Ana Sayfa YIL 16  SAYI 183  SAFER 1426 / MART 2005 E-Mail

TEFSİR: BAKARA SURESİ

AYET: 183-187

Esad MANSUR

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.

Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 183-184)

Bu ayetlerde, Allah-u Teala müminlere orucu farz kıldığını bildirirken İslam’dan önce gelip geçmiş milletlere de orucu farz kıldığını bildiriyor. İslam Ümmeti’ne bu oruç yeni bir ibadet olmayıp tarih boyunca bütün müminlere farz kılındı. Fakat eski milletlere kaç gün farz idi? Bu ihtilaflı bir konudur.

Muaz, İbn-i Mesut, İbn-i Abbas, Ata Katade ve Ed-dahak Hz. Nuh’a kadar oruç üç gündü. Ondan sonra Ramazan ayı farz kılındı. İslam’ın başlangıcında da üç gündü diye söylediler.

İbn-i Abi Hatem İbn-i Ömer (ra) yoluyla Resulullah (sav)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Ramazan ayını tutmak sizden öncekilere Allah farz kılmıştır.”

Orucun hikmeti takvalı olmaktır. Burada illetten değil hikmetten bahsedilmektedir. Çünkü; hikmetin manası amelden doğabilecek neticedir. Sadece ayette veya hadiste belirlenmelidir. Bu ayette; “umulur ki takvalı olursunuz”. Bu oruçtan takva doğsun. Müslüman oruç tutunca günahtan uzaklaşabilir ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek için daha fazla eğilimlidir. Bu nedenle Resulullah (sav) evlenemeyenlere oruç tutmayı tavsiye etmiştir. Şöyle buyurmuştur:

“Ey gençler! Kim sizden evlenmeye muktedir olursa evlensin. Kim evlenemezse oruç tutsun. Çünkü oruç onun için bir korunma vesilesidir.” (Buhari, Müslüm)

Hikmet amelden doğabilecek neticedir. Doğması şart değildir. Allah-u Teala, insanda bu neticenin doğmasını istiyor. İnsanın iradesine aittir; eğer Müslüman orucu kimin için tuttuğunu ve gereğince Allah’a bağlanırsa bu netice doğar. Ama böyle değilse sırf yemekten ve içmekten kesilirse, sanki bir gelenek olarak tutarsa takvalı olamaz.

İllet ise, bir hükmün teşri sebebidir. Yani; bir hüküm farz ise niçin farzdır veya haram ise niçin haramdır diye Allah ve Resulü açıklarsa bu açıklama hüküm illetidir denilir. Misal olarak, Haşr Süresinde 7. Ayette mal ve para yalnız zenginler arasında dolaşmaması için savaşsız ganimetler, zengin olmaya yetimlere, miskinlere, yolda parasız kalanlara dağıtılmasını Allah emir verdi. Ayette Allah ve Resulüne de verilecektir açıklandı. Allah ve Resulünün manası İslam Devleti’dir. Bunun manası, savaşsız ganimetlerden İslam Devleti’ne bir pay verilecektir. Bu ayette niçin bunlara verileceğine dair sebep gösterildi. Bu ise; mallar ve paraların her ele geçmesi ve toplumda iktisadi denge sağlanmasıdır. Buradaki hüküm illetidir.

Kuran ve Sünnet’in nasları incelendikten sonra ibadetlerin illeti olmadığı ortaya çıktı. Bunlardan tefsir ettiğimiz oruçla ilgili ayettir. Taharat, abdest, namaz, oruç, hac ve zekatla ilgili ayetler ve hadislerin illeti değildir. Yine de giyim , yiyecek, içecek ve ahlakla ilgili hükümler hiç illeti değildir. Ancak, bunların bir kısmında hikmetler vardır. Hikmet akli değildir, Şeri’dir. Ayette veya hadiste gösterilirse hikmet vardır deriz. Gösterilmezse akla veya çıkara veyahut fayda ve zarara göre bir hikmet vardır denilmez.

Şu var ki, Şeri Hikmet’in bulunmadığı halde ahkamın uygulanması neticesinde bir fayda gerçekleşirse veya bir zarar vuku engellenirse hikmet budur ve şudur demek yanlıştır. Ancak, hükmün uygulanmasının neticesi budur demek gerek. Misal olarak; ikişer veya üçer ve dörder kadınla evlenme mubahlığından doğan faydalara hikmetler denilmez. Bu faydalardan biri bir erkek birkaç kadını barındırıyor. Bu şekilde, bir ekonomik problem çözülmüş olur. Ama buna hikmet denilmez, zaten illet değildir.

