Bölgesel parçalanmalar, yıkılan dostluklar ve
vahşi saldırıların ekseriyeti Müslümanlar ve onların
beldelerinde meydana gelmektedir. Yıllardır hatta asırlardır
İslam beldelerinde ve Müslümanlar üzerinde sular bir türlü
durulmamaktadır. Hayrete mucip olan durum, bu noktada Müslümanların
saldırılar karşısında ne direndikleri nede savunmaya yönelik
bir hareket içerisinde bulunduklarıdır. Pekala, Müslümanlar ne
yapıyor? Buna verilecek anlamlı bir cevap bulamaya biliriz. Genel
olarak bakıldığında Müslümanların tepkisel bir iş
yaptıklarını gösterecek bir ize rastlamak zordur. Müslümanlar
bugünkü konumlarını adeta kabulleniyorlar. Kabullenmenin zıddı
reddetme, hareketlilik ve canlılık demektir. Bu ne yazık ki,
istenilen boyutlarda hayata yansımamakta veya sadece söylemlerde
kalmaktadır.
Konumu kabullenmek iki şeyi beraberinde getirir:
a- Teslimiyet
b- Bulunduğu durumu meşru (kendi açılarından)
mazeretlerle kabullenmek
Teslimiyetçilik anlayışı yönetimlerin
sergiledikleri en yaygın ve kolay çıkış yollarındandır.
Burada teslimiyeti; yöneticiler ve halkların teslimiyeti olarak
ikiye ayırmak mümkün.
Yöneticilerin teslimiyeti, İslam Devleti
Hilafet yıkıldıktan günümüze kadar devam etmektedir. Batıya
tam anlamıyla bir teslimiyet bugünkü yöneticilerin yaptıkları
ameldir. Bu sadece güçleri karşısında zayıflık göstermekle
kalmayıp, kültürlerine de amade olmaktır. Yani ismen Müslüman,
cismen batılı kimliğini taşımadır. Bilindiği gibi fikir ve düşüncelerin
geçerli olduğu yerde isimlere de pek önem verilmez. Bu idareciler
batının desteği olmadan yıkılacaklarını kabulleniyorlar. Bu
açıdan hayata bakan İslam beldelerindeki yetimlerin hepsi
teslimiyetçi ve batı hadaratını benimseyen yönetimlerdir. Bu
temel üzerinde kaldıkları sürece onların bağımsız
olduklarından söz edilemez. Her kim bu yönetimlerde yer alacak
olursa her şeyden önce teslimiyetçi bir yapıya sahip olmaları
önlerine şart olarak sunulur ve hiçbir şekilde itiraz etme
hakları da yoktur. Onaya kalmış işler ya mason localarından
veya batı kulislerinden geçerek önlerine gelir. Hain,
teslimiyetçi idarecilere düşen ise, sadece altına imzalarını
atmalarıdır. Bugüne kadar bunun aksi ortaya konmuş değildir. Türkiye
yöneticilerinin ABD’ye teslimiyeti bunun en canlı kanıtıdır.
“Amerikanın baskısı var.” diyerek acizleşerek sergiledikleri
tavırlar teslimiyetçi olduklarının göstergesidir.
Böylesi bir ortamda, her şeyi ile batının güdümünde
olan yönetimlere, değiştirme amaçlı düzenlemeler yapmayı
ileri sürerek talip olmak, iştirak etmek sadece aldanma ve
aldatmacadan ibarettir. Bu şekilde talip olma o düzenin
ıslahından başka bir işe yaramayacaktır. Bu açıdan
bakıldığında nasıl ki; İstanbul’u Tayyip Erdoğan’a teslim
ederek belediyede ıslah hareketini gerçekleştirdi iseler şimdide
yönetimde ıslah çalışmasını yapmasını istiyorlar. Müslümanların
bu şekilde köklü bir çözüme ulaşmaları asla mümkün değildir.
