Ana Sayfa YIL 16  SAYI 183  SAFER 1426 / MART 2005 E-Mail

Sabır Davetçinin Azığıdır -2-

C. TEKİN

Daveti taşımakla Allah’ın şereflendirdiği kimselerden olan Ey davetçi kardeşlerim!

Felâketler ve endişeler esnasında sabretmeniz, ardı ardına gelen belâlardan sonra hâla hak üzerinde sebât etmeniz şeref ve onur olarak size yeterlidir. Sizlerin, bu büyük imtihan medresesinde özel bir yöntemle terbiye edilip eğitilen ve orada kendine özgü tarzla ayıklanan, sonra oradan bütün yabancı karışımlardan arınmış saf bir altın gibi nefisleri saf ve paklanan, kalpleri süzülüp durulan, günahları dökülen, tövbeleri kabul edilen, huşu ve huzur içerisinde Rablerine teslim olan, hakkıyla O’na tevekkül eden, Rableri dışında her şeyden ellerini silkeleyip eteklerini çeken mezunlar zümresinden olmanızı Allah’tan temenni ederiz. Kim, imtihan medresesinden başarıyla mezun olmuşsa, imamların imamı ve doğru yola sülûk edenlerin lideri ve Şeri hükme bağlananların önderi olur.

Allah-u Teâla Ayet-i Kerime’de şöyle buyurdu:

“Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten imamlar tayin etmiştik.” (Secde 24)

İşte “Ammâr İbn-u Yâsir”, “Bilâl İbn-u Rebâh”, “Süheyb”, “Selmân”, “Habbâb İbn-ul E’ret”, “Hubeyb İbn-u Adiyy” ve diğer bir çok sahâbe bu imtihan medresesinden mezun olanlar arasındadır. Yine “Saîd İbn-u Cübeyr”, “Malik İbn-u Enes” ve “Ebû Hanîfe” gibileri de bu medreseden mezun olanlar arasındadır. Nitekim zamanında bu medresesinin en büyük öğrencilerinden birisi iken, daha sonra onun en büyük üstatlarından birisi haline gelen “İmam Ahmed İbn-u Hanbel” de o medreseden mezun olanlar içerisindedir. Ayrıca “İbn-u Teymiyye”, “İbn-u Kayyim” ve “Es-Serahsî” yi de ondan mezun olanlar arasında saymak mümkündür. Bu yüce medreseden mezun olanların öncüsü ve ilk muallimi hiç şüphesiz şöyle buyuran Allah’ın Resûl’üdür.

“Allah için öyle eziyete maruz kaldım ki, hiç bir kimse böyle bir eziyete maruz kalmadı.” (Et-Tirmizî, Ahmed, İbn-u Mâce, İbn-u Hibbân)

Görmüyor musunuz, eğer Kureyş müşrikleri Suheyb Er-Rûmî’nin mallarına el koymamış olsalardı, “Ya Ebû Yahya ne kazançlı bir alış-verişti” unvanına doğru bir adım atabilir miydi? Görmüyor musunuz, eğer Kureyş müşrikleri vasıtasıyla “Yasir âilesi” işkenceyi tatmamış olsaydı, “Sabredin Ey Yâsir âilesi, çünkü size vadedilen cennettir” şerefine nâil olabilirler miydi? Eğer Enes İbn-u Nadr, uhud gazvesinde lime lime doğranmasaydı, “ Eğer Allah’a yemin edersem, mutlaka onu yerine getiririm” şerefine, onuruna nail olabilir miydi? Evet böyle olmasaydı yüzü gülmez ve yemin günü istediği gerçekleşmez ve Vallahi! Ne ön dişleri kırılır ne de vücudu paramparça edilirdi. Eğer Bilâl İbn-u Rebâh, Ümeyye İbn-u Halef ve zebânileri eliyle işkenceyi tatmamış olsaydı, “Bilâl, bizim efendimizdir” şanına nail olabilir miydi?. Bunu da aşalım, eğer Yusuf (as)’ın hapishânedeki sabrı olmasaydı, “Ey doğru sözlü kişi” (Yusuf 46) makamını elde edebilir miydi?. Eğer Allah yolunda karşılaştıklarına karşılık Er-Recia ashabının sabrı olmasaydı, onlar:

İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini feda eder...” (Bakara 207)

