Ana Sayfa YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003 E-Mail

BATI DÜNYASINDA İSLAM KARŞITI MÜCADELE

T. F. GÜVEN

Amerika, eski komünist bloğunu devirdikten sonra kendine yeni bir meşguliyet buldu: Bu da İslam.

Her halükarda İslam, komünizmden farklıdır ve Batı güçleri İslam’a karşı doğrudan cephe alamazlar. Batı, Komünizme “şeytan imparatorluğu” adını vermiştir. Fakat Batı güçleri aynı stratejiyi İslam’la doğrudan çatışmak için başvurmak istemiyorlar.

Pat Buchanan; “Kültürler arası savaş mı gelmektedir?, Başkan Bush, doğrudan böyle bir savaşın felaket olabileceğine işaret etti. Biz ne kadar ölü veya çöküşe yol açsak da Nazizmi, faşizmi, Japonya ordusunu ve Rusya Bolşevizmini öldürdüğümüz gibi İslam’ı öldüremeyiz. İslam yaklaşık 1400 yıldır hayatta kalmayı başarmıştır. Bu 57 ülkenin mecburi varlığının gerekçesidir ve yok edilemez.”

Paul Wolfowitz, “Müslüman ve Batı dünyası arasındaki uçurumu köprülemek” isimli konuşmasında şöyle dedi: “Babamın da yaptığı gibi ben bir matematikçi olarak başladım ve anlıyorum ki bunu bizler; nesilden nesile ‘Rubai yat’ edebiyat kitabını aktaran ve mükemmel matematik ilmine sahip olan Ömer Hayyam gibi Müslüman alimlerin geniş arşivlerine borçluyuz.” Konuşmasına şöyle devam ediyor: “Demokrasi ve özgürlük fikri son 50 yılın en büyük ve güçlü değişme mekanizması olmuştur. Bizlere Müslüman dünyasında kalkınma için ümit vermeli. Müslüman dünyasında demokrasinin ilerlemesi ve büyümesini gerçekleştirecek olan bir Müslüman ülkesi beni 25 yıldır ilgilendirmektedir. Bu ülke Batı ve Doğu arasında stratejik bir kavşaktır ve bu ülke Türkiye’dir.”

Bu “ilerlemeyi” överek kısa bir zaman önce, Suriye monarşisini bulanlardan birinin oğlu olan Prens Talal bin Abdulaziz, kendi ülkesi ve Arap ülkelerinden bahsetti ve değişim için mecburiyeti anlatarak şöyle dedi: “Bize hareket lazım, çünkü dünya değişiyor ve etrafımızdaki bir çok şey değişiyor. Kuveyt’te de seçimler var, Katar’da genel seçimler var, Bahreyn’de, Umman’da, Yemen’de de,... değişimler var. Sistemin ilerlemesi, tekamül etmesi gerek.” Konuşmasını “modernliği”, “çok liberal düşünürleri” överek devam ettiriyor ve Amerika’nın yeni savaşı (yani İslam) için bunlara ihtiyaç olduğunu savunuyor.

Bilim ve düşünce arasındaki farkı örtbas edebilmek için bir atılımdır. Şu bir gerçektir ki, bilim hususundaki ilerlemeler maddi sonuçlardır, bunlar bir inançla bağlantılı değillerdir ve kesinlikle bir toplumu veya onun hayata bakış açısını ifade edemez.

Wolfowitz daha evvel; sebep, din ve modernlik arasındaki mücadelenin altını çizmişti. Wolfowitz, ünlü filozof İbn-Rüşd’ün örneğini vererek, onun inanç ve sebep alakaları ile ilgili yazılarını övüyor. Wolfowitz, ardından İslamcı yani radikal grupların yaydıkları görüşlerin Amerikan hayat bakış açısına ters düşüp, çarpışacağının altını çiziyor. Bunu şöyle açıklıyor: “Bu, Müslümanların modern ve seküler (akılcı) toplumdan bir parça olabilecekleri konusunda, bir kişinin ciddi bir tartışmanın yolda olduğunu anlayabilmesi için bir çok örneklerden biridir. Eğer biz, bu tartışmayı sürdürürsek güçlerimizi arttırmış olacağız. Bizler önce özgürlük ve adalet yolunda ilerleyen ülkelerle işbirliği yapmalıyız. Fakat aynı zamanda iyi veya kötü şahsiyete sahip, her şahsa ulaşmalıyız. Bizler geniş bir topluma, Usame bin Ladenin ve intihar komandolarının dinlerinin İslam ve Muhammedin dini olmadığını söyleyen sesleri ve aşırıcılıkla mücadele seslerini yükselten sesleri aktarmamız gerek.”

