Amerika,
eski komünist bloğunu devirdikten sonra kendine yeni bir meşguliyet
buldu: Bu da İslam.
Her
halükarda İslam, komünizmden farklıdır ve Batı güçleri
İslam’a karşı doğrudan cephe alamazlar. Batı, Komünizme “şeytan
imparatorluğu” adını vermiştir. Fakat Batı güçleri aynı
stratejiyi İslam’la doğrudan çatışmak için başvurmak
istemiyorlar.
Pat
Buchanan; “Kültürler arası savaş mı gelmektedir?, Başkan
Bush, doğrudan böyle bir savaşın felaket olabileceğine işaret
etti. Biz ne kadar ölü veya çöküşe yol açsak da Nazizmi, faşizmi,
Japonya ordusunu ve Rusya Bolşevizmini öldürdüğümüz gibi İslam’ı
öldüremeyiz. İslam yaklaşık 1400 yıldır hayatta kalmayı
başarmıştır. Bu 57 ülkenin mecburi varlığının gerekçesidir
ve yok edilemez.”
Paul
Wolfowitz, “Müslüman ve Batı dünyası arasındaki uçurumu
köprülemek” isimli konuşmasında şöyle dedi: “Babamın
da yaptığı gibi ben bir matematikçi olarak başladım ve
anlıyorum ki bunu bizler; nesilden nesile ‘Rubai yat’ edebiyat
kitabını aktaran ve mükemmel matematik ilmine sahip olan Ömer
Hayyam gibi Müslüman alimlerin geniş arşivlerine borçluyuz.” Konuşmasına
şöyle devam ediyor: “Demokrasi ve özgürlük fikri son 50 yılın
en büyük ve güçlü değişme mekanizması olmuştur. Bizlere Müslüman
dünyasında kalkınma için ümit vermeli. Müslüman dünyasında
demokrasinin ilerlemesi ve büyümesini gerçekleştirecek olan bir
Müslüman ülkesi beni 25 yıldır ilgilendirmektedir. Bu ülke Batı
ve Doğu arasında stratejik bir kavşaktır ve bu ülke Türkiye’dir.”
Bu
“ilerlemeyi” överek kısa bir zaman önce, Suriye monarşisini
bulanlardan birinin oğlu olan Prens Talal bin Abdulaziz, kendi
ülkesi ve Arap ülkelerinden bahsetti ve değişim için
mecburiyeti anlatarak şöyle dedi: “Bize hareket lazım,
çünkü dünya değişiyor ve etrafımızdaki bir çok şey
değişiyor. Kuveyt’te de seçimler var, Katar’da genel
seçimler var, Bahreyn’de, Umman’da, Yemen’de de,... değişimler
var. Sistemin ilerlemesi, tekamül etmesi gerek.” Konuşmasını
“modernliği”, “çok liberal düşünürleri” överek devam
ettiriyor ve Amerika’nın yeni savaşı (yani İslam) için
bunlara ihtiyaç olduğunu savunuyor.
Bilim
ve düşünce arasındaki farkı örtbas edebilmek için bir atılımdır.
Şu bir gerçektir ki, bilim hususundaki ilerlemeler maddi
sonuçlardır, bunlar bir inançla bağlantılı değillerdir ve
kesinlikle bir toplumu veya onun hayata bakış açısını ifade
edemez.
Wolfowitz
daha evvel; sebep, din ve modernlik arasındaki mücadelenin
altını çizmişti. Wolfowitz, ünlü filozof İbn-Rüşd’ün
örneğini vererek, onun inanç ve sebep alakaları ile ilgili
yazılarını övüyor. Wolfowitz, ardından İslamcı yani radikal
grupların yaydıkları görüşlerin Amerikan hayat bakış açısına
ters düşüp, çarpışacağının altını çiziyor. Bunu şöyle
açıklıyor: “Bu, Müslümanların modern ve seküler (akılcı)
toplumdan bir parça olabilecekleri konusunda, bir kişinin ciddi
bir tartışmanın yolda olduğunu anlayabilmesi için bir çok
örneklerden biridir. Eğer biz, bu tartışmayı sürdürürsek
güçlerimizi arttırmış olacağız. Bizler önce özgürlük ve
adalet yolunda ilerleyen ülkelerle işbirliği yapmalıyız. Fakat
aynı zamanda iyi veya kötü şahsiyete sahip, her şahsa
ulaşmalıyız. Bizler geniş bir topluma, Usame bin Ladenin ve
intihar komandolarının dinlerinin İslam ve Muhammedin dini
olmadığını söyleyen sesleri ve aşırıcılıkla mücadele
seslerini yükselten sesleri aktarmamız gerek.”