Çünkü onlar birilerinin onayı ile oraya geliyor, onların
isteklerini yerine getiriyor ve onların isteği doğrultusunda
oradan uzaklaştırılıyorlar. Sunulan koltukların karşılığı
ise teslimiyettir. Bu durum Türkiye’de olduğu gibi diğer İslam
beldelerindeki yönetimler içinde aynı içeriği taşır. Bu
şekilde hareket eden idarecilerin halka sunacakları gerçekçi bir
amelleri olamadığından dolayı inandırıcılıkları da ortadan
kalkar. Seçim meydanlarında söyledikleri sözler/vaatler ile
iktidara geldikten sonra yaptıkları bunun açık bir örneğidir.
Daraldıklarını, halkın hoşnutsuzluğunu hissettikleri vakit
bunların mazeretleri hazırdır: “Meclisin tamamını almadan bu
iş olmaz, o zaman daha güçlü bir iktidara sahip oluruz.
Sabredin, her şeyin zamanı var. Biz dünyaya kafa tutamayız. Güçlünün
yanında masaya oturarak bir şeyler kopartabiliriz.” gibi düşünceleri
ifade ediyorlar. Güçleri yoktu da neden iktidar oldular?! Mecliste
bir şey yapamıyorlarsa ne için orada hala oturuyorlar? Masada
kazanırız diyenler cumhuriyet tarihi boyunca hangi masadan kazançlı
kalktılar. Verecekleri tek örnek Kıbrıs olabilir. Onu da
İngilizlerin isteği doğrultusunda yaptılar ve masada Avrupa’ya
hibe ettiler.
Güçlerinin cılızlığından bahsediyorlar!
Kahraman ve şanlı orduları ile övünenler, Kore’ye, Bosna’ya,
Somali’ye, Afganistan’a Amerikanın koruyuculuğunu yapmak için
askerleri gönderirken acaba aynı ifadeleri mi kullanıyorlardı?!
Eğer gerçekten güçsüzlerse ümmetin önünde ne diye
duruyorlar?! Çekilsinler ümmetin önünden! Ümmetin İslam’la
kucaklaşmasına engel olmasınlar, o zaman gerçek gücü
görecekler. Fakat onlar bu gücün ortaya çıkmasını durdurmak,
ezmek ve pasifize etmek için iktidardalar.
Ümmetin teslimiyeti, başlarındaki yönetimlere
ve üzerlerindeki küfür sistemlerine karşı sessiz
kalmalarıdır. Ortamda dolaşan küfür mefhumlarına yönelik
hiçbir çaba içerisine girmemeleridir. İslam onlara hatırlatılmadığı
veya hatırlamadıkları takdirde ümmet konumunu kabullenmiş vaziyettedir.
İslam hatırlatılınca veya İslam’dan kaynaklanan kardeşlik
gibi düşünceler ortaya çıkınca çeşitli mazeretlere
yapışılmaktadır.
Mazeretler arama; inançlarına öz güvenini
kaybetmiş, çökmüş toplumların baş vurdukları yolardan olup
tehlikeli bir iştir. Aslında bu teslimiyetin kapalı olan yönüdür.
Bu alanda Müslümanların sürekli mazeretler ürettiklerini ve
bununla yapılması kaçınılmaz (üzerlerine farz) olan amellerin
önüne geçtiklerini görüyoruz. Bu şekilde de Müslümanlar arası
sürtüşmelerin doğduğunu, yapılan ameller neticesi
teslimiyetçi sistemlerin işlerinin kolaylaştığını, asıl
yapılması gerekenlerin yapılmayıp geriye atıldığını veya
devre dışı bırakıldığını görmekteyiz. Müslümanları
korkak kılan, elini kolunu bağlayıp bir köşeye oturmaya sevk
eden mazeretlerinden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkün:
- “Yönetici olmak kolay mı? Her şeyi
istedikleri an yapamazlar, biraz sabredelim. İslam’da zaten
sabrı tavsiye ediyor. Önce tam manasıyla iktidara yerleşmeleri
lazım ki, daha sonra bunun neticesini alabilsinler. Erken hareket
ederlerse fitneye yol açabilirler. Allah (cc) Kur’anda; “Fitne,
adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara 191)
buyurmuyor mu?”
