Kur’anın
ısrarla vurguladığı nokta, yegane hakim, yegane egemen ve yegane
hükümran olanını, sıfatlarında hiçbir kimseyi ortak tanımayan
Allah (cc) olduğudur. Yaratmada ve ona ait hükmü belirlemede
hiçbir varlığı kabul etmez. Allah (cc) doğruyu bilendir. O’nun
bilgisinde, ilminde hiçbir şey gizli kalmaz. Toprağın altındaki
ve üstündeki dünyaya ve yüreklerin en derin noktalarında
cereyan eden duyguları dahi bilen odur.
“İnsan
idraki ki mutlak, doğru hükümden bizzat acizdir, bu tecrübe ve
tezahürleri nasıl hazır hale getirilebilsin. Çünkü o, -mutlak
olmayan- cüzi tabiatına mahkum bulunmaktadır. O halde insan; “insan
varlığı” için konan nizam hakkında hüküm sahibi olamaz.” (Din
Budur, Seyyid Kutup s. 28)
Peygamberi
de dahil bütün insanlar bu hükme dahildir. Unutulmaması gerekir
ki; kendisine peygamberlik verilen insan özelliklerinden ve
zafiyetlerinden soyutlanmamıştır. O peygamberdir ama acıkır,
yorulur, dinlenir, uyur, üzülür, hüzünlenir, sevinir ve
insanlar arasında onlar gibi dolaşır, Allah Resulünün bu
özelliklerini kaldırmış değildir. Nitekim müşrikler, Hz.
Muhammed’in bu özelliklerini görmüş, onun tıpkı kendileri
gibi bir insan olduğunu gördükleri zaman Resulü inkar etmiş ve
onların şöyle dediklerini ayeti kerime şu şekilde bildiriyor:
“Onlar
(bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi)
yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli,
kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!” (Furkan: 7)
Bazı
rivayetlerde Resulullah’ın bir takım amellerinde (vahyi
ulaştırmakla alakalı değil) dalgınlıkla unuttuğu
bildirilmektedir. (Müslim, mesacid 99)
İşte
böyle bir beşer acziyetine sahip olan Resule, Rabbisinin hükmünde
bir ortak değil, O’nun hükümranlığı karşısında bütün
insanlardan daha büyük bir ubudiyet içerisinde kulluk şuuru
yaraşır. O, Rabbisinin hükümranlığında hiçbir kimseyi ortak
tanımadığını herkesten daha iyi biliyor ve kendisine, ticari
eşyalar için bir fiyat sınırı koyması için ricada bulunan
sahabesine; “Rabbimin, hakkında bir hükümde bulunmadığı
şey hakkında bana bir şey sormayın. Emrolunmadığım bir şeyi
benden sonrakilere ihdas etmekten (Allah’a sığınırım) fakat
siz, rabbinizin fazlı kereminden niyaz edin. ” (et-Tıbyan Fi
Ahkamil Kur’an,İbn Kayyim el-Cevziyye s. 104) diyor ve Rabbisinin
hükümlerine karşı teslim olup, yeni hükümler getirmesini
isteyenlere;
“Bana
verilenlerden başka bir hükme varmam benim için olacak şey
değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü
Rabbime isyan edersem elbette büyük bir günün azabından
korkarım.” (Yunus: 15) ayetini okuyor ve görevinin
sadece duyurmak olduğunu, cennetin mabeşşiri, cehennemin de münziri
olduğunu, onlara söyleyen Resul; “Ben sadece bana vahyedilene
uyarım.” diyordu.
Bu
ayet hakkında Muhammed Tahir Hekim şöyle der: “Ayet, Resulullah’ın
(sav) kendi yanından Allah’a atfen sözler söyleyip, iftirada
bulunması (Allah onu böylesi şeylerden beri kılmıştır) Allah’ın
ona bildirmediği şeyi duyurması durumunda, ölümünün anında
onu yakalayacağını ve böylesi bir işin sonunda çok zorlu ve
katlanamayacak derecede acı olacağını ifade ediyor. Bu şiddetli
uyarı ve tehditten sonra ümmi Nebinin kendi yanından helal, haram
hükümleri koyması sadık ve emin olmasına rağmen, kötülüğü
emreden, nefsi emmare ve heva kaynaklı olarak dinde tafsile
kalkışması, beyan ve açıklamaya yeltenmesi hayal bile
edilebilir mi? Öyle ise onun hareketi, durumu ve teşri ile ilgili
sözleri ilahi iradeye muvafıktır. Buna göre sünnet de ilahi
vahy ve Resulü (sav) aracılığıyla O’ndan gelen haber ve
bilgilerdir. (M. Tahir Hekim Sünnetin Etrafındaki Şüpheler s.