Wolfowitz, UCLA’da profesör olan Khaled Abu al-Fadl’dan bahsederek onun şöyle söylediğini aktarıyor : “UCLA’da hukuk profesörü olan Khaled Abu al-Fadl, İslam’ın ilk asırlarında İslam kültürünü bir dinamizm olarak veren 135 hukuk okulunun var olduğunu fakat şimdiki okulların haramlar içerisinde bulunduğunu ve büyük bir ihtimalle, “İslam’ın en karanlık asrı” içerisinde olduğumuzu belirtti.

Khaled Abu al-Fadl, Yale üniversitesinde görevli iken, ilk iki senesinde aralıklarla, Orta-Asya’daki evinde geçerli bir sebep olmadan tutuklanmış ve hapse atılmıştı. Ardından (iki hafta sonra) değişik işkencelere maruz kaldıktan sonra serbest bırakılmıştı. Burada, bir açıklama yaptığı takdirde hala tehditler almakta.”

“Modern” ve “aydın düşünürler” (!) ısrarla İslam’i yazıların tarihi bir bakışla okunması gerektiğini vurguluyor ve bugün varolmadığının altını çiziyorlar. Wolfowitz tarafından çok övülen Khaled Abu al-Fadl’ın sözleriyle ifade edecek olursak: “Vahhabicilik indirilen hükümlere tarihi bir bakış açısıyla bakmıyor ve İslam tarihinin büyük bir kısmının gerçek İslam olmadığını söylüyor.”

Francis Fukuyama; “Radikal İslam’dan herhangi bir fayda gelebilir mi?” isimli çalışmasında şöyle belirtiyor: “…Buna benzer bir çok ilkeler Yahudi-Hıristiyan ve Batı dünyasında da mevcuttur. Bunlar ancak uzun bir mücadele sonucunda çıkartılmış veya düzeltilmiştir. Oturmuş ilkeler İslam’ın mevcudiyetinde de varolmaya devam etmektedir. Sadece politika gücünün uygulanmasıyla bunlar kaldırılabilir. İslam bunu yapabilme gücünü göstermiştir. Humeyni kadınlara çarşafı tekrar getirmiştir. Aynı zamanda kadınlara İran seçimlerine katılmayı yasaklamış ve bunu neden olarak kötüye kullanmaya bağlamıştır.”

Ardından Muhammed Abduh’un “Az-harite” isimli ünlü çalışmasından haber veriyor: “19. asırdan beri gelenekselleşmiş İslam hukuku, değişmez kanunları ve inançları şu veya bu şekilde saldırı altındadır.”

Bu konuda çok önemli çabalar sarf etmiş olanlardan biri Iraklı Jamal al-din al-Afghani (1839-1897) ve onun reformcu öğrencisi Mısırlı Muhammed Abduh’tur (1849-1905). Abduh, İslam’ın değişmeyen kanunlarına uymaktan sapanların ilkleri arasındadır. O, insanoğlunun yaratılış sebebini, Kuran’ın ve Sünnet’in değişmez gerçeklerini göz önünde bulundurarak açıklamak uygun olabilecek tek bir yöntem, şeklinde bir görüşü benimsemekte idi. Hayatının sonuna doğru, Mısır müftüsü olarak atanan bir alimin sözleriyle, Abduh’un yönetim yansımalarını belirtiyor ve onun arzusunun; “İslam dinini bütünüyle modern medeniyetin gereklerine uyum sağlayabileceğini yansıtmak” olduğunu söylüyor.”

