli, doğru bir şekilde tasarruf edecek kanunlar, yasalar aramaya koyulur. Ne zaman bu yasalara ulaşırsa onları tatbik etmeye başlar. Binaenaleyh bu yasaların var olmasının sebebi, insanın kendi benliğinde bu duyguları hissetmiş olmasıdır. Onun için bu yasalarda asıl olan, varolmasının hedefini gerçekleştirir bir şekilde olmasıdır. Yani bu yasalar insandaki açlıklardan dolayı vardır. Ondan dolayı bu yasaların o açlıkları doğru bir şekilde düzenleyen yasalar olması elzemdir.

Aynı şekilde insanda başka bir fıtri eğilimde insan türünün yok olmaması için onu korumaya yönelik olan meyildir ( trenddir). Bunun göstergesi (fenomeni) ise o eğilimi gerçekleştirmeyi hedef edinen duygular topluluğunun varlığıdır. Mesela hem cinse olan eğilim, üremeye (çoğalma) olan ihtiyaç, babalık, annelik, kardeşlik, amcalık, halalık duygusu gibi. Bunların önemi anne veya babanın olmadığı durumlarda açığa çıkar. Başka; yangında olanın yardımına koşmak, tehdit altında olanı kurtarmak veya tanımasa da fakire merhamet ve şefkat etmesi gibi. İşte bu duyguların bütünü, insan türünü korumaya yönelik duygulardır. Bu hedefin gerçekleşmesi için hatta insanın huzur ve müsterih olması için onların sistematik bir şekilde düzene ihtiyacı vardır. Çünkü doğru bir sistemin olmaması insan türünün yok olması ve tükenmesi anlamına gelir. Yukarıda belirttiğimiz duyguların hangisi doyuma muhtaç ise insan onları doyurur. Harekete geçmeyen veya doyuma muhtaç olmayan duyguların doyurulma ihtiyacı ve önemi yoktur. İnsanın maslahatı bu duyguların sadece doyurulma istek ve arzusuna bağlı değil, ancak onun maslahatı bu fıtri istek ve arzuların doğru bir şekilde doyurulmasına bağlıdır. İşte fıtrat hakkında kısa bilgi budur. Peki insan nasıl o fıtratın doyumu ile ilgili doğru bir sisteme ve o fıtratı huzur ve güven içerisinde kılabilir? Burada aklın rolü açığa çıkıyor, zira bunun bilinmesi ancak akıl ile mümkündür. İsterse akıl bizzat kendi bu sorunun cevabına ulaşsın veya her hangi bir vasıta ile ulaşsın fark etmez. Akıl bu konuda hüküm verecek, anlayabilecek, ölçebilecek, tartabilecek, seçebilecek, ilişkilendirebilecek, üretim yapabilecek yegane argümandır. Fıtrat, akla doyum metodunda düşünmesi için baskı yapar. Akılda bu baskı karşısında harekete geçerek çalışmaya başlar ve onu mercek altına alır. Fıtrat sadece her hangi bir şeye ihtiyaç olduğu hissinden ibarettir. O doyum yönünü ve metodunu sınırlandıramaz. Örnek olarak fıtrat sadece ibadet etmeye müstahak olana ibadet etme ihtiyacını hisseder. Fakat kim ibadet edilmeye layıktır ve kendisi ile doyum işleminin tamamlanacağı metodun sınırlandırılmasını yapamaz. Burada akıl devreye girerek araştırmadan sonra cevaba ulaşır. Ve yine fıtrat sadece yaşamının devam etmesi için mülk edinmeye olan ihtiyacı hisseder, fakat sınırlandırma yapamaz. Hangi eşyalar mülk edinilir, mülkiyetin çeşitleri nedir? Mülk edinme işlemi nasıl tamamlanır gibi soruların cevabını bulamaz. Bunların cevabı akla bırakılmıştır. Yine, fıtrat sadece hem cinse olan ihtiyacı algılar, fakat yönünü ve metodunu sınırlandıramaz. Doğru bir eyleme ulaşmak için araştırmayı yapan akıldır. Bundan dolayı şöyle söylememiz mümkündür, fıtrat kör, akıl onun gözüdür, fıtrat dilsiz, akıl onun dilidir. Buradan hareketle akıl; fıtratın istek ve arzuları olmadan