112)
Görevi
sadece duyurmak olan bir Resulün vahiy gecikti diyerek, beklemesi
gereken Rabb’i sinin hükmünün önüne geçerek içtihatta
bulunması, böyle bir kulluk şuurunda bulunan Resul için
hükümranlığında bir ortak kabul etme hadisesidir.
Hiç
bir art niyet taşımayan, ama Resülullah’ın bir takım
amelleriyle alakalı ayetlere çıkış yolu bulmayıp vakıayı
yanlış değerlendiren selefimizi suçlamak ne yüreklerimize yatan
bir düşünce, nede hedefimizdir. İhkak-ı hak için hak gördüğümüzü
söylemekle ne de kınanmayacağımızı umarak şu hususu
belirtmeyi istiyoruz: İslam alimleri; Resullullah’ın Allah’a
isyan etmeyeceğine göre bu ayetlerin lisanı nasıl olmalıydı ?
İşte, buna çözüm yolu olarak içtihat Resulündü. Böylece
Resullallah’ın hiçbir suç işlemeyecek ve hatta yanlış bir içtihatta
bulunarak bir sevap bile alacaktı. Böylece mezkur ayetlerin “içtihadın
hatalı yapılmasına” Allah’ın bir düzeltmesi olarak anlaşıldı
ve bu fikir insanlar arasında yayıldı. Fakat onlara göre ayette
bulunan azarlamanın sebebini pek anlayamadılar. İçtihat edene ve
yanılana mademki bir sevap var, sevap olan bir yerde neden Allahu
Teala azarlamada bulunuyor?! Bir çok soruyu beraberinde getiren bu
gibi görüşler daha ilk dönemlerde alimler tarafından kabul görmeyip,
reddedilmiştir. Pezdevi meşhur kitabı “Usulü Pezdevi”de
sünnet bahsinde her iki tarafın delillerini vererek yapılan
ihtilafı uzun boylu anlatmaktadır. Biz o ihtilafları buraya
taşıyacak değiliz. Sadece Resulullah’ın içtihat ettiğini
savunanların ortaya koyduğu delillerde herhangi bir içtihadın
olmadığını açıklamaya çalışacağız.
İnsanın
davranışlarına haram-helal yönünde hüküm koyan sadece Allah’tır.
Bu hükümranlığın sonucu olarak ta kainattaki eşyaları meşru
veya gayri meşru belirleyende ancak Allah’tır. Dinin kemale
erdirilmesinden anlaşılan; hükmü belli olmayan hiçbir hususun
kalmadığıdır. Dinin kapsamına girmeyen hiçbir eşya veya
hareket yoktur. Yüreklerin içerisinde yatan iman-küfür,
iyilik-kötülük düşüncesini dahi hesaba çeken Allah bütün
her şeye ait olan hükmünü bildirmiştir. Bazı hükümlerinin
içeriğini de belirtmiş ama bazılarının genel hükmünü koymuştur.
Örneğin; namazın kılınış keyfiyetini içeriği ile beyan
etmiştir. Fakat kainatta cereyan eden kanunları bulup keşfetmede
ve onu tahakkümü altına alıp kullanmada genel helal hükmünü
koymuş ama bunlara ulaşma teknik ve metotlarını açıklamamış,
insanlara helal olarak bırakmıştır. Bu gibi hususlarda şu
dinidir, bu dini değildir gibi bir ayırım doğru değildir. Dünyada
dinin kapsamına girmeyen hiçbir husus yoktur. İslam kulun Rabb’i
ile, nefsi ile ve diğer insan ve eşyalarla olan alakasını düzenlemek,
bunlara ait Allah’ın hükümlerini bildirmek için gelmiştir.
İnsanlar,
teknik ve fenle alakalı konularda helal hükmüne göre amel
ederler. Böylece astronomi, tıp, ziraat, savaş teknikleri ve bu
gibi teknik ve fenle alakalı hususlarda serbesttir. Allah hiçbir
zaman “a” tipi bir motor üretmek helal, “b” tipi bir motor
üretmek haramdır diye hüküm indirmemiştir. Veya bir köprünün
belli bir yapılışını helal, diğerini haram kılacak değildir.
