Daveti taşımakla Allah’ın şereflendirdiği kimselerden olan Ey
davetçi kardeşlerim!
Felâketler ve endişeler esnasında sabretmeniz, ardı ardına gelen
belâlardan sonra hâla hak üzerinde sebât etmeniz şeref ve onur
olarak size yeterlidir. Sizlerin, bu büyük imtihan medresesinde
özel bir yöntemle terbiye edilip eğitilen ve orada kendine özgü
tarzla ayıklanan, sonra oradan bütün yabancı karışımlardan arınmış
saf bir altın gibi nefisleri saf ve paklanan, kalpleri süzülüp
durulan, günahları dökülen, tövbeleri kabul edilen, huşu ve huzur
içerisinde Rablerine teslim olan, hakkıyla O’na tevekkül eden,
Rableri dışında her şeyden ellerini silkeleyip eteklerini çeken
mezunlar zümresinden olmanızı Allah’tan temenni ederiz. Kim, imtihan
medresesinden başarıyla mezun olmuşsa, imamların imamı ve doğru
yola sülûk edenlerin lideri ve Şeri hükme bağlananların önderi olur.
Allah-u Teâla Ayet-i Kerime’de şöyle buyurdu:
“Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman,
onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten imamlar tayin
etmiştik.” (Secde 24)
İşte “Ammâr İbn-u Yâsir”, “Bilâl İbn-u Rebâh”, “Süheyb”, “Selmân”,
“Habbâb İbn-ul E’ret”, “Hubeyb İbn-u Adiyy” ve diğer bir çok sahâbe
bu imtihan medresesinden mezun olanlar arasındadır. Yine “Saîd
İbn-u Cübeyr”, “Malik İbn-u Enes” ve “Ebû Hanîfe” gibileri de bu
medreseden mezun olanlar arasındadır. Nitekim zamanında bu
medresesinin en büyük öğrencilerinden birisi iken, daha sonra onun
en büyük üstatlarından birisi haline gelen “İmam Ahmed İbn-u Hanbel”
de o medreseden mezun olanlar içerisindedir. Ayrıca “İbn-u
Teymiyye”, “İbn-u Kayyim” ve “Es-Serahsî” yi de ondan mezun olanlar
arasında saymak mümkündür. Bu yüce medreseden mezun olanların
öncüsü ve ilk muallimi hiç şüphesiz şöyle buyuran Allah’ın
Resûl’üdür.
“Allah için öyle eziyete maruz kaldım ki, hiç bir kimse böyle bir
eziyete maruz kalmadı.” (Et-Tirmizî, Ahmed, İbn-u Mâce,
İbn-u Hibbân)
Görmüyor musunuz, eğer Kureyş müşrikleri Suheyb Er-Rûmî’nin
mallarına el koymamış olsalardı, “Ya Ebû Yahya ne kazançlı bir
alış-verişti” unvanına doğru bir adım atabilir miydi? Görmüyor
musunuz, eğer Kureyş müşrikleri vasıtasıyla “Yasir âilesi”
işkenceyi tatmamış olsaydı, “Sabredin Ey Yâsir âilesi, çünkü size
vadedilen cennettir” şerefine nâil olabilirler miydi? Eğer Enes
İbn-u Nadr, uhud gazvesinde lime lime doğranmasaydı, “ Eğer Allah’a
yemin edersem, mutlaka onu yerine getiririm” şerefine, onuruna nail
olabilir miydi? Evet böyle olmasaydı yüzü gülmez ve yemin günü
istediği gerçekleşmez ve Vallahi! Ne ön dişleri kırılır ne de vücudu
paramparça edilirdi. Eğer Bilâl İbn-u Rebâh, Ümeyye İbn-u Halef ve
zebânileri eliyle işkenceyi tatmamış olsaydı, “Bilâl, bizim
efendimizdir” şanına nail olabilir miydi?. Bunu da aşalım, eğer
Yusuf (as)’ın hapishânedeki sabrı olmasaydı, “Ey doğru sözlü kişi”
(Yusuf 46) makamını elde edebilir miydi?. Eğer Allah yolunda
karşılaştıklarına karşılık Er-Recia ashabının sabrı olmasaydı,
onlar:
“ İnsanlardan öyleleri de var ki,
Allah'ın rızasını almak için kendini feda eder...” (Bakara 207)
Zümresinden olabilirler miydi? Eğer Muâz İbn-u Cebel’in sabrı, Allah
yolundaki fedakârlığı, Hendek günü akıttığı kan ve Beni Kurayza
arasında verdiği adâletli hükmü olmasaydı, “Sa’d’ın ölümünden
dolayı Rahmân’ın arşı sallandı” unvanına sahip olabilir miydi? Eğer
Uhud günü ve Uhud öncesinde Abdullah İbn-u Harram’ın fedakârlığı,
bağışı ve sabrı olmasaydı, Allah’ın “Ey kulum! Bana minnet et ki,
iyilik yap ki, sana hakkı vereyim” sözündeki övgüye nail
olabilir miydi? Eğer Seyyid Kutub’un mihneti ve ölümü esnasındaki
sabrı-sebâtı olmasaydı, yazdığı yazıların, söylediği kelimelerin
öyle anılacak, hatırlanacak bir etkisi olabilir miydi?. Burada öyle
büyük günahlar vardır ki, bunlara ancak büyük iyilikler veya
şiddetli imtihanlar kefaret eder. Bunun için Allah Azze ve Celle
dostları üzerine, küçük, büyük, az, çok, ilk ve son günahlarına
kefaret olsun diye imtihanı takdir etmiştir ki böylece hiç bir
günahları kalmasın. Günahları dökülmüş, günahlarından arınmış bir
şekilde Allah’a yönelsinler. Böylelikle Allah şan ve şeref ihsan
etsin, yüce makamlar versin. Belki de bu anlam; Et-Tirmizî’nin Ebû
Hurayra’dan rivâyet ettiği Hadis-i Şerif’te işâret edilenin ta
kendisidir. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Erkek olsun, kadın olsun mü'min, Allah'a günahsız olarak
kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik
olmaz."