çalışamaz ve çalışmasında fıtrattan ayrı bir varlık oluşturamaz. Bilakis ikisi beraber hareket eder. Fıtrat önce, akıl sonradır, fıtrat asıl, akıl ise onun içsel sorularına cevap vermek için düşünendir. Binaenaleyh, düşünme ve düşünceler fıtratın isteklerini doyuma ulaştırmayı sistemleştiren doğru bir nizamı bilmek için olur. İşte akıl, fıtrat ilişkisi böyledir. Yeri gelmişken kısaca aklın rolünden bahsetmek istiyoruz. Akıl, fıtrat ilişkisinde aklın iki rolü vardır. Birincisi; hakemlik rolü, ikincisi anlama rolüdür. Hakemlik rolü; akıl incelemeye aldığı konuda görüş verir. Burada akıl yalnız hareket ederek, her akıl sahibinin kabullendiği, hiç bir akıl arasında farkın olmadığı bedihiyyata itimat eder. Akıl bu rolü ile yaşamda insanın kendi kendine sorduğu bütün sorulara cevap veren, hayata bakış açısını belirleyen, bütün fikirlerin üzerine inşa edildiği, eylemlerin ona kıyaslandığı fikri prensibi ispatlamaya çalışır. Ne zaman akıl bu prensibe veya bütünsel düşünceye ulaşır, işte fıtrat o prensibe göre seyrederek huzur bulur ve insan arzusunu ona, onun hükümlerine ve ondan fışkıran çözümlere tabi kılar. Bu rolde aklın işi, fıtratı fikren doyuma ulaştırması söz konusudur. O fikir de müdebbir, yaratıcı olan Allah’a iman etmektir. Buradaki düşünme, yaratılmışlardan hareket edilerek Allah’ın varlığı, birliği, azameti ve kudreti hakkındadır. Buradaki aklin düşünme metodu aydın olması gerekir. Akıl araştırdığı konuda, kendi başına cevaba ulaştığı için ona burada hakemlik rolü verilmiştir. Bundan sonra insan hayatta karşılaşacağı bütün fikir ve yargılara yukarıda tespit ettiğimiz fikri prensibe göre ölçmesi gerekmektedir. Yani LÂ İLAHE İLLALLAH kaidesi onun gözü ve kulağıdır. O prensibin kabul ettiği fikirler doğru, onun kabul etmediği fikirler yanlıştır. Müslüman’ın pratik hayatta bundan başka ne bir ölçüsü ne de bir terazisi vardır. Fikir, olay, olgu ve vakaları kelimelerle ifade etme sanatıdır. Buna binaen fikirlerin akide üzerine inşa edilmesine, akidenin düşünsel (fikri) yönü denir. Bu yön ile fikirlerin binası söz konusudur, çözümlerin çıkarılması değil. Buna örnek verecek olursak; sekülarizm (laiklik), liberalizm, globalleşme, demokrasi, evrim teorisi, sosyalizm, komünizm ve buna benzeyen fikirlerin İslam’la çeliştiğini, İslam’dan olmadığını hep o kaide, yani; LÂ İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RASULULLAH üzerine bina edilerek İslam’la taban tabana zıt olduğu anlaşılır. İkincisi; anlama rolü; akıl, yaratıcı olan Allah’a, Muhammed (s.a.v)’min Allah’ın Resulü olduğuna ve Kuran’ın Allah’ın kelamı olduğuna ulaştıktan sonra, Allah’ın kendisinden istediği hususların neler olduğunu anlama rolüne intikal eder. Muhtelif hayat işlerinde, Allah’a kulluğun nasıl olması gerektiğini bilmek için naslarda ki Allah’ın muradını anlamaya çalışır. Aklın görevi; müstakil olarak naslar üzerinde hakem olma ve onlar hakkında görüş belirtme değil, ancak onlara tabi olmak ve onlar ışığında seyrederek onları kendine mürşid kılmaktır. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Hayır öyle değil; Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” (Nisa 65)

Resulullah (s.a.v) söyle buyurmuştur; “Sizden biriniz, arzularını, benim getirdiğim Hak yol önünde boyun eğdirmedikçe mümin olduğunu iddia edemez”