- “Onların (yöneticilerin) elinde ne var?
Zaten onları asker idare etmiyor mu? Askeri aşmadan bir şey
yapılamaz.”
- “Hz. Ömer’de gelse bu sistem
içerisinde bir şey yapamaz. Kaldı ki, biz ne yapabiliriz?”
- “Karşıdakiler (dış güçler) çok
güçlü, mecburen onların dediklerini tutmak zorundadırlar. Yoksa
ülkemizi de (!) parçalarlar. Elimizde kalan bu toprakta giderse
biz ne yaparız?”
- “Onlara da hak vermek lazım, devlet
memuru (imamlar ve diğerleri kastediliyor), bir şey dese veya
yapsalar görevden alınırlar. O zaman yerleri boşalır veya daha
kötüleri doldurur.”
Birkaç örneğini verdiğimiz bu gibi sözlerin
toplum arasında yüzlercesini duymamız mümkündür. Bütün
bunlar gösteriyor ki, ümmet yeterince öz kaynaklarından habersizdir.
Bunun neticesi de kanaatler ve varsayımlarla hallerine
meşrulaştırma çabası içerisindedirler. Devlet mollaları daha
da ileri giderek; “BM kararı onaylarsa canlı kalkan olarak
gitmek caiz olur. Bu şekilde ölürlerse şehit olurlar. Aksi halde
caiz değildir” (Yaşar Nuri) içtihad yapıyorlar. İslam’ı
benimseyen ve özümseyen kişiler için bu gibi şeyler asla bir
mazeret teşkil etmez. Mazeretin de İslam’da belli kayıtlara
bağlandığı aşikardır. Burada kişiler kendi kafalarına göre
meseleleri illetlendirmeye kalkışıyorlar. Hükümlerden birisinin
illetli olduğunu ancak nass gösterir. Bir konu hakkında nass
illet göstermemişse kesinlikle illetlendirme yoluna gidilmez. Yani
Kitap ve Sünnette nassın metninin gösterdiği ancak illet olarak
telakki edilir. Yani herhangi bir hususta delaletten veya istinbat
yolu ile nass bulunması şarttır. Aksi takdirde akli kıyas olur
ki, bunun İslam’da yeri yoktur.
Mazeretler için “menfaati celb ve zararı
defetme” bir görüşte ortaya atılamaz. Bu konu ile ilgili
herhangi bir nass varid olmadı. Öyle ise, bu gibi mazeretler
gösterme yerine şeri nassın getirdiğine tabi olunmalıdır.
Herkes kendi kafasına göre mazeretler veya özür beyan etme
yetkisine sahip değildir. Her kim böyle bir yola tevessül
ediyorsa Allah’a karşı savaş ilan ediyor demektir. Böyle
yapanları Allah (cc) azapla tehdit etmektedir:
“Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia
edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne
yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kafir olanlara elem
verici bir azap erişecektir.” (Tevbe 90)
Bu ayette, bedevilerden bazıları kendilerini
cihattan uzak kılacak izni kopartmak için Resulullah’a gelmişlerdi.
Ancak Allah (cc) onların özürlerini kabul etmedi. Bu gün ise
ümmet, her şey hakkında bir mazeretle üzerindeki yükümlülüğü
atmak istiyor.
Bundan bir sonraki ayet ve diğer ayette kimlerin
mazeretli sayıldığını Allah (cc) beyan etmektedir:
“Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt
verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak
bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine
bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok
esirgeyendir.” (Tevbe 91)
“Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size
farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa
(tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık
veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup
da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar
fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa,
bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen)
oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara
184)
Mazeretler ancak şari tarafından belirlenen
çerçeve içerisinde değerlendirilir.