İşte Hubeyb İbn-u Adiyy ölümü esnasında şöyle diyor:
“Onların toplanmaları aldırış etmem. Müslüman olarak öldürülmem
yeter. Allah için yıkılışım hangi tarafa olacak. Düşmana boyun
bükecek, yalvaracak değilim. Dönüşüm ancak Allah’adır.”
İşte bir başka sahâbî Abdullah İbn-u Cahş Uhud gazvesinden önce Sa’d
İbn-u Ebî Vakkâs’la bir araya geliyor ve her biri diğerine dua
etmek ve onu emniyete almak üzerinde anlaşıyorlar. Abdullah İbn-u
Cahş şöyle dua etmişti: “Allahım! Beni, iyi ok ata bilen,
iyi harp yapabilen, aşırı öfkelenen bir kişi ile karşılaştır. Senin
uğrunda onunla savaşayım, oda benimle savaşsın. Sonra beni yakalayıp
burnumu, kulağımı kessin. Yarın seninle karşılaştığım zaman sen
bana: “Ya Abdullah! Ne için kulağın, burnun kesildi?” Diyesin. Ben
de sana: “Senin için ve Resûl’ün için” diyeyim.
Bunun üzerine Allah “doğru söyledin” der.” Aman Allah’ım! Bu ne
büyük dua, bu ne şiddetli duadır! Bunlar nasıl nefislerdir; Rableri
için her şeyi satmışlar, onlara göre acı tatlı hale dönüşmüştür.
Zaten bu tür hususlar ancak yolu tatlı ve hoş bulup, onun zevkini
tadan kişilerden sadır olur. Rablerinin rızası dışında hiç bir şey
onları ilgilendirmez. Allah yolunda öldürülmüş ve O’na itaâtkâr
kullar olarak O’nunla karşılaşmanın dışında hiç bir şeye aldırış
etmezler. Bunlar ve bunların benzerleri, gerçekten Allah’ın yardım
ve nusretine, Subhanehu’nun seçkin kulları olmaya layıktırlar.
Abdullah İbn-u Cahş’ın istediği gerçekleşmişti. Uhud’ta şehit
düşmüş ve Müşrikler, onun kulağını, burnunu kesmişlerdi. Belki
bazıları, yüce sahabî Abdullah İbn-u Cahş’ın, Kureyş’in en soylu
âilelerinden biri olduğunu bilmezler. O, Resulullah (sav)’in
halasının oğlu idi. Bu kimseler, lime lime doğransalar da, beyaza,
siyaha savaş açsalar da, bütün insanların ortak hedefi olsalar da,
yurtlarından ve halklarından koparılsalar da, saâdetlerinin ancak
bu yolda yürümekle olacağının bilinci içerisindeydiler. Siz sanki
onların şöyle söylendiklerini hissedersiniz:
“Biz öyle bir nimet içersindeyiz ki, eğer hükümdârlar
bunun farkına varsalardı, onu elde etmek için bizimle kılıçlarla
vuruşurlardı”. Dünyada mevcut olan hiç
bir şey onları ilgilendirmez, İslâm için çalışma ve onu yeryüzünde
hakim kılma gayretinden başka hiç bir şey onları meşgul etmez. Bu
yüzden kalplerinin “Allah yolunda zamanın
musibetleri ne kadar da tatlıdır” diye
haykırdığını işitirsiniz. İşte zikrettiğimiz bu kimseler, hem yolu
hoş ve tatlı gören hem de yolun elemini, sarp ve sertliğini,
zorluğunu, işkencesini giderecek panzehiri bulan kimselerdir.