Wolfowitz,
UCLA’da profesör olan Khaled Abu al-Fadl’dan bahsederek onun şöyle
söylediğini aktarıyor : “UCLA’da hukuk profesörü olan
Khaled Abu al-Fadl, İslam’ın ilk asırlarında İslam kültürünü
bir dinamizm olarak veren 135 hukuk okulunun var olduğunu fakat
şimdiki okulların haramlar içerisinde bulunduğunu ve büyük bir
ihtimalle, “İslam’ın en karanlık asrı” içerisinde olduğumuzu
belirtti.
Khaled
Abu al-Fadl, Yale üniversitesinde görevli iken, ilk iki senesinde
aralıklarla, Orta-Asya’daki evinde geçerli bir sebep olmadan
tutuklanmış ve hapse atılmıştı. Ardından (iki hafta sonra)
değişik işkencelere maruz kaldıktan sonra serbest bırakılmıştı.
Burada, bir açıklama yaptığı takdirde hala tehditler almakta.”
“Modern”
ve “aydın düşünürler” (!) ısrarla İslam’i yazıların
tarihi bir bakışla okunması gerektiğini vurguluyor ve bugün
varolmadığının altını çiziyorlar. Wolfowitz tarafından çok
övülen Khaled Abu al-Fadl’ın sözleriyle ifade edecek olursak: “Vahhabicilik
indirilen hükümlere tarihi bir bakış açısıyla bakmıyor ve
İslam tarihinin büyük bir kısmının gerçek İslam
olmadığını söylüyor.”
Francis
Fukuyama; “Radikal İslam’dan herhangi bir fayda gelebilir mi?”
isimli çalışmasında şöyle belirtiyor: “…Buna benzer bir
çok ilkeler Yahudi-Hıristiyan ve Batı dünyasında da mevcuttur.
Bunlar ancak uzun bir mücadele sonucunda çıkartılmış veya düzeltilmiştir.
Oturmuş ilkeler İslam’ın mevcudiyetinde de varolmaya devam etmektedir.
Sadece politika gücünün uygulanmasıyla bunlar kaldırılabilir.
İslam bunu yapabilme gücünü göstermiştir. Humeyni kadınlara
çarşafı tekrar getirmiştir. Aynı zamanda kadınlara İran seçimlerine
katılmayı yasaklamış ve bunu neden olarak kötüye kullanmaya bağlamıştır.”
Ardından
Muhammed Abduh’un “Az-harite” isimli ünlü çalışmasından
haber veriyor: “19. asırdan beri gelenekselleşmiş İslam
hukuku, değişmez kanunları ve inançları şu veya bu şekilde
saldırı altındadır.”
Bu
konuda çok önemli çabalar sarf etmiş olanlardan biri Iraklı
Jamal al-din al-Afghani (1839-1897) ve onun reformcu öğrencisi Mısırlı
Muhammed Abduh’tur (1849-1905). Abduh, İslam’ın değişmeyen
kanunlarına uymaktan sapanların ilkleri arasındadır. O, insanoğlunun
yaratılış sebebini, Kuran’ın ve Sünnet’in değişmez gerçeklerini
göz önünde bulundurarak açıklamak uygun olabilecek tek bir yöntem,
şeklinde bir görüşü benimsemekte idi. Hayatının sonuna
doğru, Mısır müftüsü olarak atanan bir alimin sözleriyle,
Abduh’un yönetim yansımalarını belirtiyor ve onun arzusunun; “İslam
dinini bütünüyle modern medeniyetin gereklerine uyum sağlayabileceğini
yansıtmak” olduğunu söylüyor.”
Fukuyama
devamla şöyle söylüyor: “Kendimizi kandırmamalıyız.
İslam’ın modernleşmesi çok az tehlikelidir ve müthiş bir mücadele
olmadan buna ulaşılamaz. İslam toplumunda bir takım derin
engeller yer edinmiştir. Dikkat çeken, geleneksel dünyada
uygulanan politikaların dahi bunu değiştirmek için yeterli olmadığıdır.