Zümresinden olabilirler miydi? Eğer Muâz İbn-u Cebel’in sabrı, Allah yolundaki fedakârlığı, Hendek günü akıttığı kan ve Beni Kurayza arasında verdiği adâletli hükmü olmasaydı, “Sa’d’ın ölümünden dolayı Rahmân’ın arşı sallandı” unvanına sahip olabilir miydi? Eğer Uhud günü ve Uhud öncesinde Abdullah İbn-u Harram’ın fedakârlığı, bağışı ve sabrı olmasaydı, Allah’ın “Ey kulum! Bana minnet et ki, iyilik yap ki, sana hakkı vereyim” sözündeki övgüye nail olabilir miydi? Eğer Seyyid Kutub’un mihneti ve ölümü esnasındaki sabrı-sebâtı olmasaydı, yazdığı yazıların, söylediği kelimelerin öyle anılacak, hatırlanacak bir etkisi olabilir miydi?. Burada öyle büyük günahlar vardır ki, bunlara ancak büyük iyilikler veya şiddetli imtihanlar kefaret eder. Bunun için Allah Azze ve Celle dostları üzerine, küçük, büyük, az, çok, ilk ve son günahlarına kefaret olsun diye imtihanı takdir etmiştir ki böylece hiç bir günahları kalmasın. Günahları dökülmüş, günahlarından arınmış bir şekilde Allah’a yönelsinler. Böylelikle Allah şan ve şeref ihsan etsin, yüce makamlar versin. Belki de bu anlam; Et-Tirmizî’nin Ebû Hurayra’dan rivâyet ettiği Hadis-i Şerif’te işâret edilenin ta kendisidir. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Erkek olsun, kadın olsun mü'min, Allah'a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz."

İşte Hubeyb İbn-u Adiyy ölümü esnasında şöyle diyor:

“Onların toplanmaları aldırış etmem. Müslüman olarak öldürülmem yeter. Allah için yıkılışım hangi tarafa olacak. Düşmana boyun bükecek, yalvaracak değilim. Dönüşüm ancak Allah’adır.”

İşte bir başka sahâbî Abdullah İbn-u Cahş Uhud gazvesinden önce Sa’d İbn-u Ebî Vakkâs’la bir araya geliyor ve her biri diğerine dua etmek ve onu emniyete almak üzerinde anlaşıyorlar. Abdullah İbn-u Cahş şöyle dua etmişti: “Allahım! Beni, iyi ok atabilen, iyi harp yapabilen, aşırı öfkelenen bir kişi ile karşılaştır. Senin uğrunda onunla savaşayım, oda benimle savaşsın. Sonra beni yakalayıp burnumu, kulağımı kessin. Yarın seninle karşılaştığım zaman sen bana: “Ya Abdullah! Ne için kulağın, burnun kesildi?” Diyesin. Ben de sana: “Senin için ve Resûl’ün için” diyeyim. Bunun üzerine Allah “doğru söyledin” der.” Aman Allah’ım! Bu ne büyük dua, bu ne şiddetli duadır! Bunlar nasıl nefislerdir; Rableri için her şeyi satmışlar, onlara göre acı tatlı hale dönüşmüştür. Zaten bu tür hususlar ancak yolu tatlı ve hoş bulup, onun zevkini tadan kişilerden sadır olur. Rablerinin rızası dışında hiç bir şey onları ilgilendirmez. Allah yolunda öldürülmüş ve O’na itaâtkâr kullar olarak O’nunla karşılaşmanın dışında hiç bir şeye aldırış etmezler. Bunlar ve bunların benzerleri, gerçekten Allah’ın yardım ve nusretine, Subhanehu’nun seçkin kulları olmaya layıktırlar. Abdullah İbn-u Cahş’ın istediği gerçekleşmişti. Uhud’ta şehit düşmüş ve Müşrikler, onun kulağını, burnunu kesmişlerdi. Belki bazıları, yüce sahabî Abdullah İbn-u Cahş’ın, Kureyş’in en soylu âilelerinden biri olduğunu bilmezler. O, Resulullah (sav)’in halasının oğlu idi. Bu kimseler, lime lime doğransalar da, beyaza, siyaha savaş açsalar da, bütün insanların ortak hedefi olsalar da, yurtlarından ve halklarından koparılsalar da, saâdetlerinin ancak bu yolda yürümekle olacağının bilinci içerisindeydiler. Siz sanki onların şöyle söylendiklerini hissedersiniz: “Biz öyle bir nimet içersindeyiz ki, eğer hükümdârlar bunun farkına varsalardı, onu elde etmek için bizimle kılıçlarla vuruşurlardı”. Dünyada mevcut olan hiç bir şey onları ilgilendirmez, İslâm için çalışma ve onu yeryüzünde hakim kılma gayretinden başka hiç bir şey onları meşgul etmez. Bu yüzden kalplerinin “Allah yolunda zamanın musibetleri ne kadar da tatlıdır” diye haykırdığını işitirsiniz. İşte zikrettiğimiz bu kimseler, hem yolu hoş ve tatlı gören hem de yolun elemini, sarp ve sertliğini, zorluğunu, işkencesini giderecek panzehiri bulan kimselerdir. Bilakis işkence hoş ve güzele, acı tatlıya, zorluk kolaylığa, pahalılık da ucuza dönüşmüştür. Dolayısıyla gerçek Mevlalarının razı olduğu şeye onlarda razıdırlar ve eğer bir şeyi severlerse sırf o şeyi Subhanehu’nun sevdiğinden dolayı seviyorlardır.