İçerisinde bulunduğumuz, şartların etkilemesinden
doğan hallerde, üzerimizden yükümlülüğü düşürücü
mazeretleri haklı kılıcı elimizde belirli nedenlerin olması
gerekir. İslam’ın öngördüğü hiçbir işe yönelmeden,
gerekli olan atılımları yapmadan, şer’i mazeret sayılan
haller üzerimizde hasıl olmadan bir çıkış yapmak doğru
değildir. Ne yazık ki, meseleler şeri çerçevede ele alınıp
değerlendirilmeden bir mazeret zinciri ile karşı karşıya
bulunduğumuz aşikardır. Bunun; “cahiliyetten (bilgisizlikten)”
kaynaklandığını söylemek kurtuluş ve mazeret değildir.
Müslümanlar bugün yaşanan olayları açık ve
net bir şekilde idrak ediyorlar. Ayrıca onlar İslam olduklarını
ve ellerinde Kur’an ve Sünnet gibi eşsiz kaynakların
varlığını da kabul ediyorlar. Buna nazaran çıkmaz içerisinde,
mazeretler üretmeleri anlaşılır gibi değildir.
Bir asra yakındır yönetimde olan rejimlerin
Müslüman olmadığı idrakinde olanları bu düzenlerle içli dışlı
hareket ederek daha sonrada; “ne yapalım bundan başka çıkar yolumuz
yok” gibi mazeret beyan etmeleri hidayet yolunu takipten çok
uzaktır. Kafirleri dost edinen sistemlerin yaptıklarına hala; “ne
yapsınlar, yüklü borç altındalar” diyerek destek çıkıp,
meşruluk kazandırılamaz. Ayrıca, borçlu olmak (faizle alının
krediler şeriatın haram kıldığı şeylerdir) şer’i hükümleri
dışlamayı gerekli kılar mı ki; böylesi bir mazeret ileri
sürülerek gayri İslamî yollara yönelme gereği duyuluyor!
Müslüman kanını akıtmak için Amerikan
kafirinin ve yahudi varlığının yanında yer almak için asla
hiçbir mazeret ileri sürülemez. Washington localarında pazarlıklar
yaparak, akabinde alacağı dilenci haçlığı ile Müslüman kanı
üzerine oturmak çıkar yol mudur?! Ekonomiyi kurtarmak adına
ileri sürülen mazeretler çözüm değil, yok oluşun
adımlarıdır. Geçmişte, aynı mazeretlerle batıya kapısını açanların
uğradıkları zararlar hala telafi edilmemişken, buna aynı gerekçelerle
yeniden teslim olanlar hangi kazançtan bahsediyorlar?! Onların bu
mazeretleri kafirlerin dışında kendilerine ve hiçbir kimseye
fayda sağlamayacaktır. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Artık o gün, zulmedenlerin (beyan
edecekleri) mazeretleri fayda vermeyeceği gibi, onlardan Allah'ı
hoşnut etmeye çalışmaları da istenmez.” (Rum 57)
Sonra onlar mazeretlerini hiç İslami
çerçevede ele alıp değerlendirmiyorlar. Onlara uyan ümmette aynı
oyunların içeririnde seyrediyor, onların oyunlarına alet
oluyorlar. Dünya hayatında mesnetsiz mazeretlerin arkasına
sığınanlar dünyada perişan oldukları gibi ahirette de perişan
olacaklardır. Dünyada zemin buldukları mazeretlerine orada destek
bulamayacaklardır. Artık o gün (kıyamet günü) gelip çattıktan
sonra geri dönüş yoktur, geri dönüş olmadığına göre de
mazeretler geçersizdir. Allah (cc) şöyle beyan ediyor:
“Onlara izin de verilmez ki (sözde)
mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürsalet 36)
Mazeretlerinin geçerli olabilmesi demek; yeniden
