Ana Sayfa YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003 E-Mail

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ   Derleyen/Mehmed SAKİN

PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI -4-

Bahaddin YÜKSEL

Kur’anın ısrarla vurguladığı nokta, yegane hakim, yegane egemen ve yegane hükümran olanını, sıfatlarında hiçbir kimseyi ortak tanımayan Allah (cc) olduğudur. Yaratmada ve ona ait hükmü belirlemede hiçbir varlığı kabul etmez. Allah (cc) doğruyu bilendir. O’nun bilgisinde, ilminde hiçbir şey gizli kalmaz. Toprağın altındaki ve üstündeki dünyaya ve yüreklerin en derin noktalarında cereyan eden duyguları dahi bilen odur.

“İnsan idraki ki mutlak, doğru hükümden bizzat acizdir, bu tecrübe ve tezahürleri nasıl hazır hale getirilebilsin. Çünkü o, -mutlak olmayan- cüzi tabiatına mahkum bulunmaktadır. O halde insan; “insan varlığı” için konan nizam hakkında hüküm sahibi olamaz.” (Din Budur, Seyyid Kutup s. 28)

Peygamberi de dahil bütün insanlar bu hükme dahildir. Unutulmaması gerekir ki; kendisine peygamberlik verilen insan özelliklerinden ve zafiyetlerinden soyutlanmamıştır. O peygamberdir ama acıkır, yorulur, dinlenir, uyur, üzülür, hüzünlenir, sevinir ve insanlar arasında onlar gibi dolaşır, Allah Resulünün bu özelliklerini kaldırmış değildir. Nitekim müşrikler, Hz. Muhammed’in bu özelliklerini görmüş, onun tıpkı kendileri gibi bir insan olduğunu gördükleri zaman Resulü inkar etmiş ve onların şöyle dediklerini ayeti kerime şu şekilde bildiriyor:

“Onlar (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!” (Furkan: 7)

Bazı rivayetlerde Resulullah’ın bir takım amellerinde (vahyi ulaştırmakla alakalı değil) dalgınlıkla unuttuğu bildirilmektedir. (Müslim, mesacid 99)

İşte böyle bir beşer acziyetine sahip olan Resule, Rabbisinin hükmünde bir ortak değil, O’nun hükümranlığı karşısında bütün insanlardan daha büyük bir ubudiyet içerisinde kulluk şuuru yaraşır. O, Rabbisinin hükümranlığında hiçbir kimseyi ortak tanımadığını herkesten daha iyi biliyor ve kendisine, ticari eşyalar için bir fiyat sınırı koyması için ricada bulunan sahabesine; “Rabbimin, hakkında bir hükümde bulunmadığı şey hakkında bana bir şey sormayın. Emrolunmadığım bir şeyi benden sonrakilere ihdas etmekten (Allah’a sığınırım) fakat siz, rabbinizin fazlı kereminden niyaz edin. ” (et-Tıbyan Fi Ahkamil Kur’an,İbn Kayyim el-Cevziyye s. 104) diyor ve Rabbisinin hükümlerine karşı teslim olup, yeni hükümler getirmesini isteyenlere;

“Bana verilenlerden başka bir hükme varmam benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus: 15) ayetini okuyor ve görevinin sadece duyurmak olduğunu, cennetin mabeşşiri, cehennemin de münziri olduğunu, onlara söyleyen Resul; “Ben sadece bana vahyedilene uyarım.” diyordu.

Bu ayet hakkında Muhammed Tahir Hekim şöyle der: “Ayet, Resulullah’ın (sav) kendi yanından Allah’a atfen sözler söyleyip, iftirada bulunması (Allah onu böylesi şeylerden beri kılmıştır) Allah’ın ona bildirmediği şeyi duyurması durumunda, ölümünün anında onu yakalayacağını ve böylesi bir işin sonunda çok zorlu ve katlanamayacak derecede acı olacağını ifade ediyor. Bu şiddetli uyarı ve tehditten sonra ümmi Nebinin kendi yanından helal, haram hükümleri koyması sadık ve emin olmasına rağmen, kötülüğü emreden, nefsi emmare ve heva kaynaklı olarak dinde tafsile kalkışması, beyan ve açıklamaya yeltenmesi hayal bile edilebilir mi? Öyle ise onun hareketi, durumu ve teşri ile ilgili sözleri ilahi iradeye muvafıktır. Buna göre sünnet de ilahi vahy ve Resulü (sav) aracılığıyla O’ndan gelen haber ve bilgilerdir. (M. Tahir Hekim Sünnetin Etrafındaki Şüpheler s. 112)

