Ana Sayfa YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003 E-Mail

GELİŞEN OLAYLAR KARŞISINDA MAZERETLER GÖSTEREREK SESSİZ KALINAMAZ

M. GITAL

Bölgesel parçalanmalar, yıkılan dostluklar ve vahşi saldırıların ekseriyeti Müslümanlar ve onların beldelerinde meydana gelmektedir. Yıllardır hatta asırlardır İslam beldelerinde ve Müslümanlar üzerinde sular bir türlü durulmamaktadır. Hayrete mucip olan durum, bu noktada Müslümanların saldırılar karşısında ne direndikleri nede savunmaya yönelik bir hareket içerisinde bulunduklarıdır. Pekala, Müslümanlar ne yapıyor? Buna verilecek anlamlı bir cevap bulamaya biliriz. Genel olarak bakıldığında Müslümanların tepkisel bir iş yaptıklarını gösterecek bir ize rastlamak zordur. Müslümanlar bugünkü konumlarını adeta kabulleniyorlar. Kabullenmenin zıddı reddetme, hareketlilik ve canlılık demektir. Bu ne yazık ki, istenilen boyutlarda hayata yansımamakta veya sadece söylemlerde kalmaktadır.

Konumu kabullenmek iki şeyi beraberinde getirir:

a- Teslimiyet

b- Bulunduğu durumu meşru (kendi açılarından) mazeretlerle kabullenmek

Teslimiyetçilik anlayışı yönetimlerin sergiledikleri en yaygın ve kolay çıkış yollarındandır. Burada teslimiyeti; yöneticiler ve halkların teslimiyeti olarak ikiye ayırmak mümkün.

Yöneticilerin teslimiyeti, İslam Devleti Hilafet yıkıldıktan günümüze kadar devam etmektedir. Batıya tam anlamıyla bir teslimiyet bugünkü yöneticilerin yaptıkları ameldir. Bu sadece güçleri karşısında zayıflık göstermekle kalmayıp, kültürlerine de amade olmaktır. Yani ismen Müslüman, cismen batılı kimliğini taşımadır. Bilindiği gibi fikir ve düşüncelerin geçerli olduğu yerde isimlere de pek önem verilmez. Bu idareciler batının desteği olmadan yıkılacaklarını kabulleniyorlar. Bu açıdan hayata bakan İslam beldelerindeki yetimlerin hepsi teslimiyetçi ve batı hadaratını benimseyen yönetimlerdir. Bu temel üzerinde kaldıkları sürece onların bağımsız olduklarından söz edilemez. Her kim bu yönetimlerde yer alacak olursa her şeyden önce teslimiyetçi bir yapıya sahip olmaları önlerine şart olarak sunulur ve hiçbir şekilde itiraz etme hakları da yoktur. Onaya kalmış işler ya mason localarından veya batı kulislerinden geçerek önlerine gelir. Hain, teslimiyetçi idarecilere düşen ise, sadece altına imzalarını atmalarıdır. Bugüne kadar bunun aksi ortaya konmuş değildir. Türkiye yöneticilerinin ABD’ye teslimiyeti bunun en canlı kanıtıdır. “Amerikanın baskısı var.” diyerek acizleşerek sergiledikleri tavırlar teslimiyetçi olduklarının göstergesidir.

Böylesi bir ortamda, her şeyi ile batının güdümünde olan yönetimlere, değiştirme amaçlı düzenlemeler yapmayı ileri sürerek talip olmak, iştirak etmek sadece aldanma ve aldatmacadan ibarettir. Bu şekilde talip olma o düzenin ıslahından başka bir işe yaramayacaktır. Bu açıdan bakıldığında nasıl ki; İstanbul’u Tayyip Erdoğan’a teslim ederek belediyede ıslah hareketini gerçekleştirdi iseler şimdide yönetimde ıslah çalışmasını yapmasını istiyorlar. Müslümanların bu şekilde köklü bir çözüme ulaşmaları asla mümkün değildir. Çünkü onlar birilerinin onayı ile oraya geliyor, onların isteklerini yerine getiriyor ve onların isteği doğrultusunda oradan uzaklaştırılıyorlar. Sunulan koltukların karşılığı ise teslimiyettir. Bu durum Türkiye’de olduğu gibi diğer İslam beldelerindeki yönetimler içinde aynı içeriği taşır. Bu şekilde hareket eden idarecilerin halka sunacakları gerçekçi bir amelleri olamadığından dolayı inandırıcılıkları da ortadan kalkar. Seçim meydanlarında söyledikleri sözler/vaatler ile iktidara geldikten sonra yaptıkları bunun açık bir örneğidir. Daraldıklarını, halkın hoşnutsuzluğunu hissettikleri vakit bunların mazeretleri hazırdır: “Meclisin tamamını almadan bu iş olmaz, o zaman daha güçlü bir iktidara sahip oluruz. Sabredin, her şeyin zamanı var. Biz dünyaya kafa tutamayız. Güçlünün yanında masaya oturarak bir şeyler kopartabiliriz.” gibi düşünceleri ifade ediyorlar. Güçleri yoktu da neden iktidar oldular?! Mecliste bir şey yapamıyorlarsa ne için orada hala oturuyorlar? Masada kazanırız diyenler cumhuriyet tarihi boyunca hangi masadan kazançlı kalktılar. Verecekleri tek örnek Kıbrıs olabilir. Onu da İngilizlerin isteği doğrultusunda yaptılar ve masada Avrupa’ya hibe ettiler.