Bir çok Müslüman’ı, daha yerleşik görülen bu toplumu birleştiren
tek yenilikçi olan ideolojinin bütünüdür. UN’nun son raporuna
göre Müslüman dünyası, gerekli olan modernize değişikliği için,
gerçekçi ve kendi değer kapasitesine sahiptir. Batı toplumuna
dahil olmayan bir çok toplumlar, her şeye rağmen Batının
askeri, ekonomi ve kültürüne karşı şiddet yolunu denemiştir.
Ancak ölüm ve baskıyla karşı karşıya kalınca (Çin ve
Japonya gibi toplumlar) bay Lewis’in sorusunu; “Ne yanlış
gitti?” diyerek kendilerini ciddi bir araştırmaya tabi
tutmuşlardır. Karşılık vermeyip Batının yanında yer aldıklarında
onlar; bir çeşit kendi kültürlerinin sadece temelini
kendilerinde barındırarak kanunlarda uyuma gitmişlerdir. Bu sosyal
öğrenim, Müslüman toplumlarında çok daha yavaş olacaktır.
Özellikle Araplar için, kalkınmada kendi eksikliklerinin sebebi
olarak İsrail’i ve Amerika’yı görmek daha uygun düşüyor.”
Son
olarak acı hapını bir çözüm olarak; Batı aynasından liberal
bir İslam ve bunun için onların düşünürlerine ihtiyaç olduğunu
söyleyerek sunuyor: “Fakat en önemli mücadele İslam dünyasının
içerisinde olmalıdır. Çok uzun zamandır modernleştirme taraftarı
olan Müslümanlar, gelenekçi ve İslamcı Müslümanlar ortada
mücadele ederken onlar kenarda oturmuşlardır. Ve şuan kendi
dinlerinin gerçekçi liberal biçimini, 11 Eylül kargaşalarından
da istifade ederek yayacak olan, Batıya yönelmiş Müslümanlara
büyük ihtiyaç vardır.”
Thomas
Friedman bu duyguyu “Gerçek savaş” isimli çalışmasında
yansıtıyor: “İslam’da farklı olan şey; reform için bir
takım atılımlar yapılmış olmasına rağmen hiçbir Müslüman
ülkesinin desteğini elde edememiş olmasıdır. Bizler İslam’ın
Batı sekülarizmini, moderniteyi ve çoğulcu yönetimi kabul
etmekte ciddi bir problem olmayacak, bir dini tehlikenin sadece
birkaç Usame bin-Laden’nin olduğunu tekrarlayıp durmakla İslam’ı
koruyoruz ve kendimizi yanıltıyoruz. İslam’da adalet,
yardımlaşma, acıma ve derin manevi dürtüleri vardır. İslam
alternatif din toplumlarını aynı düzeyde kabul etmeye izin veren
bir din yapısı içermemektedir. Usame bin-Laden bu gerçeğin en
aşırı versiyonunu bizlere yansıtmıştır ve 11 Eylülle bunu
bizlerin yüzüne bir tokat gibi indirmiştir.
Hıristiyanlık
ve Yahudilik bu meseleyle yıllardır mücadele ediyor. Fakat
Müslümanlar, kanunlarını tekrar gözden geçirmek, çoğulcu yönetimi
ve modernizeyi kabul edip çok iyi bir Müslüman olunabileceği
şeklinde yorumlar, açıklamalar gibi ciddi bir mücadele ile ve
benimseyenlerle hala karşılaşmamışlardır. Dünya bu meseleye
ışık tutarak, Müslümanların çoğunun entegre olmuş ve
globalleşmiş dünyada geleceklerini kendi geçmişlerini tekrar
incelemek hususuna bağlı olduğunu anlamalarını ümit ediyor.”
Reform
için eski çağrı:
Anahtar
olarak, İslamî konulara biraz bozuk su katarak bulandırıp, sömürgecilerin
çıkarlarına uygun bir inanç haline getirmek, Avrupalı
emperyalistlerin kendilerine bağlamak istedikleri asırlık bir
politikadır. Bu konuda sunulabilecek örneklerden bir tanesi; cihadı
inkar ve İngiliz çıkarlarına hizmet eden Kadiyaniliğin
oluşturulmasıdır. Osmanlının son dönemlerinde emperyalist
Avrupalılar tarafından “reform” meselesi ortaya atılmış ve
süslenmiştir. Ve yine modernize tartışması meydana çıkmıştı.
Baskı altında, Müslüman dünyası Avrupalı güçler tarafından
koyulan “reformları” kabul etmişti. Fakat bugün hala (İslam’ın
devlet alakalarından tamamıyla dışlanmış olmasına rağmen)
daha fazla reform istiyorlar.