Bilakis işkence hoş ve güzele, acı tatlıya, zorluk kolaylığa,
pahalılık da ucuza dönüşmüştür. Dolayısıyla gerçek Mevlalarının
razı olduğu şeye onlarda razıdırlar ve eğer bir şeyi severlerse
sırf o şeyi Subhanehu’nun sevdiğinden dolayı seviyorlardır.
Din, Azim sahiplerinin Omuzları Üzerine Yüklenir
Biliniz ki, din azim sahibi kişilerin omuzları üzerine yüklenir. Din
asla ve ebediyen çapulcuların, sorumsuzca konfor içerisinde yaşayan
kimselerin omuzları üzerine yüklenmez. Bu kimselerin omuzları
üzerine yüklenmekten de münezzehtir. Yüce din ancak azamet sahibi
yüce kişilerin omuzları üzerine yüklenir. Gökyüzü ve yeryüzüne bile
ağır gelen bu büyük sorumluluğu ancak ona ehil ve onun adamı olan
kişilerin yerine getirmesi mümkündür. İslâm,
“Eğer Allah, bana Resulullah (sav)'le
birlikte müşriklerle savaşmak nasip ederse, Allah ne yapacağımı
görecektir!" diyen Enes İbn-u Nadr’ın
azmi gibi azimle hareket edilmezse nasıl ikâme edilebilir? Nihayet
Enes İbn-u Nadr Uhud’a şahit olmuş ve savaşmıştı. Hatta -ölü olduğu
halde- cesedinde seksen küsür darbe izi bulunmuş, cesedi
paramparça edilmişti. Öyle ki onu kız kardeşi dışında hiç bir kimse
tanıyamamıştı. Kız kardeşi parmağının ucundan tanımıştı. Doğrusu
değerli Müslümanlar, bizden istenilen azim, kapsamlı bir azimdir.
İlim ve amelde azim, davet ve cihadta azim, iman ve yakînde azim,
sabır ve rızada azim, tedbir ve hakkı aşıkâre söylemekte azim,
nefsin ıslahı ve yaratıklara hidâyet göstermede azim. Bizim
istediğimiz azim, bir alana munhasir olmayan azimdir. Tam aksine
istediğimiz husus, çeşitli İslâmî amel alanlarında azim ve gayretin
yüksek olmasıdır. Yoksa bir alanda olup da birinde değil veya
diğerine karşılık bir yönde değil. Ancak istediğimiz azim, kamil,
şamil ve tam bir azimdir. İbn-u Kayyim’in (Allah rahmet eylesin)
“Doğruluk, iki hicretin yolu ve iki saâdetin kapısıdır” adlı
kitabında söyledikleri, bu manayı en güzel ve en açık şekilde ifade
etmektedir: “Onlar içerisinde her vadiden Allah’a doğru bir yol
tutan ve her yoldan O’na varan keskin azim sahibi kimseler vardır.
Bunlar, ubudiyyet vazifelerini kalplerinin kıblesi, gözlerinin
aynası kılarlar. Ubudiyyet nerede olursa, onlar oradadır, nereye
seyrederse onunla birlikte seyrederler. Her grupla bir ok
atmışlardır. Ubûdiyyet neredeyse onları orada buldum. Eğer ilimse,
onları ilim ehliyle birlikte buldum, eğer cihadsa, onları
mücahidlerin safında buldum, eğer namazsa, onları namaz kılanlar
içerisinde buldum, eğer zikirse, onları zikredenlerin yanında
buldum, eğer ihsan ve iyilikse, onları muhsinler zümresi içerisinde
buldum, eğer Allah’ı sevmek, gözetlemek ve tevbe edip Allah’a
dönmekse, onları sevenler, tevbe edip Allah’a dönenler zümresinden
buldum. Ubûdiyyet konvoyu nereye yönelirse yönelsin, onlar
ubûdiyyet dinine yönelirler, karargâhını nereye kurarsa kursun, ona
teveccüh ederler. Şayet onlara “amellerden maksadınız nedir? Diye
sorulsa, onlar “Nerede olursa olsun
nerede bulunursa bulunsun, nereye
sürüklerse sürüklesin, ne iktiza ederse etsin, ister bizi
birleştirsin, isterse parçalasın Rabbimizin emirlerini uygulamak
istiyoruz. Emirlerde Rabbimizi gözeterek, ruhla, kalple, bedenle,
canla, başla ona bağlanarak, emirleri uygulamak, gereklerini yerine
getirmekten başka maksadımız yoktur. Şüphesiz teslim edilen şeyin
fiyatını Rabbimizden umarak, satılan şeyi O’na teslim ettik”
cevabını verirler. Allah-u Teâla şöyle buyurdu:
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, cennet karşılığında
satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler,
ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da Allah üzerine hak bir
vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O
halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin.
İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe 111)
Devamı gelecek sayıda… |