Güçlerinin cılızlığından bahsediyorlar! Kahraman ve şanlı orduları ile övünenler, Kore’ye, Bosna’ya, Somali’ye, Afganistan’a Amerikanın koruyuculuğunu yapmak için askerleri gönderirken acaba aynı ifadeleri mi kullanıyorlardı?! Eğer gerçekten güçsüzlerse ümmetin önünde ne diye duruyorlar?! Çekilsinler ümmetin önünden! Ümmetin İslam’la kucaklaşmasına engel olmasınlar, o zaman gerçek gücü görecekler. Fakat onlar bu gücün ortaya çıkmasını durdurmak, ezmek ve pasifize etmek için iktidardalar.

Ümmetin teslimiyeti, başlarındaki yönetimlere ve üzerlerindeki küfür sistemlerine karşı sessiz kalmalarıdır. Ortamda dolaşan küfür mefhumlarına yönelik hiçbir çaba içerisine girmemeleridir. İslam onlara hatırlatılmadığı veya hatırlamadıkları takdirde ümmet konumunu kabullenmiş vaziyettedir. İslam hatırlatılınca veya İslam’dan kaynaklanan kardeşlik gibi düşünceler ortaya çıkınca çeşitli mazeretlere yapışılmaktadır.

Mazeretler arama; inançlarına öz güvenini kaybetmiş, çökmüş toplumların baş vurdukları yolardan olup tehlikeli bir iştir. Aslında bu teslimiyetin kapalı olan yönüdür. Bu alanda Müslümanların sürekli mazeretler ürettiklerini ve bununla yapılması kaçınılmaz (üzerlerine farz) olan amellerin önüne geçtiklerini görüyoruz. Bu şekilde de Müslümanlar arası sürtüşmelerin doğduğunu, yapılan ameller neticesi teslimiyetçi sistemlerin işlerinin kolaylaştığını, asıl yapılması gerekenlerin yapılmayıp geriye atıldığını veya devre dışı bırakıldığını görmekteyiz. Müslümanları korkak kılan, elini kolunu bağlayıp bir köşeye oturmaya sevk eden mazeretlerinden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkün:

- “Yönetici olmak kolay mı? Her şeyi istedikleri an yapamazlar, biraz sabredelim. İslam’da zaten sabrı tavsiye ediyor. Önce tam manasıyla iktidara yerleşmeleri lazım ki, daha sonra bunun neticesini alabilsinler. Erken hareket ederlerse fitneye yol açabilirler. Allah (cc) Kur’anda; “Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara 191) buyurmuyor mu?”

- “Onların (yöneticilerin) elinde ne var? Zaten onları asker idare etmiyor mu? Askeri aşmadan bir şey yapılamaz.”

- “Hz. Ömer’de gelse bu sistem içerisinde bir şey yapamaz. Kaldı ki, biz ne yapabiliriz?”

- “Karşıdakiler (dış güçler) çok güçlü, mecburen onların dediklerini tutmak zorundadırlar. Yoksa ülkemizi de (!) parçalarlar. Elimizde kalan bu toprakta giderse biz ne yaparız?”

- “Onlara da hak vermek lazım, devlet memuru (imamlar ve diğerleri kastediliyor), bir şey dese veya yapsalar görevden alınırlar. O zaman yerleri boşalır veya daha kötüleri doldurur.”