Fukuyama devamla şöyle söylüyor: “Kendimizi kandırmamalıyız. İslam’ın modernleşmesi çok az tehlikelidir ve müthiş bir mücadele olmadan buna ulaşılamaz. İslam toplumunda bir takım derin engeller yer edinmiştir. Dikkat çeken, geleneksel dünyada uygulanan politikaların dahi bunu değiştirmek için yeterli olmadığıdır. Bir çok Müslüman’ı, daha yerleşik görülen bu toplumu birleştiren tek yenilikçi olan ideolojinin bütünüdür. UN’nun son raporuna göre Müslüman dünyası, gerekli olan modernize değişikliği için, gerçekçi ve kendi değer kapasitesine sahiptir. Batı toplumuna dahil olmayan bir çok toplumlar, her şeye rağmen Batının askeri, ekonomi ve kültürüne karşı şiddet yolunu denemiştir. Ancak ölüm ve baskıyla karşı karşıya kalınca (Çin ve Japonya gibi toplumlar) bay Lewis’in sorusunu; “Ne yanlış gitti?” diyerek kendilerini ciddi bir araştırmaya tabi tutmuşlardır. Karşılık vermeyip Batının yanında yer aldıklarında onlar; bir çeşit kendi kültürlerinin sadece temelini kendilerinde barındırarak kanunlarda uyuma gitmişlerdir. Bu sosyal öğrenim, Müslüman toplumlarında çok daha yavaş olacaktır. Özellikle Araplar için, kalkınmada kendi eksikliklerinin sebebi olarak İsrail’i ve Amerika’yı görmek daha uygun düşüyor.”

Son olarak acı hapını bir çözüm olarak; Batı aynasından liberal bir İslam ve bunun için onların düşünürlerine ihtiyaç olduğunu söyleyerek sunuyor: “Fakat en önemli mücadele İslam dünyasının içerisinde olmalıdır. Çok uzun zamandır modernleştirme taraftarı olan Müslümanlar, gelenekçi ve İslamcı Müslümanlar ortada mücadele ederken onlar kenarda oturmuşlardır. Ve şuan kendi dinlerinin gerçekçi liberal biçimini, 11 Eylül kargaşalarından da istifade ederek yayacak olan, Batıya yönelmiş Müslümanlara büyük ihtiyaç vardır.”

Thomas Friedman bu duyguyu “Gerçek savaş” isimli çalışmasında yansıtıyor: “İslam’da farklı olan şey; reform için bir takım atılımlar yapılmış olmasına rağmen hiçbir Müslüman ülkesinin desteğini elde edememiş olmasıdır. Bizler İslam’ın Batı sekülarizmini, moderniteyi ve çoğulcu yönetimi kabul etmekte ciddi bir problem olmayacak, bir dini tehlikenin sadece birkaç Usame bin-Laden’nin olduğunu tekrarlayıp durmakla İslam’ı koruyoruz ve kendimizi yanıltıyoruz. İslam’da adalet, yardımlaşma, acıma ve derin manevi dürtüleri vardır. İslam alternatif din toplumlarını aynı düzeyde kabul etmeye izin veren bir din yapısı içermemektedir. Usame bin-Laden bu gerçeğin en aşırı versiyonunu bizlere yansıtmıştır ve 11 Eylülle bunu bizlerin yüzüne bir tokat gibi indirmiştir.

Hıristiyanlık ve Yahudilik bu meseleyle yıllardır mücadele ediyor. Fakat Müslümanlar, kanunlarını tekrar gözden geçirmek, çoğulcu yönetimi ve modernizeyi kabul edip çok iyi bir Müslüman olunabileceği şeklinde yorumlar, açıklamalar gibi ciddi bir mücadele ile ve benimseyenlerle hala karşılaşmamışlardır. Dünya bu meseleye ışık tutarak, Müslümanların çoğunun entegre olmuş ve globalleşmiş dünyada geleceklerini kendi geçmişlerini tekrar incelemek hususuna bağlı olduğunu anlamalarını ümit ediyor.”

Reform için eski çağrı:

Anahtar olarak, İslamî konulara biraz bozuk su katarak bulandırıp, sömürgecilerin çıkarlarına uygun bir inanç haline getirmek, Avrupalı emperyalistlerin kendilerine bağlamak istedikleri asırlık bir politikadır. Bu konuda sunulabilecek örneklerden bir tanesi; cihadı inkar ve İngiliz çıkarlarına hizmet eden Kadiyaniliğin oluşturulmasıdır. Osmanlının son dönemlerinde emperyalist Avrupalılar tarafından “reform” meselesi ortaya atılmış ve süslenmiştir. Ve yine modernize tartışması meydana çıkmıştı. Baskı altında, Müslüman dünyası Avrupalı güçler tarafından koyulan “reformları” kabul etmişti. Fakat bugün hala (İslam’ın devlet alakalarından tamamıyla dışlanmış olmasına rağmen) daha fazla reform istiyorlar.