İllet, muamelat ahkamının bir kısmında bulunulur. Ukubat veya cezayla ilgili ahkamlarda bulunmaktadır.

Oruca dönelim; bunun hikmeti takvanın meydana gelmesidir. Müslüman bunu göz önünde tutsun, oruç tutarken Allah’a bağlılığı düşünsün ve pekiştirsin. Nitekim farz olmayan Sünnet veya nafile olan oruçlar haftada iki gün; Pazartesi ve Perşembe, beyaz günler; hicri veya kameri aylarının onüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci günlerdir. Bu günlerde ay pek aydın beyaz olur. Aşure, Şevval’den 6 gün, arife günü vs…

Allah-u Teala, pek rahmetli olduğu için hasta olanlar ve yolcuların tutmamalarına müsaade etti. Buna ruhsat denilir. Ramazan dışında bu nedenle tutamadığı günleri diğer aylarda kaza eder. Hiç tutamıyorsa her güne bedel olarak bir miskin veya bir fakir yedirir. Hiç kaza etmez. Çünkü oruç tutamıyor. Yaşlı insanlar ve bir kronik hastalığından dolayı tutamayanlar fidye verirler.

Buhari’nin Seleme bin El-akva’dan rivayet ettiğine göre; İslam’ın ilk döneminde isteyen tutuyordu, istemeyen yerine fidye veriyordu. Bu nedenle, oruç tutarsanız daha hayırlıdır veya sizin için daha hayırlı olur ifadesi ayette geçti. Ondan sonra bu hüküm nesh edildi, kalktı, yerine Ramazan ayında oruç tutulmasının farziyetini içeren şu ayet nazil oldu:

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.” (Bakara 185)

Allah-u Teala, Ramazan ayını övdü. Çünkü; içinde Kuran’ı indirdi. Böylece onu oruç ayı olarak kıldı. İbn-i Hanbel, İbrahim (as)’ın sayfaları, Tevrat ve İncil de Ramazan ayında indirildiğine dair Resulullah (sav)’in bir hadisini rivayet etti. Kuran Ramazan ayında Resulullah’a indirilmeye başlandı. İbn-i Abbas, Kuran dünya göğüne tüm olarak indirildi. Ondan sonra parça parça Resulullah’a yirmi sene içerisinde indirildi.

Ramazan ayının değerini Kuran değerine bağlandı. Kuran değerinin ne kadar yüksek olduğu tecelli olunur. Bilindiği gibi İslam Kuran’la tanınır, dinin bütün ahkamı içindedir. Ramazan ayının değeri ve farzı Kuran’da geçti. Kuran insanlara bir hidayettir. Kuran bütün insanlar için indirildi. Belli bir halk için indirilmedi. Dili Arapça’dır. Ama bütün insanlara doğru yolu gösteren bir kitaptır. Arapça olarak indirilmeseydi, başka dille indirilecekti. Bu nedenle, hangi dille indirilirse indirilsin önemli olan bütün insanlara bir hidayet olmasıdır. Aynı anda beyineler içerir; beyineler ise deliller ve açıklamalardır. Buna göre, Kuran hidayetin delilleri ve açıklamaları içerir. Aynı anda, furkandır; hak ile batılı birbirinden ayırır. Artık Ramazan ayının tutulmasında muhayyelilik yoktur. Kim hilali görürse onu tutmalıdır. Herkesin görmesi şart değildir. Bir Müslüman görürse bütün Müslümanlar tutmalıdır. Resulullah (sav) bir Müslüman hilali görürse bütün Müslümanların tutmasına emir verdi. Başka bir hadiste:

Ayı gördüğünüz zaman tutun, ayı gördüğünüz zaman bozun, ayı göremediğiniz zaman ayı otuza tamamlayın.” (Müslim)

Müslümanlar tek bir ümmettir. Onun tekliği, birliği ve vahdeti aynı günde hepsinin tutması ve aynı günde hepsinin bayram etmesidir.