Birkaç örneğini verdiğimiz bu gibi sözlerin toplum arasında yüzlercesini duymamız mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, ümmet yeterince öz kaynaklarından habersizdir. Bunun neticesi de kanaatler ve varsayımlarla hallerine meşrulaştırma çabası içerisindedirler. Devlet mollaları daha da ileri giderek; “BM kararı onaylarsa canlı kalkan olarak gitmek caiz olur. Bu şekilde ölürlerse şehit olurlar. Aksi halde caiz değildir” (Yaşar Nuri) içtihad yapıyorlar. İslam’ı benimseyen ve özümseyen kişiler için bu gibi şeyler asla bir mazeret teşkil etmez. Mazeretin de İslam’da belli kayıtlara bağlandığı aşikardır. Burada kişiler kendi kafalarına göre meseleleri illetlendirmeye kalkışıyorlar. Hükümlerden birisinin illetli olduğunu ancak nass gösterir. Bir konu hakkında nass illet göstermemişse kesinlikle illetlendirme yoluna gidilmez. Yani Kitap ve Sünnette nassın metninin gösterdiği ancak illet olarak telakki edilir. Yani herhangi bir hususta delaletten veya istinbat yolu ile nass bulunması şarttır. Aksi takdirde akli kıyas olur ki, bunun İslam’da yeri yoktur.

Mazeretler için “menfaati celb ve zararı defetme” bir görüşte ortaya atılamaz. Bu konu ile ilgili herhangi bir nass varid olmadı. Öyle ise, bu gibi mazeretler gösterme yerine şeri nassın getirdiğine tabi olunmalıdır. Herkes kendi kafasına göre mazeretler veya özür beyan etme yetkisine sahip değildir. Her kim böyle bir yola tevessül ediyorsa Allah’a karşı savaş ilan ediyor demektir. Böyle yapanları Allah (cc) azapla tehdit etmektedir:

“Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kafir olanlara elem verici bir azap erişecektir.” (Tevbe 90)

Bu ayette, bedevilerden bazıları kendilerini cihattan uzak kılacak izni kopartmak için Resulullah’a gelmişlerdi. Ancak Allah (cc) onların özürlerini kabul etmedi. Bu gün ise ümmet, her şey hakkında bir mazeretle üzerindeki yükümlülüğü atmak istiyor.

Bundan bir sonraki ayet ve diğer ayette kimlerin mazeretli sayıldığını Allah (cc) beyan etmektedir:

“Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Tevbe 91)

“Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 184)

Mazeretler ancak şari tarafından belirlenen çerçeve içerisinde değerlendirilir.

İçerisinde bulunduğumuz, şartların etkilemesinden doğan hallerde, üzerimizden yükümlülüğü düşürücü mazeretleri haklı kılıcı elimizde belirli nedenlerin olması gerekir. İslam’ın öngördüğü hiçbir işe yönelmeden, gerekli olan atılımları yapmadan, şer’i mazeret sayılan haller üzerimizde hasıl olmadan bir çıkış yapmak doğru değildir. Ne yazık ki, meseleler şeri çerçevede ele alınıp değerlendirilmeden bir mazeret zinciri ile karşı karşıya bulunduğumuz aşikardır. Bunun; “cahiliyetten (bilgisizlikten)” kaynaklandığını söylemek kurtuluş ve mazeret değildir.

Müslümanlar bugün yaşanan olayları açık ve net bir şekilde idrak ediyorlar. Ayrıca onlar İslam olduklarını ve ellerinde Kur’an ve Sünnet gibi eşsiz kaynakların varlığını da kabul ediyorlar. Buna nazaran çıkmaz içerisinde, mazeretler üretmeleri anlaşılır gibi değildir.

Bir asra yakındır yönetimde olan rejimlerin Müslüman olmadığı idrakinde olanları bu düzenlerle içli dışlı hareket ederek daha sonrada; “ne yapalım bundan başka çıkar yolumuz yok” gibi mazeret beyan etmeleri hidayet yolunu takipten çok uzaktır. Kafirleri dost edinen sistemlerin yaptıklarına hala; “ne yapsınlar, yüklü borç altındalar” diyerek destek çıkıp, meşruluk kazandırılamaz. Ayrıca, borçlu olmak (faizle alının krediler şeriatın haram kıldığı şeylerdir) şer’i hükümleri dışlamayı gerekli kılar mı ki; böylesi bir mazeret ileri sürülerek gayri İslamî yollara yönelme gereği duyuluyor!