Bernard Lewis “Ne yanlış gitti” isimli kitabında bu reformlardan bazılarıyla ilgili şöyle belirtiyor: “…19. asırda değişik dinlere mensup insanların Osmanlı meselelerinde aynı düzeyde vatandaşlık hakkı meselesi yavaş yavaş güç kazanmıştı. Buna temel desteği, İmparatorluk içerisinde (!) reform için devam eden ve büyüyen, baskıyı oluşturan Avrupalı güçler vermekte idi. Halil İnalcık 1839-1877’de reformun yansımalarını; “Türkiye ve Avrupa tarihine bir bakış açısı” isimli çalışmasında şöyle belirtiyor: “Tanzimat döneminin (1839-1877) batılaşmış reformları, bir düzine Batı kanunlarının uyarlılık kazandırılmış, seküler (laik) hukuk organizelerinden, Fransız şehir yönetim şeklinin sunulmasından (1864), Hıristiyan azınlığa dini idaresini kendisine veren yönetim ve kendi vekillerinden oluşan (sözde millet) sisteminden sorumlulardı. Bu liberal, Batılı reformlar 1876-1877’de bir anayasanın açıklanması ve bir parlamentonun oluşturulmasıyla en hat safhaya ulaşmıştı.”

“Avrupa ve Orta-Asya arasında Türkiye” isimli çalışmasında Halil İnalcık; Tanzimat döneminin reformlarına karşı Genç Osmanlıların bakış açılarını şöyle özetliyor: “Bu çatışma Tanzimat döneminde (1839-1877) Genç Osmanlıların başlattığı sert tartışmalarla gerçek manasını kazanmıştır. Bu tartışmalarda yer alanlar arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa’da mevcuttur. Ardından onlara, analizci, sosyolojik yazılarıyla Ziya Gökalp’ta katılmıştır. Onlar batılılaşmayı, dışarıdan ellerine bir şeyler tutuşturulmuş, dışarıdan ilhamlaşma ve aynı zamanda bunun geleneksel, sosyo-ekonomik değer sistemiyle çatışacak efektler içereceğini söylüyorlardı. Onlar batılaşmayı; bürokratik despotizmle tanımlıyorlardı ve devlete meşhur reaksiyonu aktarıyorlardı - halkın büyük bir kısmı batılaşmayı geleneksel güçlerin yıkılması, işsizlik ve İslam sisteminin örfleri ve değerlerinin erozyona uğrayacağı şekilde değerlendirmektedir -.”

Çöküş döneminde Osmanlı “Avrupa’nın hasta adamı” olarak isimlendirilmişti. Avrupalılar bu devleti yıkmak için, yavaş yavaş ilerleyecek olan laiklik politikasını yürürlüğe koymuşlardı ki; bu politika kritik sahnesini Tanzimat döneminde yaşamıştır. İstenilen reformlar Osmanlı devletinin sosyo-ekonomik strüktür yapısını kemirmeye başlamıştı. Osmanlının son dönemlerinde ilk defa reformlar ikili hukuk sistemine arka çıkılmasına götürmüştü. Halil İnalcık: “Genel nizâmiye mahkemesi olarak isimlendirilen ticari ve suçlular mahkemesi, laik mahkemeler ve şeri mahkemelerle aynı düzeyde tutuluyordu. Kanun ve mahkeme yönetiminde bu ikili sistemin başlatılması hukuk hakkında ciddi bir şaşkınlığa yol açmıştı. Yeni kurulmuş mahkemelere, şeriatın aldığı karara ters düşecek bir karar alma izni verilmemişti ve İslam kanunlarıyla ilgili hüküm verme söz konusu olduğunda laik mahkemelerden sorumlu olan müftüden bir fetva almaları gerekmekteydi.”