Bernard
Lewis “Ne yanlış gitti” isimli kitabında bu
reformlardan bazılarıyla ilgili şöyle belirtiyor: “…19.
asırda değişik dinlere mensup insanların Osmanlı meselelerinde
aynı düzeyde vatandaşlık hakkı meselesi yavaş yavaş güç
kazanmıştı. Buna temel desteği, İmparatorluk içerisinde (!)
reform için devam eden ve büyüyen, baskıyı oluşturan Avrupalı
güçler vermekte idi. Halil İnalcık 1839-1877’de reformun
yansımalarını; “Türkiye ve Avrupa tarihine bir bakış açısı”
isimli çalışmasında şöyle belirtiyor: “Tanzimat döneminin
(1839-1877) batılaşmış reformları, bir düzine Batı
kanunlarının uyarlılık kazandırılmış, seküler (laik) hukuk
organizelerinden, Fransız şehir yönetim şeklinin sunulmasından
(1864), Hıristiyan azınlığa dini idaresini kendisine veren yönetim
ve kendi vekillerinden oluşan (sözde millet) sisteminden
sorumlulardı. Bu liberal, Batılı reformlar 1876-1877’de bir
anayasanın açıklanması ve bir parlamentonun oluşturulmasıyla
en hat safhaya ulaşmıştı.”
“Avrupa
ve Orta-Asya arasında Türkiye” isimli çalışmasında Halil
İnalcık; Tanzimat döneminin reformlarına karşı Genç Osmanlıların
bakış açılarını şöyle özetliyor: “Bu çatışma
Tanzimat döneminde (1839-1877) Genç Osmanlıların başlattığı
sert tartışmalarla gerçek manasını kazanmıştır. Bu
tartışmalarda yer alanlar arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa’da
mevcuttur. Ardından onlara, analizci, sosyolojik yazılarıyla Ziya
Gökalp’ta katılmıştır. Onlar batılılaşmayı, dışarıdan
ellerine bir şeyler tutuşturulmuş, dışarıdan ilhamlaşma ve
aynı zamanda bunun geleneksel, sosyo-ekonomik değer sistemiyle
çatışacak efektler içereceğini söylüyorlardı. Onlar
batılaşmayı; bürokratik despotizmle tanımlıyorlardı ve
devlete meşhur reaksiyonu aktarıyorlardı - halkın büyük bir kısmı
batılaşmayı geleneksel güçlerin yıkılması, işsizlik ve
İslam sisteminin örfleri ve değerlerinin erozyona uğrayacağı
şekilde değerlendirmektedir -.”
Çöküş
döneminde Osmanlı “Avrupa’nın hasta adamı” olarak
isimlendirilmişti. Avrupalılar bu devleti yıkmak için, yavaş
yavaş ilerleyecek olan laiklik politikasını yürürlüğe
koymuşlardı ki; bu politika kritik sahnesini Tanzimat döneminde
yaşamıştır. İstenilen reformlar Osmanlı devletinin
sosyo-ekonomik strüktür yapısını kemirmeye başlamıştı.
Osmanlının son dönemlerinde ilk defa reformlar ikili hukuk
sistemine arka çıkılmasına götürmüştü. Halil İnalcık: “Genel
nizâmiye mahkemesi olarak isimlendirilen ticari ve suçlular
mahkemesi, laik mahkemeler ve şeri mahkemelerle aynı düzeyde
tutuluyordu. Kanun ve mahkeme yönetiminde bu ikili sistemin başlatılması
hukuk hakkında ciddi bir şaşkınlığa yol açmıştı. Yeni
kurulmuş mahkemelere, şeriatın aldığı karara ters düşecek
bir karar alma izni verilmemişti ve İslam kanunlarıyla ilgili hüküm
verme söz konusu olduğunda laik mahkemelerden sorumlu olan müftüden
bir fetva almaları gerekmekteydi.”