hayata döndürülmeleri gerekliliğini doğurur. Çünkü sevap ve
günah ancak dünya hayatında kazanılan şeylerdir. İnsanlar,
sevabı ve günahı yaptıkları amellerle kazanırlar. Onun yeri
ise dünyadır. O gün gelip çatınca insanların geri dönmeyi
isteyeceklerini Allah (cc) şöyle bildiriyor:
“Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş
daha olsa da, müminlerden olsak!” (Şuara 102)
diyecekler. Fakat onlara bu imkan verilmeyecek. Ancak orada
yapılanların karşılığı vardır. Oradaki karşılığın, tek
dönüşün ne olduğunu Allahu Teala şöyle bildiriyor:
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın
ateşe olacaktır.” (Saffat 68)
Onlara dünyada fırsat verilmiş, fiillerinde
nasıl davranacakları gösterilmiş, hidayet tertemiz olarak (şek
ve şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde) sunulmuş ve onlardan
sadece bunlara tabi olmaları istenmiştir. Şu ayette buyurulduğu
gibi:
“Allah katından, dönüşü olmayan bir gün
(kıyamet günü) gelmeden önce yönünü o gerçek dine çevir! O
gün (insanlar) bölük bölük ayrılacaklardır.” (Rum
43)
İslam ümmeti, dinleriyle olan bağlarını
koparttıktan veya gevşettikten sonra mazeretler uydurma gibi
hastalığa müptela olmuş, hatalara düşmüşler ve İslam’ı
kendi anlayışlarına göre yorumlayarak, yaptıkları işleri
mazeret çerçevesi içerisinde değerlendirmeye çalışmışlardır.
Bazı Müslüman kitleler ve cemaatler bu işin sponsorluğunu
yaparak ayet ve hadisleri çok kötü bir şekilde yorumlama yoluna
yeltenmişlerdir. Bundan dolayı da kötülüklerin anası olan kapitalizm
nizamının ve sömürgecilerin oyunlarından kendilerini
kurtaramamaktadırlar. Durum böyle olasına rağmen, hala yaşanan
olaylara kılıf uydurmanın çabası içerisindeler. Bazıları,
buldukları mazeretler eşliğinde fitne ve kötülüklerin
üzerlerine gelmesini bekleyerek, oturup kalmışlardır. “Herkes
ettiğini buluyor, Saddam da, Tayip de, Müşerref de ettiğini
bulacak” diyerek kendilerinin adeta; suçsuzluğunu göstererek
mazereti (!) bulmanın şevki içerisinde, mesuliyetten kurtulduklarını zannediyorlar.
Bugün hiçbir kimse (yöneticiler ve halk) yaşanan
olaylardan sorumlu olmadıklarını iddia edemez. Allah’ın emrettiklerini
emredip, nehyettiklerini nehyetmeleri gerekirken, bütün
kötülüklerin karşısında dikilip, ortadan kaldırmaları
üzerlerine farz iken, bir köşede büzülüp kalmalarına nereden
delil buluyorlar?!
Ebu Tufeyl şöyle anlatıyor: Huzeyfe b. Yeman’ı
şöyle derken dinledim:
“... Birde kalp, dil ve elinden hiç birisiyle
karşı koymayanlar vardır ki, işte bunlarda yaşayan ölülerdir.”
(Hilye 1/274)
Mazeretler ileri sürerek sapanlarla saptıranlar
arasında hiçbir fark yoktur. Birisi diğerini mazeretle yolunu
değişik alana çekmiş saptırmış, öbürü de onun gösterdiği
mazerete uyarak saptırmasına boyun eğmiştir.
Öyleyse, günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir.
“Mazeretlerde bilgisizlik” geçerlilik arz etmez. Yapılacak
her işin İslam’daki yeri ve keyfiyeti bilinmek ve ona tabi olmak
zorunluluğu vardır.