Görevi sadece duyurmak olan bir Resulün vahiy gecikti diyerek, beklemesi gereken Rabb’i sinin hükmünün önüne geçerek içtihatta bulunması, böyle bir kulluk şuurunda bulunan Resul için hükümranlığında bir ortak kabul etme hadisesidir.

Hiç bir art niyet taşımayan, ama Resülullah’ın bir takım amelleriyle alakalı ayetlere çıkış yolu bulmayıp vakıayı yanlış değerlendiren selefimizi suçlamak ne yüreklerimize yatan bir düşünce, nede hedefimizdir. İhkak-ı hak için hak gördüğümüzü söylemekle ne de kınanmayacağımızı umarak şu hususu belirtmeyi istiyoruz: İslam alimleri; Resullullah’ın Allah’a isyan etmeyeceğine göre bu ayetlerin lisanı nasıl olmalıydı ? İşte, buna çözüm yolu olarak içtihat Resulündü. Böylece Resullallah’ın hiçbir suç işlemeyecek ve hatta yanlış bir içtihatta bulunarak bir sevap bile alacaktı. Böylece mezkur ayetlerin “içtihadın hatalı yapılmasına” Allah’ın bir düzeltmesi olarak anlaşıldı ve bu fikir insanlar arasında yayıldı. Fakat onlara göre ayette bulunan azarlamanın sebebini pek anlayamadılar. İçtihat edene ve yanılana mademki bir sevap var, sevap olan bir yerde neden Allahu Teala azarlamada bulunuyor?! Bir çok soruyu beraberinde getiren bu gibi görüşler daha ilk dönemlerde alimler tarafından kabul görmeyip, reddedilmiştir. Pezdevi meşhur kitabı “Usulü Pezdevi”de sünnet bahsinde her iki tarafın delillerini vererek yapılan ihtilafı uzun boylu anlatmaktadır. Biz o ihtilafları buraya taşıyacak değiliz. Sadece Resulullah’ın içtihat ettiğini savunanların ortaya koyduğu delillerde herhangi bir içtihadın olmadığını açıklamaya çalışacağız.

İnsanın davranışlarına haram-helal yönünde hüküm koyan sadece Allah’tır. Bu hükümranlığın sonucu olarak ta kainattaki eşyaları meşru veya gayri meşru belirleyende ancak Allah’tır. Dinin kemale erdirilmesinden anlaşılan; hükmü belli olmayan hiçbir hususun kalmadığıdır. Dinin kapsamına girmeyen hiçbir eşya veya hareket yoktur. Yüreklerin içerisinde yatan iman-küfür, iyilik-kötülük düşüncesini dahi hesaba çeken Allah bütün her şeye ait olan hükmünü bildirmiştir. Bazı hükümlerinin içeriğini de belirtmiş ama bazılarının genel hükmünü koymuştur. Örneğin; namazın kılınış keyfiyetini içeriği ile beyan etmiştir. Fakat kainatta cereyan eden kanunları bulup keşfetmede ve onu tahakkümü altına alıp kullanmada genel helal hükmünü koymuş ama bunlara ulaşma teknik ve metotlarını açıklamamış, insanlara helal olarak bırakmıştır. Bu gibi hususlarda şu dinidir, bu dini değildir gibi bir ayırım doğru değildir. Dünyada dinin kapsamına girmeyen hiçbir husus yoktur. İslam kulun Rabb’i ile, nefsi ile ve diğer insan ve eşyalarla olan alakasını düzenlemek, bunlara ait Allah’ın hükümlerini bildirmek için gelmiştir.