Müslüman kanını akıtmak için Amerikan kafirinin ve yahudi varlığının yanında yer almak için asla hiçbir mazeret ileri sürülemez. Washington localarında pazarlıklar yaparak, akabinde alacağı dilenci haçlığı ile Müslüman kanı üzerine oturmak çıkar yol mudur?! Ekonomiyi kurtarmak adına ileri sürülen mazeretler çözüm değil, yok oluşun adımlarıdır. Geçmişte, aynı mazeretlerle batıya kapısını açanların uğradıkları zararlar hala telafi edilmemişken, buna aynı gerekçelerle yeniden teslim olanlar hangi kazançtan bahsediyorlar?! Onların bu mazeretleri kafirlerin dışında kendilerine ve hiçbir kimseye fayda sağlamayacaktır. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Artık o gün, zulmedenlerin (beyan edecekleri) mazeretleri fayda vermeyeceği gibi, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da istenmez.” (Rum 57)

Sonra onlar mazeretlerini hiç İslami çerçevede ele alıp değerlendirmiyorlar. Onlara uyan ümmette aynı oyunların içeririnde seyrediyor, onların oyunlarına alet oluyorlar. Dünya hayatında mesnetsiz mazeretlerin arkasına sığınanlar dünyada perişan oldukları gibi ahirette de perişan olacaklardır. Dünyada zemin buldukları mazeretlerine orada destek bulamayacaklardır. Artık o gün (kıyamet günü) gelip çattıktan sonra geri dönüş yoktur, geri dönüş olmadığına göre de mazeretler geçersizdir. Allah (cc) şöyle beyan ediyor:

“Onlara izin de verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürsalet 36)

Mazeretlerinin geçerli olabilmesi demek; yeniden hayata döndürülmeleri gerekliliğini doğurur. Çünkü sevap ve günah ancak dünya hayatında kazanılan şeylerdir. İnsanlar, sevabı ve günahı yaptıkları amellerle kazanırlar. Onun yeri ise dünyadır. O gün gelip çatınca insanların geri dönmeyi isteyeceklerini Allah (cc) şöyle bildiriyor:

“Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden olsak!” (Şuara 102) diyecekler. Fakat onlara bu imkan verilmeyecek. Ancak orada yapılanların karşılığı vardır. Oradaki karşılığın, tek dönüşün ne olduğunu Allahu Teala şöyle bildiriyor:

“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır.” (Saffat 68)

Onlara dünyada fırsat verilmiş, fiillerinde nasıl davranacakları gösterilmiş, hidayet tertemiz olarak (şek ve şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde) sunulmuş ve onlardan sadece bunlara tabi olmaları istenmiştir. Şu ayette buyurulduğu gibi:

“Allah katından, dönüşü olmayan bir gün (kıyamet günü) gelmeden önce yönünü o gerçek dine çevir! O gün (insanlar) bölük bölük ayrılacaklardır.” (Rum 43)

İslam ümmeti, dinleriyle olan bağlarını koparttıktan veya gevşettikten sonra mazeretler uydurma gibi hastalığa müptela olmuş, hatalara düşmüşler ve İslam’ı kendi anlayışlarına göre yorumlayarak, yaptıkları işleri mazeret çerçevesi içerisinde değerlendirmeye çalışmışlardır. Bazı Müslüman kitleler ve cemaatler bu işin sponsorluğunu yaparak ayet ve hadisleri çok kötü bir şekilde yorumlama yoluna yeltenmişlerdir. Bundan dolayı da kötülüklerin anası olan kapitalizm nizamının ve sömürgecilerin oyunlarından kendilerini kurtaramamaktadırlar. Durum böyle olasına rağmen, hala yaşanan olaylara kılıf uydurmanın çabası içerisindeler. Bazıları, buldukları mazeretler eşliğinde fitne ve kötülüklerin üzerlerine gelmesini bekleyerek, oturup kalmışlardır. “Herkes ettiğini buluyor, Saddam da, Tayip de, Müşerref de ettiğini bulacak” diyerek kendilerinin adeta; suçsuzluğunu göstererek mazereti (!) bulmanın şevki içerisinde, mesuliyetten kurtulduklarını zannediyorlar.