İbn-i Cerir Taberi der ki: “Bir kimsenin
yapmış olduğu bir günahın veya inanmış olduğu bir
sapıklığın; doğruluğuna dair bilgisi olduktan sonra da
işlemesi dışında Allah’ın kimseye azap etmeyeceğini iddia
edenlerin hatalı olduklarını” söyler. (İbn-i Kesir Tefsiri
C:6,Sh 2934)
Her ne kadar yapılan işler iyi niyet olarak
telakki edilse de tek başına iyi niyetin yetersizliği, ihlasla
beraber, doğrunun tespiti için gayret sarf etmenin gerekli olduğu
bilinmelidir. Ayrıca, sunulan mazeretin İslam’daki yeri araştırılmadan
yapılan işin, takip edilecek yolun sapıklık olduğu, şarinin
yolundan ayrılma olduğu da idrak edilmelidir.
Şer’i hükmün gereği olan düşmana karşı
tek vücut olmaları gerekirken mazeretlerin arkasına
sığınanlar, tam bir cehalet içinde bulunuyorlar ki, onlar kendi
durumlarının gerçekten sapıklık ve cehalet olduğunun farkında
bile değiller. “Barış için bunu yapmak zorundayız” ifadesi
onların körlüğünü, hidayetten uzak olduklarını ve aşağılıklarını
en açık bir şekilde belirtmektedir. Şu delil bu mazeretlerini kökünden
çürütmektedir: Ebu Bekir (RA)’dan gelen bir rivayette Resulullah
(sav) şöyle buyurdu:
"Şu halde iyi biliniz ki, bu
şehrinizde, bu beldenizde bu gününüzün haram olduğu gibi
(birbirinize) kanlarınız(ı dökmek), mallarınız (ı almak),
namuslarınız (ı selbetmek) de haramdır.”
Fitne ve fesadın çıkacağını beyan eden
hadislerin mevcudiyetini ileri sürerek, bulunduğumuz halden kaçıp,
kurtulmanın mümkün olmadığını mazeret olarak gösterenler
kurtulmak, kalkınmak ileri gitmek noktasında donduklarından
dolayı böylesi bir yola baş vurmaktadırlar. Böylesi bir toplum
teslimiyetçi bir toplumdur. Her şeyi teslimiyetçi bir ruhla
kabullenmek zorluklardan, fedakarlıklardan, direnmekten, cesaret göstermekten,
varlığını ortay koymaktan korkanların işidir. Bunlar hikmet ve
nasları yanlış anlayıp, kıyametin üzerlerinden uzak olduğunu
düşünen insanların işidir. Hiçbir ayet ve hadis Müslümanların
bu halde hayatı kabullenmesini yol olarak göstermiş değildir.
Gelen naslar ancak sakındırmak içindir. Onlar mazeretlerine asla
bir dayanak bulacak değillerdir. Ancak bu şekilde kendi kendilerini
aldadırlar. Kıyamette elleri boş, hüccetsiz ve hiç yardımcı
bulamayacaklardır. Ayeti kerimede Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa,
yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz
bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar,
kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf
36-37)
Mazeret sahipleri ve yöneticiler, geçici dünya
menfaati karşılığı (onu da alabilirlerse) sadece İslam’ın hükümlerini
dışlamakla kalmıyor aynı anda işlenen suça ortak oluyorlar.
Hatta bunlar umumun menfaatlerini de düşünmüyorlar. Düşündükleri
sadece şu kısa hayatta çürük koltuklarda bir kaç gün oturma
sevdasıdır. Arzu ve heveslerinin peşinde gözleri kararmış bir
şekilde, kafirlerin katliamlarına ortak olmak aşağılık ve
şahsiyetsizlikten başka neyin ifadesi olabilir ki?! Onları tenkit
edenlere karşı aşırı ve zorba kesilenler; “İslam’ın temiz
bir din” olduğunu, onun içinde “dünya işlerinden uzak
tutmaya” çalıştıklarını, “dünya kafirin dünyası, ahiret
ise Müslüman’ın dünyası” diyerek özür ortaya koyuyorlar.
Bu, İslam ümmetinin düşüncesi ve vasfı olamaz!
“Barış yanlısı” mazeret sunanların iddiası,
doğrudan doğruya gayri İslam’idir. Bu yaklaşımları, asıl
yapacaklarının üstünü örten fesadın ta kendisidir. Bunu
yapanlar ve tabi olanlar meseleye başka boyutlardan
(makyevalist-akılcı açıdan) yaklaştıklarından dolayı değer
veriyorlar.