Binaenaleyh, akıl doğru sisteme kendi başına değil, bilakis vahiy aracılığı ile ulaşmaktadır. Ve görevi akideyi baz alarak, çözümünü aradığı vakayı ve bu vakaya ilişkin nasları anlamaya çalışmakta, daha sonrada Arap lügati ve fıkıhta ki usul kaideleri ışığında şer-i hükmü istinbat (çıkarmak) etmektir. Buna da akidenin hukuksal (teşri) yönü denir. Başka bir deyimle ekonomi, yönetim, ahlak, sosyal ilişkiler ve ibadetlere ilişkin fiillerde “LÂ İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RASULULLAH” kelimesini esas alarak doğru bir metotla, çözümünü şer-i naslarda aramaya çalışmaya, akidenin teşrii yönü denir. Burada düşünce derinliğe dayanmaktadır. İnsan, vahiy aracılığı ile şer-i hükme ulaştıktan sonra maksadı, onu tenfiz etmek ve kendisinden istenilen, ona bağlanmaktır. İşte insan böyle hareket ederek, Allah’ın hükümlerini doğru bir şekilde anlar, sadece anlamakla kalmaz, onu fiilleri ile ilişkilendirir ve hayatını şer-i hükme göre düzenler. Müslüman böyle yapmakla İslami bir kimliğe (şahsiyet) bürünür, insanlar arasında siması belli olur ve bir güneş gibi parlar. Kızması gereken yerde kızar, merhamet etmesi gereken yerde merhamet eder ne aşırılığa ne de kolaycılığa kaçar. İslam dini ne “kan, ihtilal, gözyaşı ve savaş dinidir” ve aydınların tarihi ihanetlerle, alimlerin tarihi başkaldırılarla doludur. Veya abdest ancak kanla alınır diyenler gibi olmaz; ne de İslam dini, yaratılanı severiz yaratandan ötürü ve gelin canlar bir olalım veya ne olursan ol yine gel diyen “sevgi, kardeşlik, hoşgörü ve müsamaha” muhteviyatlı anlayışa sahip olanlar gibi olmaz

İnancın hukuksal yönü; problemlere, meselelere çözüm bulmakla alakalıdır. Hayatta karşılaşılan her hangi bir problemin çözümü İslam’da aranır. Bunun dışındaki hiç bir sistem veya inançta o problemin çözümü aranmaz, hatta aramak haramdır. İslam hayattaki her probleme çare ve çözüm bulacak şekilde gelmiştir, şayet öyle olmamış olsaydı, ideoloji olmaktan uzak olurdu. Çünkü bir inancın ideoloji olabilmesinin şartı küçük, büyük her hangi bir probleme çare bulmasıdır. Evet akidenin, hukuksal yönü böyledir. İşte naslardan çıkarılan bu çözüm ve çarelerle insanların işlerini gütmek, akidenin politik yönünü oluşturmaktadır. Siyaset; insanların işlerini içte ve dışta bir inanca göre yürütmektir. Bu devlet ve partiler tarafından yürütülür. Devlet fiili olarak, parti veya ümmet de fikri olarak, yani devleti muhasebe etmekle yürütür. İslam akidesi siyasi bir akidedir. Başka bir ifadeyle Müslümanların işlerini İslam, LÂ İLAHE İLLALLAH prensibine göre yürütür. Bu görevi de bizzat devlet yüklenir. Devlet, içte Müslümanlara İslami hükümleri uygular, dışta da Müslümanların işlerini, akideye uygun olarak yürütür. Devlete yön ve biçim veren akidedir. Yani hukuk devleti söz konusudur, devletin hukuku değil. Şayet devlet akideye yön ve şekil verirse, o akide veya inanç bozulmaya yüz tutmuş demektir. Bundan dolayı bugün siyasal İslam’dan bahsedemeyiz. Çünkü; siyasal İslam, İslam devletinin varlığına bağlıdır. Bugün ise böyle bir devlet hayatta yoktur. Evet akidenin siyasi olması demek kısaca budur. Maalesef bugün Müslümanlar, akidenin bu yönünü ihmal etmişlerdir. Onları buna iten sebep; İslam’ın Hıristiyanlık gibi sadece ruhani bir din olduğunun zannına varmış olmaları. Diğer bir sebep de İslam’ın toplumsal hayattan uzaklaştırılmış olmasıdır. Onun için Müslümanları tekrar İslami kültürle kültürleştirmek ve siyasi bir akide olması itibariyle, İslam akidesinden fışkıran hüküm ve fikirlerin açıklanması gereklidir. Ancak böyle yapmakla Müslümanlar siyasi uyanıklılığa sahip olabilirler.

YIL 13  SAYI 152  C.EVVEL 1422  AĞUSTOS 2002

Yukarı