Bugün hiçbir kimse (yöneticiler ve halk) yaşanan olaylardan sorumlu olmadıklarını iddia edemez. Allah’ın emrettiklerini emredip, nehyettiklerini nehyetmeleri gerekirken, bütün kötülüklerin karşısında dikilip, ortadan kaldırmaları üzerlerine farz iken, bir köşede büzülüp kalmalarına nereden delil buluyorlar?!

Ebu Tufeyl şöyle anlatıyor: Huzeyfe b. Yeman’ı şöyle derken dinledim:

“... Birde kalp, dil ve elinden hiç birisiyle karşı koymayanlar vardır ki, işte bunlarda yaşayan ölülerdir.” (Hilye 1/274)

Mazeretler ileri sürerek sapanlarla saptıranlar arasında hiçbir fark yoktur. Birisi diğerini mazeretle yolunu değişik alana çekmiş saptırmış, öbürü de onun gösterdiği mazerete uyarak saptırmasına boyun eğmiştir.

Öyleyse, günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. “Mazeretlerde bilgisizlik” geçerlilik arz etmez. Yapılacak her işin İslam’daki yeri ve keyfiyeti bilinmek ve ona tabi olmak zorunluluğu vardır.

İbn-i Cerir Taberi der ki: “Bir kimsenin yapmış olduğu bir günahın veya inanmış olduğu bir sapıklığın; doğruluğuna dair bilgisi olduktan sonra da işlemesi dışında Allah’ın kimseye azap etmeyeceğini iddia edenlerin hatalı olduklarını” söyler. (İbn-i Kesir Tefsiri C:6,Sh 2934)

Her ne kadar yapılan işler iyi niyet olarak telakki edilse de tek başına iyi niyetin yetersizliği, ihlasla beraber, doğrunun tespiti için gayret sarf etmenin gerekli olduğu bilinmelidir. Ayrıca, sunulan mazeretin İslam’daki yeri araştırılmadan yapılan işin, takip edilecek yolun sapıklık olduğu, şarinin yolundan ayrılma olduğu da idrak edilmelidir.

Şer’i hükmün gereği olan düşmana karşı tek vücut olmaları gerekirken mazeretlerin arkasına sığınanlar, tam bir cehalet içinde bulunuyorlar ki, onlar kendi durumlarının gerçekten sapıklık ve cehalet olduğunun farkında bile değiller. “Barış için bunu yapmak zorundayız” ifadesi onların körlüğünü, hidayetten uzak olduklarını ve aşağılıklarını en açık bir şekilde belirtmektedir. Şu delil bu mazeretlerini kökünden çürütmektedir: Ebu Bekir (RA)’dan gelen bir rivayette Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Şu halde iyi biliniz ki, bu şehrinizde, bu beldenizde bu gününüzün haram olduğu gibi (birbirinize) kanlarınız(ı dökmek), mallarınız (ı almak), namuslarınız (ı selbetmek) de haramdır.”

Fitne ve fesadın çıkacağını beyan eden hadislerin mevcudiyetini ileri sürerek, bulunduğumuz halden kaçıp, kurtulmanın mümkün olmadığını mazeret olarak gösterenler kurtulmak, kalkınmak ileri gitmek noktasında donduklarından dolayı böylesi bir yola baş vurmaktadırlar. Böylesi bir toplum teslimiyetçi bir toplumdur. Her şeyi teslimiyetçi bir ruhla kabullenmek zorluklardan, fedakarlıklardan, direnmekten, cesaret göstermekten, varlığını ortay koymaktan korkanların işidir. Bunlar hikmet ve nasları yanlış anlayıp, kıyametin üzerlerinden uzak olduğunu düşünen insanların işidir. Hiçbir ayet ve hadis Müslümanların bu halde hayatı kabullenmesini yol olarak göstermiş değildir. Gelen naslar ancak sakındırmak içindir. Onlar mazeretlerine asla bir dayanak bulacak değillerdir. Ancak bu şekilde kendi kendilerini aldadırlar. Kıyamette elleri boş, hüccetsiz ve hiç yardımcı bulamayacaklardır. Ayeti kerimede Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf 36-37)

Mazeret sahipleri ve yöneticiler, geçici dünya menfaati karşılığı (onu da alabilirlerse) sadece İslam’ın hükümlerini dışlamakla kalmıyor aynı anda işlenen suça ortak oluyorlar. Hatta bunlar umumun menfaatlerini de düşünmüyorlar. Düşündükleri sadece şu kısa hayatta çürük koltuklarda bir kaç gün oturma sevdasıdır. Arzu ve heveslerinin peşinde gözleri kararmış bir şekilde, kafirlerin katliamlarına ortak olmak aşağılık ve şahsiyetsizlikten başka neyin ifadesi olabilir ki?! Onları tenkit edenlere karşı aşırı ve zorba kesilenler; “İslam’ın temiz bir din” olduğunu, onun içinde “dünya işlerinden uzak tutmaya” çalıştıklarını, “dünya kafirin dünyası, ahiret ise Müslüman’ın dünyası” diyerek özür ortaya koyuyorlar. Bu, İslam ümmetinin düşüncesi ve vasfı olamaz!