Bu yöneticiler ümmet arasında tefrika ateşini
söndüreceklerine körüklemektedirler. Oysa ki; İslam ümmeti
fitnelere düşmemesi ve tefrika ateşini yakmamaları noktasında
uyarılmıştır.
Berâ' (İbn-i Âzib) radiya'llâhu anh'den şöyle
dediği rivâyet olunmuştur: Ahzâb günü (Hendek kazılırken)
Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'i gördüm ki o, toprak taşıyordu.
Bir halde ki, toprak karnının beyazlığını örtmüştü. Ve o,
şöyle diyordu:
Yâ Rab! Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın,
bize doğruluğu göstermemiş, bize rahmet etmemiş olsaydın (biz
şaşırırdık). Bize tecâvüz eden kâfirler, bizim çekindiğimiz
fitne ve fesâdı bize îka etmek istediklerinde biz (im
gönlümüz) e sabr-ü sebât ihsân et ve onlarla yüz yüze geldiğimizde
ayaklarımızı yerinde tut (da bizi dağıtma yâ Rabbî!).
Kafirleri dost edinerek Müslüman’ın
karşısına dikilmek (her kim yaparsa yapsın) fitnenin ta
kendisidir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir
günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden
döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden
kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların
yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar
cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara
217)
Ümmetin içerisinde bulunduğu sorunlar bu
şekilde mazeretlere terk edilirse aşılmaz, ancak daha da
katmerleşerek bir çıkılmaza doğru gidilidir. Şu halde Müslümanlar
hiçbir mazeret göstermeden İslam’a tam manasıyla yönelmeleri
gerekir.
Müslüman’ın Müslüman’a karşı yapması
gereken sorumlulukları yapmayıp ta kafirlerle beraber olmanın
gerekçesi olarak barışçıl çığlıklar atanlar bu deliller
karşısında acaba kör müdürler?!
Allah
(cc), peygamber gönderip Kur’anı
indirdikten sonra kendisine karşı hiç kimsenin herhangi bir
delili olmayacağını, onlar için bir hüccet ve mazeret bırakmadığını
açıklamaktadır. Şu ayetinde olduğu gibi:
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak
peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a
karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”
(Nisa 165)
Bu ayetler insanların göstereceği mazeretlerin
önünü kesmiş, İslam’a bağlılık noktalarını tek tek açıklamıştır.
Nasıl ki; kafirler için yaratıcıyı bulmada bir özür kalmadı
ise, Allah’ın varlığını kabul eden, O’ndan gelenlere iman
eden Müslümanlar içinde mazeret kapısı kapalıdır. Bu hem
imani noktada hem de ameli alanda geçerlidir. Yani İslam’ı
hakim kılmak için çalışmaktan geri duran, şeri olmayan mazeret
gösterenler için de geçerlidir.
Kadı Bevzavi şöyle der: “Bilmeden haram işleyen
ve zulme sapan insanların, gaflet içinde olduklarından şüphe
yoktur. Önce Allah-u Teâlâ (cc)’nın tekliflerini tebliğ eden
bir peygamber gönderilmiş, hak ve batıl birbirinden ayrılmış,
daha sonra insana mesûliyet yüklenmiştir.” (Envaru’t Tenzil
ve Esraru’t Tevil- İst: 1303, C: 1, Sh: 278)
Neticede; hiçbir Müslüman mazeretlerin arkasına
saklanmak için kendisine çıkar yol bulamaz.
Günümüz meseleleri için tek çözüm vardır
oda; yeniden İslam’a dönmek ve sorunlarımıza orada deva/çare
aramaktır. Bu her ne pahasına olursa olsun zorunludur.
Allah dinini hakim kılmak için fedakarlık gösterip,
zorluklara göğüs gererek çalışan ve onların yanında olan,
destek verenlerin yar ve yardımcısı olsun...
|