Şeriat
mahkemeleri ve İslam Halifeliği 1924’de Atatürk tarafından
tamamıyla kaldırılmıştır. Bir İngiliz casusu olan Atatürk’ün
yardımıyla Avrupalı güçlerin hayalleri gerçek olmuştu ve
diledikleri şey gerçekleşmişti: Tüm dünyada inananları
koruyan, cihad ilan etmeye ve ülkeyi korumaya muktedir olan İslam
Devletinin son yıkım işi de tamamlanmıştı. Son olarak
Osmanlı, Avrupalılar arasında paylaşılmıştı ve Müslümanlar
o günün sonucu olarak bugünleri bu şekilde (tamamıyla Batı güçlerinin
köleliği altında) yaşamaktalar. Bu işlem, Batı tarafından
empoze edilen “reformlar” adı altında başlatılmıştı ve
Osmanlı devletinin köklerinin tamamıyla çıkartılması ve yok
edilmesiyle sonuçlandı.
Tanzimat
döneminin Osmanlı tarihinde bu kadar kritik bir rol oynaması
şaşırtıcı değildir. Günümüzde şahitlik ettiğimiz laik Türkiye’nin
temeli sonuçta o zaman atılmıştır.
İslam
ve modernite:
Ziauddin
Sardar; “İslam’ı tekrar düşünmek” isimli çalışmasında
asırlık İslam kanunları ve günümüzle bağlantısı arasında
bir çatışma olduğunu ileri sürüyor. Ziauddin; bazı hükümlerin
tarihi bağlantıya işaret ettiğini ve bu zaman diliminde
uygulananların asırlar sonra tekrar uygulanamayacağını iddia
ediyor. Onun gözlerinde bu hükümler; günümüzle bağlantılığı
değil, aynı zamanda sadece belirli problemleri çözebilme
kapasitesindedir. Ardından, kendisinin yeni içtihat veya
içtihat sandığı şeye çağrıda bulunmaktadır.
Ziauddin
Sardar’ın tartışmasının temelini; İslam kanunlarının
tarihte bir takım meselelere hitaben ve belirli içerilikle geldiği
ve günümüzde meydana gelen olaylara uygulanamayacağı fikri
oluşturuyor. Buradan yola çıkarak kendisi; zamanla uyum içerisinde
olacak, içtihat veya yeni kanunlar çağrısında bulunuyor. Bu
husus yazarın genel cahilliğini ortaya koyuyor ve onun İslam
hukukunun temelini yakalamada nasıl başarısızlığa
uğradığını gösteriyor.
İlk
olarak; eşsiz hükümler sadece bir zamana veya tarihte vuku bulmuş
özel bir hususa hitaben gelmemiştir. Şeriat kanunları insanın
fillerine hitaben inmiştir. İnsanın fiilleri ise değişmez.
Değişen sadece insanın fiilleriyle bağlantılı olan şeylerdir.
Bu yüzden Şer’i hükmü alimler şöyle tanımlamışlardır: “Şari’nin kullarının fiilleriyle ilgili hitabıdır.”
Yani
şeriat; uçak, araba, tren, vesaire gibi araçları kullanmaya izin
vermiştir. Fakat İslam’da şöyle bir şer’i kaide vardır: “Eşyada
asıl olan mubahlıktır, tahrim (haram kılan) delili
olmadığı müddetçe.” Şeriat, bizlere tam olarak hangi
araçla yolculuk yapmamız gerektiğini veya tam olarak hangi
silahı kullanmamız gerektiğini belirtmek için gelmemiştir.
Şeriat fiillerimize hitaben gelmiştir, hangi araçları
kullanacağımız hususlarıyla alakalı değildir.
İnsanoğlunun
fiilleri her zaman için aynıdır ve değişmez. Böylelikle İslam’ın;
“sadece tarihi içeriklik içerisinde inmiştir” şeklinde
bir iddia asla öne sürülemez. İmam Eş-Şatibi Muvafakatın’da
buna benzer bir açıklama yapıyor. O, mesalih-i mürsele’yi; “belli
bir hükümde geçmeyen, fakat genel bir kaide içerisine giren bir
şey” olarak tanımlıyor. O, araçların bu genel kaide içerisine
girdiğini belirterek ikiye ayırıyor: Eşyalar ve fiiller. Eşyalar;
genel mubahlık kaidesine dahildir. Fiiller; yaygın bir kaide olan
“bir vacibi yerine getirmek için gerekli olanlarda vacibtir”
kaidesine dahildir. Ardından, ilim edinmeyle ilgili bir örnek
veriyor; İmam, kitaplardan Kuran’ı ve ilmi öğrenmenin şart
olduğunu, fakat değişik şekillerde de bunun yapıldığı zaman
kabul edilebileceğini söylüyor. Yani kullanımı farz olduğuna
dair kesin delili olmayan şeylerin kullanımı “mubah” kaidesi
altına girmektedir. İmam Eş-Şatibi’nin bu görüşü; yerine
getirdiğimiz farzlarla alakalı olan tüm araçları
kapsayıcıdır. Mesela; zekat toplama hususunda hiç bir hükümde,
tam olarak kullanılması gerek bir araç belirlenmemiş ve böylece
bu husus (toplanması) genel kaide içerisine girmektedir. Sonuç
olarak; zekat toplamak için en ince detaylarına kadar planlanmış
bir teknoloji geliştirilebilir.