Yine Cenabı Allah, zirai işlerle alakalı olan hususlarda sulama,
ekme, biçme ve aşılama hususlarında da belli bir hükümler
indirecek de değildir. Savaş tekniklerinin bir kısmını helal,
bir kısmını haram kılacak da değildir. Bütün bu hususlarda
insanları serbest bırakmış ve insanların teknik ve fende adım
adım ilerlemelerini, akıllarını kullanmalarını istemiştir.
Beşeriyet bilim-teknik ve fende tefekkür edecek, düşünecek ve
kainatı kendilerine sunmuş olan Allah’ın nimetlerinden
gayretleri ölçüsünde faydalanacaktır.
Allah,
teknik ve fen konularında “helal” hükmünü koymuş ve
insanları tecrübelerinde serbest bırakmıştır. Bu hususta vahiy
içerik belirtmediği için, Resul de diğer insanlarla aynı
konumdadır. Yani o da tecrübesi ölçüsünde kainatın
sırlarına muttalidir. Bu hususta o da diğer insanların tecrübelerinden
faydalanıyor ve kendi müşahedelerini de kullanarak kainatın
keşfi bekleyen kanunlarına bakıyordu. Bu hususta içerik belirten
vahiy olmadığı için nebi-ümmet farkı yoktu.
Bu
açıklamayı da yaptıktan sonra delillere cevaplarımızı
verelim:
1-
Resulullah’ın hurma aşılaması konusundaki yanılmasını
delil getirerek onun içtihat yaptığı söylenir. Müslim’de
geçen rivayete göre; Resulullah hurma aşılayanları görünce
onlara bunu yasaklar. Fakat ürün vermediği görülünce
Resulullah’ın bunda yanıldığını öne sürerler ve bu davranışını
da içtihadına delil getirirler.
Her
şeyden önce şunu söyleyelim ki; Resulullah hurma aşılayanları
hiçbir zaman yasaklamamıştır. Müslim’de geçen üç rivayette
verdiği cevaplar şöyledir: “O’nun (Allah’ın
takdirinden) herhangi bir şeyi değiştireceğini zannetmiyorum.”
(Müslim, Fedail 139) “Umulur ki siz bunu yapmasanız da yine
hayır olur.” (Müslim, Fedail 140) “Bunu yapmamış
olsaydınız yine de salah olurdu.” (Müslim, Fedail 141)
Görüldüğü
gibi bunların hiç birisinde yasaklama yoktur. Bilakis burada
Resulullah’ın tecrübesine dayanarak söylediği bir söz vardır.
Bu yaptıklarının Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi
çalamayacağını söyleyerek sebeplere fazla bir tesir etmeyi
onlara öğretiyordu. İçtihat hükmü bilinmeyen hususlarda olur.
Oysa burada hüküm bellidir. Haram-helal ve bunu daha fazla elde
etmek için yapılan tekniklerde helaldir. Resulün hükmü belli
olan hususlarda söz söyleyeceği yoktur. Bu hususta vahiy inip
aşılama yöntemini belirtmediği için Resulün insanlardan farkı
yoktur. Dolayısıyla burada içtihadın vakıası yoktur. Nitekim
bu hadisede Resulullah onlara bunu öğretiyor ve şöyle diyordu: “Ben
ancak (sizin gibi) bir beşerim. Ben sizlere dininizden herhangi bir
şeyi emrettiğim zaman onu derhal alıp kabul ediniz. Sizlere kendi
görüşümle alakalı bir şey söylersem, şüphe yok ki bende bir
beşerim (yanılabilirim).” (Müslim, Fedail 140)
Resulullah,
Allah’ın indinden ve kendi reyinden olarak söylediklerini ikiye
ayırmakla, kendi söylediklerinin teşri olmadıklarını göstermek
istiyordu. Dolayısıyla Resulullah’ın içtihadı gibi bir
şeyden söz edilemez. Bugün tıp, teknik, ziraat alanında yüzlerce,
binlerce buluş olmaktadır. Bunların içtihatla hiçbir alakası
yoktur. Bu alanlar insanlara “helal” kapsamında meşru
kılınmıştır.
|