Din, Azim sahiplerinin Omuzları Üzerine Yüklenir

Biliniz ki, din azim sahibi kişilerin omuzları üzerine yüklenir. Din asla ve ebediyen çapulcuların, sorumsuzca konfor içerisinde yaşayan kimselerin omuzları üzerine yüklenmez. Bu kimselerin omuzları üzerine yüklenmekten de münezzehtir. Yüce din ancak azamet sahibi yüce kişilerin omuzları üzerine yüklenir. Gökyüzü ve yeryüzüne bile ağır gelen bu büyük sorumluluğu ancak ona ehil ve onun adamı olan kişilerin yerine getirmesi mümkündür. İslâm, “Eğer Allah, bana Resulullah (sav)'le birlikte müşriklerle savaşmak nasip ederse, Allah ne yapacağımı görecektir!" diyen Enes İbn-u Nadr’ın azmi gibi azimle hareket edilmezse nasıl ikâme edilebilir? Nihayet Enes İbn-u Nadr Uhud’a şahit olmuş ve savaşmıştı. Hatta -ölü olduğu halde- cesedinde seksen küsür darbe izi bulunmuş, cesedi paramparça edilmişti. Öyle ki onu kız kardeşi dışında hiç bir kimse tanıyamamıştı. Kız kardeşi parmağının ucundan tanımıştı. Doğrusu değerli Müslümanlar, bizden istenilen azim, kapsamlı bir azimdir. İlim ve amelde azim, davet ve cihadta azim, iman ve yakînde azim, sabır ve rızada azim, tedbir ve hakkı aşıkâre söylemekte azim, nefsin ıslahı ve yaratıklara hidâyet göstermede azim. Bizim istediğimiz azim, bir alana munhasir olmayan azimdir. Tam aksine istediğimiz husus, çeşitli İslâmî amel alanlarında azim ve gayretin yüksek olmasıdır. Yoksa bir alanda olup da birinde değil veya diğerine karşılık bir yönde değil. Ancak istediğimiz azim, kamil, şamil ve tam bir azimdir. İbn-u Kayyim’in (Allah rahmet eylesin) “Doğruluk, iki hicretin yolu ve iki saâdetin kapısıdır” adlı kitabında söyledikleri, bu manayı en güzel ve en açık şekilde ifade etmektedir: “Onlar içerisinde her vadiden Allah’a doğru bir yol tutan ve her yoldan O’na varan keskin azim sahibi kimseler vardır. Bunlar, ubudiyyet vazifelerini kalplerinin kıblesi, gözlerinin aynası kılarlar. Ubudiyyet nerede olursa, onlar oradadır, nereye seyrederse onunla birlikte seyrederler. Her grupla bir ok atmışlardır. Ubûdiyyet neredeyse onları orada buldum. Eğer ilimse, onları ilim ehliyle birlikte buldum, eğer cihadsa, onları mücahidlerin safında buldum, eğer namazsa, onları namaz kılanlar içerisinde buldum, eğer zikirse, onları zikredenlerin yanında buldum, eğer ihsan ve iyilikse, onları muhsinler zümresi içerisinde buldum, eğer Allah’ı sevmek, gözetlemek ve tevbe edip Allah’a dönmekse, onları sevenler, tevbe edip Allah’a dönenler zümresinden buldum. Ubûdiyyet konvoyu nereye yönelirse yönelsin, onlar ubûdiyyet dinine yönelirler, karargâhını nereye kurarsa kursun, ona teveccüh ederler. Şayet onlara “amellerden maksadınız nedir? Diye sorulsa, onlar “Nerede olursa olsun nerede bulunursa bulunsun, nereye sürüklerse sürüklesin, ne iktiza ederse etsin, ister bizi birleştirsin, isterse parçalasın Rabbimizin emirlerini uygulamak istiyoruz. Emirlerde Rabbimizi gözeterek, ruhla, kalple, bedenle, canla, başla ona bağlanarak, emirleri uygulamak, gereklerini yerine getirmekten başka maksadımız yoktur. Şüphesiz teslim edilen şeyin fiyatını Rabbimizden umarak, satılan şeyi O’na teslim ettik” cevabını verirler. Allah-u Teâla şöyle buyurdu:

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe 111)

Devamı gelecek sayıda…

YIL 16  SAYI 183  SAFER 1426 / MART 2005

Yukarı