Yahudiler ve hıristiyanlar gibi dinlerini tefrik etmemelidir. Hıristiyan ve yahudi gruplar hem inançlarda ihtilafa düştüler, hem de ibadetlerde ve bayramlarda ihtilafa düştüler. Allah-u Teala Ali İmran süresinde 105. ayette ve başka sürelerde yahudiler ve hıristiyanların dinlerini tefrike ettirdikleri gibi onlar gibi olmamamıza dikkat çekiyor. Resullullah (sav) bir çok hadisinde bunu uyardı. Hilafet Devleti döneminde bütün Müslümanlar aynı günde tutuyorlardı ve aynı günde bayram ediyorlardı. Hilafet Devleti yıkıldıktan sonra İslam Ümmeti elliden fazla devletçiklere bölündü. Bu parçalanmayı pekiştirmek için İslamî olmayan bu devletler beraber Ramazanı tutmamaya ve bayram etmemeye çalışıyorlar.

Ayette, -kim ayı görürse- deyince herkes ayrı ayrı tutsun demek değildir. Daha doğrusu, bir Müslüman görünce bütün Müslümanlar tutmalı veya bayram etmelidir. Hilafet Devleti kurulmadıkça Müslümanlar daha da parçalanacaklardır. Bu gerçeği herkes hissediyor, bu nedenle bu devletin kurulması en büyük farzdır, en önemli ve en acil iştir. Hayatta dinin mevcudiyeti, ümmetin vahdeti ve korunması ona dayalıdır. Daha önceki ayette kim hasta ve yolcu olursa başka günlerde kaza edecek fidye verecekler, kim tutarsa kendisi için daha hayır olur ifadeleri geçti. Çünkü İslam’ın ilk günlerinde Müslüman oruç tutmak ile fidye vermek arasında serbest idi. Ramazan ayı tutma farzı Medine’de geldi. Bakara Suresi Medine’de İslam Devleti kurulduktan sonra inmeye başladı.

İlk zamanlarda hastalar ve yolcular orucu tutmamaya müsaade verdi, tekrar Allah-u Teala bu müsaadeyi bildiriyor. Buna ruhsat denilir. Hükmün aslı azimettir. Oruç tutmak azimettir, hastalık ve yolculuk esnasında oruç tutmamak ruhsattır. Allah-u Teala, rahimdir; kendi kurallarını sıkıntıya sokmak hiç istemez. Bir kul Allah’ın bir emrini yerine getiremezse ondan kabul ediyor. Her nefis gücü kadar mükellef kılındı. Bu sürenin Bakara Suresi’nin son ayetinde bunu duyurdu. Her Müslüman gücü yettiği kadar takvalı olmaya çalışsın.

“O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğabun 16)

Fakat, gücü varsa ve gücüm yok derse veya hiç teşebbüs etmeden ve gayret sarf etmeden gücüm yok derse Allah ondan kabul etmez. Müslüman Allah’tan korksun, Allah’ın niyetlerini, her gizli şeyi ve insanın ne gizlediğini bildiğini sürekli hatırlasın. Takvalı Müslüman gerçek mazereti varsa bile azimete baş vursun daha fazla takvalı mümin olur. Bir kısım Müminler güçsüz ve başka bir kısım hasta ve başka bir kısım cihada gitmek için aracı yoktu, buna rağmen bunlar cihada gitmek istiyorlardı, oysa mazeretleri vardı, Resulullah (sav) -sizi cihada götüremem- deyince ağlamaya başlıyorlardı. Ama kalpleri hasta veya bozuk olanlar ve münafıkların gerçek mazeretleri yoktu ve bir mazeret uydurmaya çalışıyorlardı. Allah onları kötüledi ve onlar için acılı azap hazırladı. Tevbe Suresi’nde bu tür insanlarla ilgili birkaç ayet geçti. Bir insan bir farzı yerine getirmek istiyorsa gücünü toplar, niyetini temizler ve her imkanı aramaya başlar. Tevbe Suresi 46. ayete bakın.

İşte, Allah’ın rahmeti gerçek mazerete sahip olanlara aittir. Yalnız oruç değil, her hükümde böyledir. Ama kolaylık ve sıkıntı getirmemek hükümlerin illeti değildir. Sadece bir mazeret olunca bir ruhsattır. Bu asırda bir takım insanlar ortaya çıkıp azimeti yerine getirmemek için -önemli olan kolaylıktır sıkıntı getirmemek- diyorlar ve farzları terk etmeye başlıyorlar. Bu en tehlikeli husustur, dini ortadan kaldırtır.