Şeriat
savaşmayı farz kılmıştır ve bu fiile binaen inmiştir. Bu
değişmeyecektir, fakat inananlar bu hedefi gerçekleştirebilmek
için kullanılabilecek araçların en uygununu kullanma hususunda
serbest bırakmıştır.
Bir
başka görüş; “Şeriatta kanun koyacak bir organ yoktur,
şeriat bize takip etmemiz gereken genel çizgiler sunmaktadır ve
bu çizgiler doğrultusunda kanun çıkarma yetkisini bize
bırakmıştır. Kendilerince bunu İslam’ın enerjikliği olarak
isimlendirmekteler.”
İslam’ın
kanunları tamamlanmıştır ve Allah (cc) bunu Kuran’ı Kerim’de
belirtmektedir:
“O
gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz.
Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu
Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve
rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl: 89)
Şeriatın,
özellikle fiillere hitaben indiğini ve fiillerle alakalı olan
eşyaların İslam’dan çıkan genel kaidelere dahil olduğunu
daha evvel belirtmiştik. Dahası; İslam uleması, İslam’ın her
konuda açıklama getirecek nitelikte olduğunu ve “kanun
koyacak bir organ” gibi bir şeyin İslam’da söz konusu
olmadığı hususunda birleşmiştir. İmam Şevkani, İrşad
El-Fuduul isimli kitabında (sayfa 204) şöyle söylüyor: “Allah,
ümmete dinini tamamladığını bildirmiştir. Ve Peygamber (sav) bizleri; “geceleri gündüzleri kadar aydınlık olan bir yolda
bıraktığını” belirtmiştir.
Kapitalist
toplumunun kabul ettiği demokrasi sistemi Yunanlara dayanmaktadır
ve Peygamberimizin (sav) zamanından önce var olan bir sistemdir.
Bugünkü
toplumlara göre demokrasiyi kabul etmek modernliktir ve demokrasiyi
kabul etmemek gibi bir durum söz konusu değildir. Dahası;
Batının sosyal ve siyasi teorisi asırlar önce ölmüş olan düşünürler
üzerine kurulmuştur. Ve tekrar, bu görüşleri kabul etmek onlar
nezdinde modernlikten bir parçadır. Onlar modernlik ve demokrasi
arasında bir mücadele icat etmiyorlar. Onların gözünde
Peygamber (sav)’e inen İslam hükümleri modernliğe zıtlık içermektedir.
Aslında,
mücadele İslam ve modernlik arasında değil, Batı ve onun
varlığını yakından ilgilendirip, tehdit eden İslam fikirleri
arasında mevcuttur.
Son
söz olarak; bugün karşı karşıya olduğumuz durum yeni bir haçlı
seferidir ve önceki haçlı seferlerinden daha acımasızdır.
Bu haçlı seferi sadece Müslümanları hedefleyen askeri bir
kampanya değildir. Aynı zamanda, ümmetin beynindeki İslami fikirleri
yok edip, düşüncelerini tekrar kapitalizmle düzenlemek için yapılan
bir mücadeledir.
“Onun
(Batı’nın) hedefi; Batı’yı sadece maddi yönde süper güç
yapmak değil, aynı zamanda kültürel ve ruhen de süper güç
haline getirmektir. Böylece Müslümanlar karşı koyamayacaklar;
tıpkı açık ve korumasız bir şehre dönüşecekler, gelen tüm
işgalci ve yağmacılara karşı korumasız olacaklardır.”
(Muhammed Calal Kişhk, Marksizm ve Kültürel İşgal 1965, sayfa
41)
Allah,
bizleri kafirlerin yolundan sakındırarak uyarmış ve Kuran’da
şöyle belirtmiştir:
“Ey
iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi gerisin geriye (eski
dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz.
Oysa sizin mevlânız Allah'tır ve O, yardımcıların en
hayırlısıdır.” (Al-i İmran: 149-150)
|