“Barış yanlısı” mazeret sunanların iddiası, doğrudan doğruya gayri İslam’idir. Bu yaklaşımları, asıl yapacaklarının üstünü örten fesadın ta kendisidir. Bunu yapanlar ve tabi olanlar meseleye başka boyutlardan (makyevalist-akılcı açıdan) yaklaştıklarından dolayı değer veriyorlar.

Bu yöneticiler ümmet arasında tefrika ateşini söndüreceklerine körüklemektedirler. Oysa ki; İslam ümmeti fitnelere düşmemesi ve tefrika ateşini yakmamaları noktasında uyarılmıştır.

Berâ' (İbn-i Âzib) radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ahzâb günü (Hendek kazılırken) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'i gördüm ki o, toprak taşıyordu. Bir halde ki, toprak karnının beyazlığını örtmüştü. Ve o, şöyle diyordu:

Yâ Rab! Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, bize doğruluğu göstermemiş, bize rahmet etmemiş olsaydın (biz şaşırırdık). Bize tecâvüz eden kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesâdı bize îka etmek istediklerinde biz (im gönlümüz) e sabr-ü sebât ihsân et ve onlarla yüz yüze geldiğimizde ayaklarımızı yerinde tut (da bizi dağıtma yâ Rabbî!).

Kafirleri dost edinerek Müslüman’ın karşısına dikilmek (her kim yaparsa yapsın) fitnenin ta kendisidir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara 217)

Ümmetin içerisinde bulunduğu sorunlar bu şekilde mazeretlere terk edilirse aşılmaz, ancak daha da katmerleşerek bir çıkılmaza doğru gidilidir. Şu halde Müslümanlar hiçbir mazeret göstermeden İslam’a tam manasıyla yönelmeleri gerekir.

Müslüman’ın Müslüman’a karşı yapması gereken sorumlulukları yapmayıp ta kafirlerle beraber olmanın gerekçesi olarak barışçıl çığlıklar atanlar bu deliller karşısında acaba kör müdürler?!

Allah (cc), peygamber gönderip Kur’anı indirdikten sonra kendisine karşı hiç kimsenin herhangi bir delili olmayacağını, onlar için bir hüccet ve mazeret bırakmadığını açıklamaktadır. Şu ayetinde olduğu gibi:

“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa 165)

Bu ayetler insanların göstereceği mazeretlerin önünü kesmiş, İslam’a bağlılık noktalarını tek tek açıklamıştır. Nasıl ki; kafirler için yaratıcıyı bulmada bir özür kalmadı ise, Allah’ın varlığını kabul eden, O’ndan gelenlere iman eden Müslümanlar içinde mazeret kapısı kapalıdır. Bu hem imani noktada hem de ameli alanda geçerlidir. Yani İslam’ı hakim kılmak için çalışmaktan geri duran, şeri olmayan mazeret gösterenler için de geçerlidir.

Kadı Bevzavi şöyle der: “Bilmeden haram işleyen ve zulme sapan insanların, gaflet içinde olduklarından şüphe yoktur. Önce Allah-u Teâlâ (cc)’nın tekliflerini tebliğ eden bir peygamber gönderilmiş, hak ve batıl birbirinden ayrılmış, daha sonra insana mesûliyet yüklenmiştir.” (Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Tevil- İst: 1303, C: 1, Sh: 278)

Neticede; hiçbir Müslüman mazeretlerin arkasına saklanmak için kendisine çıkar yol bulamaz.

Günümüz meseleleri için tek çözüm vardır oda; yeniden İslam’a dönmek ve sorunlarımıza orada deva/çare aramaktır. Bu her ne pahasına olursa olsun zorunludur.

Allah dinini hakim kılmak için fedakarlık gösterip, zorluklara göğüs gererek çalışan ve onların yanında olan, destek verenlerin yar ve yardımcısı olsun...

YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003

Yukarı