Ramazan günlerinin tamamını tutmak Allah’a bir teşekkürdür. Çünkü, bize hidayet etti, doğru yolu gösterdi. Bize hidayet etmeseydi şaşkın olurduk, hayvanlardan farksız olmazdık. Bu pek büyük nimettir. Bu nedenle de Allah’ı yüceltmeliyiz, sürekli tekbir getirmeliyiz. Ayette sayılı günleri tutarak tamamlarsınız, dendikten sonra Allah’ı yüceltmeye çağırdı. Arapça’sında tekbir getiresiniz ifadesi geçti. Bu ifade, oruç günlerini tamamladıktan sonra tekbir getiririz, Ramazan bayramına işarettir; çünkü Ramazan’ı tuttuğumuz için sevinerek tekbir getiririz. -Allah sizi Hidayete erdirdiği için- ifadesi bu orucu tutabildiğimiz için tekbirle kutlarız manasında gelir. Müslüman bir ibadet yapınca ve tamamlayınca sevinmeli ve Allah’a çok teşekkür etmelidir. Büyük başarı gerçekleşti, imtihanı geçti, cennete yolunu tuttu. İbadetleri ve Allah’ın her emrini yerine getirmek cennet giden yolu katetmekte birer adımdır. İşte, cennete girmek hedefimizdir, en büyük başarıyı elde etmek olur.

“Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (Bakara 186)

Bu ayetin münasebatı vardır: Bir Bedevi Resulullah’a gelip şöyle sordu: Rabbimiz yakın mı ona yalvarayım, yoksa uzak mı onu çağırayım? Resulullah (sav) bu soruya karşı sustu. Allah-u Teala bu ayeti indirdi. Allah cevap vermek isteyince çok zaman Resullullah’a -de ki- ifadesi kullanıyordu. Ama, burada hiç kullanmadı, sanki Allah-u Teala direk sorana cevap veriyor. Allah-u Teala bu hareketle insana yakınlığı gösteriyor, ve cevap veriyor. Aynı zamanda sözle cevap veriyor. Kullarına uzak değil, pek yakındır. Yeter ki, kullar Allah’a icabet etsinler ve inansınlar. Hem de bunların lehlerine. Çünkü; Allah’a icabet ederlerse doğru yolu bulurlar. Allah’a icabet etmek; onun emirlerine uymak ve nehiylerinden kaçınmaktır.

Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah-u Teala şöyle buyuruyor; Kulum benim hakkımda nasıl zannediyorsa ona karşı öyle olurum, bana dua ederse onunla beraber olurum.” (İbni Hanbel) Bu hadis kutsidir.

Bu icabet ya hemen dünyada gerçekleşir veya ahirette onun sevabını verir, veyahut bir kötüyü ondan uzaklaştırır. Çünkü, insanın iradesi dışında hasıl olacak şey Allah’ın elindedir, Levh-i Mahfuz’da insana bir musibet olacağına dair yazı varsa bütün dualara rağmen gerçekleşir. Ancak, insan bunun sevabını alır veya başka bir musibeti ondan def eder.

Buna göre Müslüman demesin niye dua edeyim? Dua etmek bir ibadettir, hem de büyük bir ibadettir. Duası dünyada gerçekleşmezse ahirette gerçekleşir. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Bir Müslüman günahla ve Silet-i Rahim’le alakayı kesmekle ilgili dualar haricinde Allah’a dua ederse, Allah ona şu husustan birini verir: Ya duasını hemen gerçekleştirir, ya da ahirette onun sevabını verir, veyahut o dua kadar ondan bir kötülük uzaklaştırır.” (İbn-i Hanbel)

“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.” (Bakara 187)

Orucun ilk gecesinde yattıktan sonra artık yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak Müslümanlara haramdı. Ancak, bazı Müslümanlar oruç gecesinde kadınlarına yaklaştılar, cima yaptılar. Ayet’te kadınlara yaklaşmanın manası cima yapmaktır. Allah-u Teala bu hükmü nesh etti. Oysa oruç gecesinde yatsı namazından sonra veya akşam dan sonra yatılırsa yemek, içmek ve kadınlarla cima yapmanın yasaklığı bir ayette geçmedi. Ancak, Sünnette mevcuttur. Allah-u Teala, sünnette Resulüne mana olarak vahiy ettiği o yasaklığı bir ayette nesh etmiştir. Burada şuna dikkat ediyoruz; Sünnet bir vahiydir, Allah’ın hükmüdür, Müslümanlar Kuran’a uydukları gibi ona uyarlar. Allah-u Teala, artık size kadınlara yaklaşmak helal olduğunu bildirdi. Oysa, daha önce bir Ayet’te kadınlara yaklaşmanın haramlığı hiç duyurmadı, ancak Sünnet’te vardı. Sünnet hakkında şüpheleri olanlar biraz düşünsünler!