Şeriat mahkemeleri ve İslam Halifeliği 1924’de Atatürk tarafından tamamıyla kaldırılmıştır. Bir İngiliz casusu olan Atatürk’ün yardımıyla Avrupalı güçlerin hayalleri gerçek olmuştu ve diledikleri şey gerçekleşmişti: Tüm dünyada inananları koruyan, cihad ilan etmeye ve ülkeyi korumaya muktedir olan İslam Devletinin son yıkım işi de tamamlanmıştı. Son olarak Osmanlı, Avrupalılar arasında paylaşılmıştı ve Müslümanlar o günün sonucu olarak bugünleri bu şekilde (tamamıyla Batı güçlerinin köleliği altında) yaşamaktalar. Bu işlem, Batı tarafından empoze edilen “reformlar” adı altında başlatılmıştı ve Osmanlı devletinin köklerinin tamamıyla çıkartılması ve yok edilmesiyle sonuçlandı.

Tanzimat döneminin Osmanlı tarihinde bu kadar kritik bir rol oynaması şaşırtıcı değildir. Günümüzde şahitlik ettiğimiz laik Türkiye’nin temeli sonuçta o zaman atılmıştır.

İslam ve modernite:

Ziauddin Sardar; “İslam’ı tekrar düşünmek” isimli çalışmasında asırlık İslam kanunları ve günümüzle bağlantısı arasında bir çatışma olduğunu ileri sürüyor. Ziauddin; bazı hükümlerin tarihi bağlantıya işaret ettiğini ve bu zaman diliminde uygulananların asırlar sonra tekrar uygulanamayacağını iddia ediyor. Onun gözlerinde bu hükümler; günümüzle bağlantılığı değil, aynı zamanda sadece belirli problemleri çözebilme kapasitesindedir. Ardından, kendisinin yeni içtihat veya içtihat sandığı şeye çağrıda bulunmaktadır.

Ziauddin Sardar’ın tartışmasının temelini; İslam kanunlarının tarihte bir takım meselelere hitaben ve belirli içerilikle geldiği ve günümüzde meydana gelen olaylara uygulanamayacağı fikri oluşturuyor. Buradan yola çıkarak kendisi; zamanla uyum içerisinde olacak, içtihat veya yeni kanunlar çağrısında bulunuyor. Bu husus yazarın genel cahilliğini ortaya koyuyor ve onun İslam hukukunun temelini yakalamada nasıl başarısızlığa uğradığını gösteriyor.

İlk olarak; eşsiz hükümler sadece bir zamana veya tarihte vuku bulmuş özel bir hususa hitaben gelmemiştir. Şeriat kanunları insanın fillerine hitaben inmiştir. İnsanın fiilleri ise değişmez. Değişen sadece insanın fiilleriyle bağlantılı olan şeylerdir. Bu yüzden Şer’i hükmü alimler şöyle tanımlamışlardır: “Şari’nin kullarının fiilleriyle ilgili hitabıdır.”

Yani şeriat; uçak, araba, tren, vesaire gibi araçları kullanmaya izin vermiştir. Fakat İslam’da şöyle bir şer’i kaide vardır: “Eşyada asıl olan mubahlıktır, tahrim (haram kılan) delili olmadığı müddetçe.” Şeriat, bizlere tam olarak hangi araçla yolculuk yapmamız gerektiğini veya tam olarak hangi silahı kullanmamız gerektiğini belirtmek için gelmemiştir. Şeriat fiillerimize hitaben gelmiştir, hangi araçları kullanacağımız hususlarıyla alakalı değildir.

İnsanoğlunun fiilleri her zaman için aynıdır ve değişmez. Böylelikle İslam’ın; “sadece tarihi içeriklik içerisinde inmiştir” şeklinde bir iddia asla öne sürülemez. İmam Eş-Şatibi Muvafakatın’da buna benzer bir açıklama yapıyor. O, mesalih-i mürsele’yi; “belli bir hükümde geçmeyen, fakat genel bir kaide içerisine giren bir şey” olarak tanımlıyor. O, araçların bu genel kaide içerisine girdiğini belirterek ikiye ayırıyor: Eşyalar ve fiiller. Eşyalar; genel mubahlık kaidesine dahildir. Fiiller; yaygın bir kaide olan “bir vacibi yerine getirmek için gerekli olanlarda vacibtir” kaidesine dahildir. Ardından, ilim edinmeyle ilgili bir örnek veriyor; İmam, kitaplardan Kuran’ı ve ilmi öğrenmenin şart olduğunu, fakat değişik şekillerde de bunun yapıldığı zaman kabul edilebileceğini söylüyor. Yani kullanımı farz olduğuna dair kesin delili olmayan şeylerin kullanımı “mubah” kaidesi altına girmektedir. İmam Eş-Şatibi’nin bu görüşü; yerine getirdiğimiz farzlarla alakalı olan tüm araçları kapsayıcıdır. Mesela; zekat toplama hususunda hiç bir hükümde, tam olarak kullanılması gerek bir araç belirlenmemiş ve böylece bu husus (toplanması) genel kaide içerisine girmektedir. Sonuç olarak; zekat toplamak için en ince detaylarına kadar planlanmış bir teknoloji geliştirilebilir.