İnsanlar, teknik ve fenle alakalı konularda helal hükmüne göre amel ederler. Böylece astronomi, tıp, ziraat, savaş teknikleri ve bu gibi teknik ve fenle alakalı hususlarda serbesttir. Allah hiçbir zaman “a” tipi bir motor üretmek helal, “b” tipi bir motor üretmek haramdır diye hüküm indirmemiştir. Veya bir köprünün belli bir yapılışını helal, diğerini haram kılacak değildir. Yine Cenabı Allah, zirai işlerle alakalı olan hususlarda sulama, ekme, biçme ve aşılama hususlarında da belli bir hükümler indirecek de değildir. Savaş tekniklerinin bir kısmını helal, bir kısmını haram kılacak da değildir. Bütün bu hususlarda insanları serbest bırakmış ve insanların teknik ve fende adım adım ilerlemelerini, akıllarını kullanmalarını istemiştir. Beşeriyet bilim-teknik ve fende tefekkür edecek, düşünecek ve kainatı kendilerine sunmuş olan Allah’ın nimetlerinden gayretleri ölçüsünde faydalanacaktır.

Allah, teknik ve fen konularında “helal” hükmünü koymuş ve insanları tecrübelerinde serbest bırakmıştır. Bu hususta vahiy içerik belirtmediği için, Resul de diğer insanlarla aynı konumdadır. Yani o da tecrübesi ölçüsünde kainatın sırlarına muttalidir. Bu hususta o da diğer insanların tecrübelerinden faydalanıyor ve kendi müşahedelerini de kullanarak kainatın keşfi bekleyen kanunlarına bakıyordu. Bu hususta içerik belirten vahiy olmadığı için nebi-ümmet farkı yoktu.

Bu açıklamayı da yaptıktan sonra delillere cevaplarımızı verelim:

1- Resulullah’ın hurma aşılaması konusundaki yanılmasını delil getirerek onun içtihat yaptığı söylenir. Müslim’de geçen rivayete göre; Resulullah hurma aşılayanları görünce onlara bunu yasaklar. Fakat ürün vermediği görülünce Resulullah’ın bunda yanıldığını öne sürerler ve bu davranışını da içtihadına delil getirirler.

Her şeyden önce şunu söyleyelim ki; Resulullah hurma aşılayanları hiçbir zaman yasaklamamıştır. Müslim’de geçen üç rivayette verdiği cevaplar şöyledir: “O’nun (Allah’ın takdirinden) herhangi bir şeyi değiştireceğini zannetmiyorum.” (Müslim, Fedail 139) “Umulur ki siz bunu yapmasanız da yine hayır olur.” (Müslim, Fedail 140) “Bunu yapmamış olsaydınız yine de salah olurdu.” (Müslim, Fedail 141)

Görüldüğü gibi bunların hiç birisinde yasaklama yoktur. Bilakis burada Resulullah’ın tecrübesine dayanarak söylediği bir söz vardır. Bu yaptıklarının Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi çalamayacağını söyleyerek sebeplere fazla bir tesir etmeyi onlara öğretiyordu. İçtihat hükmü bilinmeyen hususlarda olur. Oysa burada hüküm bellidir. Haram-helal ve bunu daha fazla elde etmek için yapılan tekniklerde helaldir. Resulün hükmü belli olan hususlarda söz söyleyeceği yoktur. Bu hususta vahiy inip aşılama yöntemini belirtmediği için Resulün insanlardan farkı yoktur. Dolayısıyla burada içtihadın vakıası yoktur. Nitekim bu hadisede Resulullah onlara bunu öğretiyor ve şöyle diyordu: “Ben ancak (sizin gibi) bir beşerim. Ben sizlere dininizden herhangi bir şeyi emrettiğim zaman onu derhal alıp kabul ediniz. Sizlere kendi görüşümle alakalı bir şey söylersem, şüphe yok ki bende bir beşerim (yanılabilirim).” (Müslim, Fedail 140)

Resulullah, Allah’ın indinden ve kendi reyinden olarak söylediklerini ikiye ayırmakla, kendi söylediklerinin teşri olmadıklarını göstermek istiyordu. Dolayısıyla Resulullah’ın içtihadı gibi bir şeyden söz edilemez. Bugün tıp, teknik, ziraat alanında yüzlerce, binlerce buluş olmaktadır. Bunların içtihatla hiçbir alakası yoktur. Bu alanlar insanlara “helal” kapsamında meşru kılınmıştır.

YIL 14  SAYI 159-160  MUHARREM/SAFER 1424  MART/NİSAN 2003

Yukarı