Allah-u Teala, evliliğin yüksekliğini, kadınların erkeklere ve erkeklerin de kadınlara olan değerini, erkek ile kadın arasında farkın bulunmamasını şu ifadede bildiriyor; Onlar (kadınlarınız) sizin elbisenizdir, sizde onların elbisesisiniz.” Buna göre hiçbir erkek karısını horlamasın, hiçbir erkek evliliğin değerini düşürmesin. Kuran’da geçen bu ifadenin belagatı ve manası pek yüksektir. Allah-u Teala, erkek ve kadının birliği tek bir elbise olarak gösterdi. Erkek kadın için bir elbise ve kadın da erkek için bir elbisedir, her biri diğerini örter ve himaye eder.

Müslümanlar kendilerine yazık ediyorlardı, Allah bunu bilmiştir. Kullarına rahmetli olduğu için bu hükmü hafifletti. Günahı işleyeni affetti ve tövbelerini kabul etti. Çünkü pişmanlıklarını gösterdiler. Oruç tutacak Müslümanlar artık fecr vaktine kadar hanımıyla cima yapabilir, yiyebilir ve içebilir. Fecr: Sabah vaktinde beyazlık belirlemesidir. Ayette hem fecr sözcüğü hem de -beyaz ipliği siyah iplikten ayırınca- ifadesi kullanıldı. Sahur vakti o anda bitiyor ve oruç başlıyor, oruç da gece başlayıncaya kadar devam eder. Güneş batınca gece başlar. Beyaz ipliğin siyah iplikten ayırma ifadesi mecazi bir anlam içeriyor; sabah beyazlığının belirlenmesidir, veyahut fecr manasıdır. Sabahın ilk vaktine fecr denilir. Kuran’da bu iki ifade kullanılınca bir pekiştirme olur. Oruç tutacak Müslüman o ana kadar yiyebilir ve içebilir. Bundan on dakika veya yirmi dakika imsak göstermek doğru değildir. Yine de akşam güneş battıktan sonra bir kaç dakika iftarı geciktirmek de doğru değildir. Çünkü, ayet müsaade ediyor, niye insanlar kendilerini sıkıntıya sokuyorlar. Hatta, Resulullah (sav) Müslüman’ın facr’e kadar yemesi ve içmesi ve güneş batar batmaz iftar etmesini övdü. Şöyle buyurdu:

“Gündüz hemen giderse ve gece gelirse artık Müslüman’ın orucu bozulmuş oldu” (Buhari ve Müslim)

Artık, güneş battıktan sonra orucu bozmasa bile orucu bozulmuş sayılır. Çünkü, oruç vakti bitti, o yalnız gündüzdedir. Başka bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyuruyor:

“İnsanlar iftara acele ettikçe hayır içinde kalırlar”. (Buhari, Müslim)

Ve başka hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah-u Teala şöyle buyuruyor; bana en sevgili kullarım iftara acele edenlerdir”. (İbni Hanbel, Tirmizi) Kusi hadistir.

Bu bir ibadettir; Kuran’da ve Sünnet’te geçtiği gibi yapılmalıdır, fazlalığı ve azlığı kabul edilmez. Çünkü, Allah (cc) böyle istiyor ve böyle seviyor. Öyleyse niye heva ve hevesimize veya aklına veya zevkine ihtiyaten böyle veya şöyle olsun denilir?

Müslümanlar itikaf yaparken veya camilerde ibadete çekilmiş iken hanımlarına yaklaşamazlar. Gece de olsa bile itikafa çekilen kimse cima yapamaz. Bu itikafa çekilen kimselere özel bir hükümdür.

İşte, Allah-u Teala oruçla ilgili sınırları gösterdi, hiçbir Müslüman bunlara yaklaşamazlar. Bu şekilde takvalı olurlar. Eğer Müslüman Allah’ın açıkladığı ayetlere ve hükümlere uyarsa takvalı olur. Allah’ın açıklamasından doğacak netice takvalı olmaktır. Müslüman takvalı olunca Allah’ı memnun eder, onun sevgilisi olur, ve buna ödül olarak onu cennete sokar, bundan daha güzel ödül var mı?

YIL 16  SAYI 183  SAFER 1426 / MART 2005

Yukarı