Şeriat savaşmayı farz kılmıştır ve bu fiile binaen inmiştir. Bu değişmeyecektir, fakat inananlar bu hedefi gerçekleştirebilmek için kullanılabilecek araçların en uygununu kullanma hususunda serbest bırakmıştır.

Bir başka görüş; “Şeriatta kanun koyacak bir organ yoktur, şeriat bize takip etmemiz gereken genel çizgiler sunmaktadır ve bu çizgiler doğrultusunda kanun çıkarma yetkisini bize bırakmıştır. Kendilerince bunu İslam’ın enerjikliği olarak isimlendirmekteler.”

İslam’ın kanunları tamamlanmıştır ve Allah (cc) bunu Kuran’ı Kerim’de belirtmektedir:

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl: 89)

Şeriatın, özellikle fiillere hitaben indiğini ve fiillerle alakalı olan eşyaların İslam’dan çıkan genel kaidelere dahil olduğunu daha evvel belirtmiştik. Dahası; İslam uleması, İslam’ın her konuda açıklama getirecek nitelikte olduğunu ve “kanun koyacak bir organ” gibi bir şeyin İslam’da söz konusu olmadığı hususunda birleşmiştir. İmam Şevkani, İrşad El-Fuduul isimli kitabında (sayfa 204) şöyle söylüyor: “Allah, ümmete dinini tamamladığını bildirmiştir. Ve Peygamber (sav) bizleri; “geceleri gündüzleri kadar aydınlık olan bir yolda bıraktığını” belirtmiştir.

Kapitalist toplumunun kabul ettiği demokrasi sistemi Yunanlara dayanmaktadır ve Peygamberimizin (sav) zamanından önce var olan bir sistemdir.

Bugünkü toplumlara göre demokrasiyi kabul etmek modernliktir ve demokrasiyi kabul etmemek gibi bir durum söz konusu değildir. Dahası; Batının sosyal ve siyasi teorisi asırlar önce ölmüş olan düşünürler üzerine kurulmuştur. Ve tekrar, bu görüşleri kabul etmek onlar nezdinde modernlikten bir parçadır. Onlar modernlik ve demokrasi arasında bir mücadele icat etmiyorlar. Onların gözünde Peygamber (sav)’e inen İslam hükümleri modernliğe zıtlık içermektedir.

Aslında, mücadele İslam ve modernlik arasında değil, Batı ve onun varlığını yakından ilgilendirip, tehdit eden İslam fikirleri arasında mevcuttur.

Son söz olarak; bugün karşı karşıya olduğumuz durum yeni bir haçlı seferidir ve önceki haçlı seferlerinden daha acımasızdır. Bu haçlı seferi sadece Müslümanları hedefleyen askeri bir kampanya değildir. Aynı zamanda, ümmetin beynindeki İslami fikirleri yok edip, düşüncelerini tekrar kapitalizmle düzenlemek için yapılan bir mücadeledir.

“Onun (Batı’nın) hedefi; Batı’yı sadece maddi yönde süper güç yapmak değil, aynı zamanda kültürel ve ruhen de süper güç haline getirmektir. Böylece Müslümanlar karşı koyamayacaklar; tıpkı açık ve korumasız bir şehre dönüşecekler, gelen tüm işgalci ve yağmacılara karşı korumasız olacaklardır.” (Muhammed Calal Kişhk, Marksizm ve Kültürel İşgal 1965, sayfa 41)

Allah, bizleri kafirlerin yolundan sakındırarak uyarmış ve Kuran’da şöyle belirtmiştir:

“Ey iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz. Oysa sizin mevlânız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (Al-i İmran: 149-150)

YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003

Yukarı